YAZARLAR

Meydan mahkemeleri

Seçim stratejisini beka davası, kampanyasını da önüne gelen herkesi suçlama üzerine kuran iktidar sayesinde, yeni bir durumla daha karşı karşıyayız: Meydanların dev mahkeme salonlarına dönüşmesi. Ama sadece iddia ve hükmün olduğu, savunmanın bulunmadığı mahkemeler.

Yargının siyasal bir araç olarak kullanılması, kararlarının hukuki gerekliliklerden çok siyasi ihtiyaçlara göre biçimlenmesi yeni bir şey değil. Türkiye’nin siyasi tarihinde pek çok siyasi hesaplaşma, davalar yoluyla ve yargı eliyle görülmeye çalışıldı. Sembol davalar, ibretlik kararlar yaşandı, tartışıldı. Bu davalarda bazen mağdur, bazen zalim olarak rol alanlar, kendi hikayeleri kadar ülkenin yolculuğunu da belirledi. On yıllarca devam eden, defalarca tam tersine dönen, etkileri senelerce bitmeyen, hiç tamamlanmayan davalar oldu. Mahkemeleri başları dik “medeni ölü” olarak terk edenler de oldu, hapishanelerden palavra “kahraman” olarak çıkanlar da. Bir ay önce, 9 Şubat’ta  Gazete Duvar’da “Siyasetin yeni sahnesi, mahkeme salonu” başlıklı yazıda, siyasi alanın tıkanmasının/kapanmasının, mahkeme salonlarını nasıl siyaset meydanlarına çevirdiğinden bahsetmiştim:

“Gazeteciler, akademisyenler, sivil toplum aktivistleri, sanatçılar, siyasetçiler en yoğun mesailerini adliye binalarında geçiriyor. Her kesimden insanın yolu, bazen haklarında açılan davalar için, bazen başkalarına açılmış davalarda destek olmak için mahkeme kapılarına çıkıyor. Sosyal medya hareketliliğinin önemli bir yüzdesi davalar etrafında dönüyor. Toplumsal-siyasal duyarlılıklar, eğilimler, hesaplar, beklentiler, her türlü nabız savcıların açtığı soruşturma dosyalarından, duruşma salonlarından taşan bilgilerden takip ediliyor. Aynıların aynı, ayrıların ayrı yerde duruşu, davalardaki performanslara göre ölçülüyor. Siyasi sicil kayıtları davalara verilen (veya verilmeyen) reaksiyonlara göre tasnif ediliyor. (…) Mahkeme salonları, sadece güç sahibi olanların değil, hak arayan, itiraz eden, mücadeleyi sürdürenlerin de en önemli siyasi sahnesi. Duruşmalarda yapılan savunmalar, çoğu zaman mecliste yapılan konuşmalardan daha politik, daha derinlikli ve bazen de daha etkili.”

Seçim stratejisini beka davası, kampanyasını da önüne gelen herkesi suçlama üzerine kuran iktidar sayesinde, yeni bir durumla daha karşı karşıyayız: Meydanların dev mahkeme salonlarına dönüşmesi. Ama sadece iddia ve hükmün olduğu, savunmanın bulunmadığı mahkemeler. Davacısı, savcısı, hakimi, jürisinin aynı kişi olduğu mahkemelerin kurulduğu kolektif linç meydanları. Bunlar öyle mahkemeler ki, kanıt denilen şey “ben dedim” veya “bende saklı” lafından fazlası değil. Bunlar öyle mahkemeler ki, söylenenlerin doğru olmadığını, tam tersinin geçerli olduğunu herkesin bilmesinin bir önemi yok. Savunmaya, gerçeğe, adalete yer yok. Aslında, gerçek mahkeme salonlarının son haline de epey benziyor. Mikrofonu eline alan başlıyor anlatmaya: “Onlar hain, bunlar ajan, şunlar terörist, ötekiler işbirlikçi.” Karşısında da, zaman zaman kendisi, kendisi olmasa bir yakını mutlaka o suçlu torbasına dahil edilmiş olsa da pek de dinlemeden alkışlayan bir kalabalık. Peki kanıt ne? “Açıklasam şaşırırsınız”, “zamanı gelince”, “kasetler haftaya”, “bunlaar...” Hüküm peşin, yalan taksit taksit. Fazla soru soran olursa, o da terörist ya da hain.

