YAZARLAR

İşgalci kadınlar, maskaralık peşinde çocuklar

Ellerinde, yine renkli kağıtlara renkli kalemlerle yazılmış yazılar. Düdükleri de var. Düşünün bir, çalabiliyorlar üstelik, besbelli hazırlıklılar. Ara sokaklardan, caddelerden geliyorlar. Kalabalıklar, gürültülüler. Ezanı bekliyorlar seslerini yükseltmek için; müezzinle yarışıyorlar. Bağırışlarla, ıslıklarla, büyük bir uğultuyla sokak aralarından, mazgallardan, yeraltından, çatılardan geliyorlar.

Bu beka davası hikayeleri, çok tehlikeli bir kutuplaşmanın, bıkkınlık vermiş bir siyasi tıkanmanın parçası olmasaydı eğer, meraklısına eğlenceli seyir imkanı veren, gişesi fena olmayacak fantastik senaryolara büyük malzeme çıkardı. Belki daha sonra onu da görürüz. Beka davasının, şimdi ve her şeyden önemli olduğunu anlatmada yaşanan sıkıntı -tıpkı hamaset üretmek için olduğu gibi- yine kurguya başvurularak çözülüyor. Kampanyaya, önüne gelene tokat patlatan Padişah dizisi gibi bir çalışma yetiştirilemediği için, hikayeleri meydanlardaki siyasi sözcüler anlatıyor. Dinleyenlerin zihinleri için ürkütücü olmasını istedikleri ama biraz tuhaf duran sahneler kuruluyor. Endişe tahkim edilemeyince, aktör artırılıyor, tehlikeli kalabalıklar büyütülüyor, çeşitlendiriliyor. Taşların altından çıkan, kapı aralığından sızan hainler, nifak neferleri fırlıyor her yerden. Kimse görmeden gizlice etiketleri değiştiren pazarcılar, bakkallar, soğan stokçuları, patates teröristleri, enflasyon etki ajanları, işsizlik simsarları, konkordato militanları ve diğerleri. Ve şimdi de korku-gerilim filmlerinin vazgeçilmezi kadınlar, çocuklar.

Sahneyi gözünüzün önüne getirin: Hava karardıktan sonra ortaya çıkmışlar. Sinsi gibi. Belli ki, niyetleri de karanlık. Rengarenk elbiseler, yetmemiş gibi bazıları yüzlerini bile boyamış. Alkol de alır bunlar. Alabilirler yani, fıtrat meselesi. Ellerinde, yine renkli kağıtlara renkli kalemlerle yazılmış yazılar. Düdükleri de var. Düşünün bir, çalabiliyorlar üstelik, besbelli hazırlıklılar. Ara sokaklardan, caddelerden geliyorlar. Kalabalıklar, gürültülüler. Ezanı bekliyorlar seslerini yükseltmek için; müezzinle yarışıyorlar. Bağırışlarla, ıslıklarla, büyük bir uğultuyla sokak aralarından, mazgallardan, yeraltından, çatılardan geliyorlar. İzin filan almamışlar, ‘itaat etmeyeceğiz, sokaklar bizim’ diyorlar. Basbayağı işgal yani. Düpedüz geliyorlar işgal etmeye. Sızacaklar sokaklara, işgal edecekler. Nereyi? Kimden alacaklar? Nereyi olursa işte, hayatı filan. Çok tehlikeli görünüyor bu kadınlar. Kalkanlarının arkasında, elleri plastik mermi silahının tetiğinde, gaz bombalarını hazır etmiş polisler bekliyor. Kararlı olmasalar maazallah işgal edilecek memleket. Kadınlar burayı “eski Türkiye zannetmişler” herhalde.

Yine gözünüzün önüne getirin: Televizyonlarda seçim sonuçları yayınlanıyor. Spiker sonuçları okuyor, yorumcular anlatıyor: Şurada şöyle oldu, burada, böyle oldu. Şundan öyle oldu da, ondan böyle oldu. Epey geriye bırakılmış olsa da, kayyım atanmış belediye sonuçları da verilmeye başlanıyor bir saatten sonra. Ekrana gelen grafiklerden anlaşılıyor ki, kayyımlar gidiyor birer birer. ‘Durun daha bütün oylar gelmedi’ topu da fazla döndürülemiyor. Gidiyor basbayağı seçim. Bir zafiyet hali ki sorma gitsin. O sırada, 15’er çocuğu hazır etmiş evlerde karanlık yatak odalarında anneler altı yaşındaki çocukları (özellikle öyle isteniyor) uyandırıyorlar usulca. Kahvaltı filan da yok ha. Hızlıca giydiriyorlar sıkı sıkı, malum mevsim hâlâ sert, hava soğuk. Açıp kapıyı yolluyorlar dışarı. Karanlık sokaklardan çocuklar akıyor. Yecüc Mecücler gibi sürü sürü. Kaymakamı maskara edecekler. Nasıl edecekler? Edecekler işte. Bulurlar çocuklar maskara etmenin bir yolunu. Demediler mi size “patlatın sandıkları yoksa fena”. Gördünüz mü işte?

