YAZARLAR

Onur Ünlü: Baskı hissediyorum ama bu mazeret değil

Yönetmen Onur Ünlü ile son filmi 'Put Şeylere' üzerine konuştuk. Sinemada yenilikleri denediğini vurgulayan Ünlü, "Ben Türk halkına güveniyorum. Sanıyorum 3.5 milyon kadar seyirci gelecek filmimize, üstelik 21 kopyayla!" dedi.

Onur Ünlü’nün Türkiye sinemasındaki özel yeri artık su götürmez bir gerçek. Bu cuma vizyona giren son filmi “Put Şeylere” vesilesiyle bir araya geldik. Fizikte iki bin yılda birçok bilgi ve yasa değişirken dramatürjinin ‘giriş-gelişme- sonuç’ kalıbının nasıl olup da değişmediği sorusu üzerine inşa edilmiş ve zamanla oynayan, hikayesini başlatmadığı gibi bitirmeyen de bir film “Put Şeylere”, Onur Ünlü ile fizik ve dramatürji yasalarından, sinema üzerine düşüncelerine, endüstrinin içinde bulunduğu durumdan yeni filmine kadar bir dizi mevzuyu masaya yatırdık.

.

“Put Şeylere” bugüne kadar yaptığınız sinemadan farklı bir yerde duruyor. Ben bir kırılmaya işaret ettiğini düşünüyorum? Sizce de böyle mi?

Bir kırılma var ama bunu daha çok giderek uzayacak bir yan yol gibi düşünebiliriz. Üç tür film yapıyorum aslında ben. Bir kendi filmlerimi yapıyorum, çok yoğun olmasa da ticari işler yapıyorum, bir de kendi yolumdan da sapan başka bir yol ortaya çıktı. “Put Şeylere” de bu yolun ilk filmi aslında. Bunun altında makul bir takım sebepler var.

Nedir onlar?

Basitçe şu: Aristoteles, “Poetika” adlı eserinde dramaturjinin temel kurallarını koyarken, ondan hemen önce Demokritos evrenin en küçük yapı taşının atomlar olduğunu söylemiştir. Parçalanamaz, daha küçüğe ulaşılamayacak en küçük parça dediler atoma ve evrenin atomdan yapıldığını söylediler. Aynı sıralarda Aristoteles evrenin merkezinin dünya olduğunu söylüyordu. Aradan yaklaşık 1800 sene geçti Kopernik dedi ki “Arkadaşlar üzgünüm evrenin merkezi dünya değil, hatta güneş bile değil. Evren çok daha karmaşık bir şey. Ortada bir merkez yok.” Bu fikir doğrudan Tanrı fikrine müdahale etti. “Sabit olan bir dünyanın her şeye hükmeden sabit bir Tanrısı yok mu yoksa” diye düşünülmeye başlandı. Kafalar bir karıştı. Fizikteki bütün düşünsel devrimler doğrudan tanrı fikrine müdahale eder zaten.

Benim üzerinden hareket ettiğim şey de kendisi ile Tanrı arasında kalmış kahraman. Trajik kahramanlar bu çatışmadan çıkar. Dolayısıyla dramaturji tarihi insanın tanrı fikriyle sürtüşmesinin tarihidir. Kopernik bunları söylerken atomlar oldukları yerde duruyordu fakat tanrı fikri darbe almıştı. Sonra Newton çıkıp bir takım kurallar koydu. Fakat çok büyük şeylerden bahsediyordu. Gökcisimlerinden falan. Dedi ki, “Evren büyük bir şey ama bunu tutan eden bir güç var. Tanrı var.” Mutlak zaman ve uzaydan bahsetti.

Pek basit olmadı bu.