İddianamelerde “adeta” diyerek suç tarif edildiği, herhangi bir yerde yazmayan ve muhtemelen asla yazmayacak olan suçlar icat edilen, savunma yaptığı için tutuklanan avukatların olduğu bir ülkenin, meydan mahkemelerinden de fazla şey beklememek lazım. En tepeden verilen hükümlerin infaz memurlarına dönüşen hakimlerin olduğu yerde, mahkeme salonuna dönüşen meydan nasıl kurulur: Ülkenin Cumhurbaşkanı, sosyal medya hesabına ittifaklar tablosu koyup, kendi istediği seçimi yapmayanların tamamını hakaret sıfatlarıyla tanımlamayı geçip açıkça suçlu ilan ediyor. İçişleri Bakanı bazı suçların kendi korumasında olduğunu, bazı insanların ise yasal haklarının keyfine göre kaldırıldığını ilan edebiliyor. Bir gazete, seçime giren bir partinin lehine propaganda yapıldığı için insanların gözaltına alındığını yazmakta sakınca görmüyor. AKP’li bir belediye başkan adayı, Türkan Saylan’dan Bahriye Üçok’tan, Uğur Mumcu’dan devlet, bayrak, din düşmanı diye bahsediyor. İmam-cemaat diyalektiği meydan mahkemelerinde de işliyor.

İktidara yakın gazete ve televizyonlarda yapılan haberler, sokak röportajları, sosyal medyadaki paylaşımlar, meydan mahkemelerinin aslında ne işe yaradığını gösteriyor. Meydan mahkemelerinde atılmış suçlar ve gerçekliği -hatta olup olmadığı bile tartışmalı- kanıtlara dair sözler, sokağa propaganda malzemesi olarak taşınıyor. Yüzlerce hafta bir türlü gelmeyen “görüntülerin yayınlanacağı cuma”, “elimizdeki kanıtları bir bilseniz” veya “bütün belgeler elimizde” gibi, daha söylenirken inandırma derdi olmadığı açık olan boş deliller tekrarlanan ezberlerin ham maddesi oluyor. Kanıtlanması gerekmeyen iddialar ve hükümden ibaret meydan mahkemesi, alkışlayan ve seyreden kalabalıkların dilinde her yere taşınıyor. Zaten ülkenin yöneticileri ve özellikle de Erdoğan yargıya talimatlarını meydanlardan vermeyi seviyor. Hükümleri açıklayıp gereğinin yapılmasını istiyor. Dolayısıyla, meydan mahkemelerine bu açıdan bir ihtiyaç yok, oradaki -ve izleyen- kalabalık da jüri rolünde değil. Hükme ve infaza tanıklık etmek, onay vermek; verilen hükmü, kanıtları önemsiz hale getirecek biçimde yaymak, taşımak ve tekrar etmekle görevli.

Meydan mahkemeleri kurmak, hukuk dışı davaları sokakta görmek, aslında adaletsizliği kolektif hale getiriyor. Yalan veya olmayan kanıtlara, yalancı şahitler, açık-gizli tanıklar tutmanın kitlesel gösterileri düzenleniyor. Yüzyıllarca cezaların herkesin gözü önünde infaz edilmesi, otoritenin kabul ve güç imkanını genişlettiği için uygulandı. Hâlâ uygulanıyor. Meydan mahkemeleri, infazla birlikte hükmün verilişini de seyirlik hale getiriyor. Fakat bu “açıklık”, ne kadar adil davranıldığını göstermek için değil, adaletsizliği, hukuksuzluğu bir gösteri içinde normalleştirmek için. Mesnetsiz, haksız suçlamalar için, olmayan, açıklanmayan, zayıf kanıtları kalabalığın “zımni” onayından geçirmek ve iddialarla birlikte vebali de onlara taşıtmak azımsanmayacak bir fayda sağlıyor. Çünkü, zayıf kanıtların veya “zamanı gelince” diye saklanan şantaj malzemesinin sürekli masaya sürülmesinin iddiaları güçlendirmeyeceğinin elbette herkes farkında ama bunların aksi kanıtlansa, yalan olduğu doğrulansa bile dolaşımda kalmasında kitlesel duruşmalar çok imkan sunuyor.


Kemal Can Kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).