Popülizmin, sağ popülizmin, otoriter-totaliter heveslere dayanak yapılan popülist hezeyanların tehlikeli ötekiler, engel çıkaran zararlılar, dikkat edilmesi gereken yabancılardan bahsetmesi, buna uygun anlatılar üretmesi bilinen, hatta ayırt edici en temel özelliği. Popüler politik dil, sivriltilen sinemasal anlatımı ve abartıyı da sever. Koca koca adamlar garip garip hikayeler anlatır: Türk gençlerinin koynuna gönderilmiş Rus kızlarıyla bu kış getirilecek komünizmi. Misyonerlerin dağıttığı bavul dolusu paralarla bölücülük işine girmiş olanları. Kıyma makinasında çekilen öğrencileri. Üçüncü kattakilere ‘yakında orada biz oturacağız’ diye bağıran kapıcıyı. İhtiyaç olduğunda, Atatürk’ün evini yakanlar, camiye ayakkabılarıyla girenler çıkıverir saklandıkları yerden. Hazırlanmış bir endişeye, tırmandırılmış bir rahatsızlığa, kışkırtılmış bir nefrete giydirilecek hikayeler, kolay şablonların üzerine kuruluverir hemen. Bütün kurgularda olduğu gibi, inanıp inanılmadığına, olup olamayacağına bakılmadan bunu izlemek için bilet almışlara seyrettirilir, anlatılır, çoğaltılır. Ölçüsüzlük karşısında duyulan tepki ve refleks savunmalar da; teşhircinin, karşısındakinin şaşkınlık ve korkusundan aldığına benzeyen bir haz verir yapanlara.

Toplumsal siyasal alanda kullanılan hikayeler; seçimleri veya toplumsal hareketliliği kontrol için üretilen kurgular, abartı seviyeleri çok yüksek olsa da mevcut, sahici, yerleşik, güncel endişe ve rahatsızlıkların üzerine oturuyor. Ancak bu hikayelerin -aslında abartıyı da zorunlu kılan- dramatik yapısı, vaka kurgusundan çok aktörlere odaklanıyor. Olaya inandırmak zor olsa da, aktöre inandırmak fazlasıyla yeterli. Örneğin, uluslararası sistemin kendi avantajlarından da vazgeçmek anlamına gelen bir çöküşü Türkiye’de neden finanse edeceğine cevap aramak yerine, ülkeyi batırmak isteyen görünmez düşmanlar anlatılıyor. 82 milyonluk bir ülkede bu kadar hain beslemenin mali yükünün inandırıcılık sorunuyla ilgilenmek yerine, hainliğin birileri için bir varlık sebebi olduğu gösterilmeye çalışılıyor. Kadınların nereyi ve ne için işgal edeceğine değil de, “yaparlar bunlar” dedirtecek bir özne tarifine odaklanılıyor. Halkın seçtiği yöneticileri görevden alıp, milli irade karşısında kaybetmekten daha başka bir maskaralık bulunmaya çalışılıyor.

Popülist siyaset dilinin tehlikeli ötekileri zararlı düşmanlara çevirirken hikayesine kattığı gerekçeler, faşizan sıçramanın, ırkçı, cinsiyetçi hezeyanların önünü açıyor. Bu hikayelerin kötü karakterlerinin neden öyle olduklarına dair üretilen cevaplar veya bırakılan bilinçli boşluklar, eksiklik değil nefreti besleyen fazlalıklar. Memlekette yeter miktarda hain, gayrimilli unsur olduğuna inanıldığını varsayalım. Bu kalabalığın tamamının birilerinden uygun ödeme ve açık çek aldığı için satılmış olduğu iddiasının aynı inandırıcılığı taşıması mümkün mü? Değil. Peki neden bunu yapıyorlar? İşte bu sorunun, basitçe “öyle yapmaları gerektiği için” şeklinde özetlenecek açık ve örtülü cevapları önemli: Yani kötüler, kanı, soyu, inancı, menşei, tarihi rolü sorunlu veya fıtratı bozuk ve niyeti öyle olduğu için başka türlü davranması mümkün olmayanlar. Kutuplaştırmayı inandırıcı, inandırıcı olmasa bile işlevli kılan, kimliklere yapışmış önyargıları kışkırtma becerisi. Kadınlarda canlılığın kaynağını değil cennetten kovulmaya neden olan tehlikeyi, çocuklarda saflığı değil kullanılabilirliği gören önyargılar. Veya son beş yılda yüzde birin toplam gelirden aldığı payın sürekli büyümesini değil de, yoksullaşmada Suriyelilerin varlığını anlatan önyargılar.


Kemal Can Kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).