Bir yere geleceğim de onun için anlatıyorum. Sonra Einstein geldi. Özür diledi Newton’dan. Gerçekten özür diler. “Usta kusura bakma ama yanılıyorsun” diye. Einstein da mutlak zaman ve mutlak uzay diye bir şey olamayacağını, zamanın bizim sandığımız gibi olmadığını söyledi. Ama bu arada atom mevzusuna geri gelinmişti. Ve Atom altı bir evren olduğu ortaya çıkmıştı. Ve bu Newton’un göklerdeki evreni kadar derin bir evrendi. Bu arada Aristo’nun dramaturji kuralları aynen devam ediyor. Giriş-gelişme-sonuç yerinde duruyor yani. Atom altı parçacıklarda, bir elektronun aynı anda iki yerde olabileceği gözüktü. O zamana kadar bilinen bütün fizik kurallarının tersiydi. Bir şey aynı anda iki yerde oluyordu. Bir can sıkıcı şey daha oldu. Bir elektron ve anti elektron çifti durup dururken var oluyordu ve tekrar yoka giriyordu. Oysa bildiğimiz fiziğe göre bu da olamazdı. Fizik bunları tartışırken, giriş-gelişme-sonuç hala devam ediyordu. Ben de bunda bir terslik yok mu acaba diye düşündüm. Bildiğimiz en temel fizik kuralları bile kendi içinde birbirine girerken, biz hala giriş-gelişme-sonuçla mı uğraşacağız? Belki dramaturjinin de bir ileri aşaması vardır. Belki giriş-gelişme ve sonuçtan ibaret değildir? Belki kuantumun önerdiği gibi bir şey aynı anda hem var hem yok olabiliyordur?

‘ZAMAN SİZ SEVGİLİ OKURLARIN ZANNETTİĞİ GİBİ İŞLEMİYOR’

Ama dramaturji mutlak bir bilim değil ki.

Tabii ki mutlak bilim değil. İnsan mutlak olarak doğanın bir parçası. Bu insanın haletiruhiyesi kendi dışında ilişkiye girdiği şeylerle genişleyebilir. İki bin sene önce inanılan şeylere şimdi inanmıyoruz. Buradaki temel sorun şudur: Carl Gustav Jung bize insanların kültürel kolektif bir bilinçleri olduğunu ve bu bilinçaltından beslenildiğini ifade etti. Fakat bizim fizik deyince kültürel bilinçaltımıza yetişen sadece Newton fiziğinin bilgisidir. Biz zamanı Newton fiziği kadar algılayabiliriz ortalamada. O da başlayan ve biten bir zamandır. Einstein buna itiraz etti. Einstein’ın bahsettiği zaman fikri henüz bizim kültürel bilinçaltımızdaki kodlarımıza yazılmadı. Çünkü o kadar zaman geçmedi. Zamanın aslında ne olmadığını anladığımız anda adım gibi eminim ki, giriş-gelişme ve sonuç da bundan etkilenecektir. Ben bunu kişisel olarak böyle bir şey olacağını öngördüm ve biraz aceleci davranarak kendime böyle bir müdahalede bulundum. Zaman üzgünüm ama siz sevgili okurların zannettiği gibi işlemiyor. Zaman başlayıp biten bir şey değil.

Filmde zamanla sürekli oynanması da bununla mı ilgili?

Her bir karakterin zamanı kendine has. Zamanın göreceliği de kaynağını buradan alır. Bunlar benim de tam olarak kavrayamadığım zor konular. Aynı zamanda matematiksel karşılığı olan konular. He şeyi bir tarafa bırakalım. Zaman denilen şeyin şu andaki bizim ortak kavrayışımızın çok ötesinde olduğunu sinirlerim bozularak fark ettim. Ve bu yeni bilgiyle dramaturjiye nasıl bakarız diye düşündüm. Her şey gayet sakin kendi yolunda ilerlerken baktım başka dolaplar dönüyor. “Bu dolapların bir metindeki karşılığı ne olabilir, acaba fiziğin keşfettiği şaşırtıcı gelişmeleri bir insan olarak içselleştirirsem bundan sonra dramaturjiye nasıl bakarım” diye sordum. Yaptığım bu.

Bütün bunların içerisinde tanrı nerede duruyor?

Tanrı yer değiştirdi. Tanrı epistemolojik bir sistemdir. Tanrı bir bilgi sorunudur. Her yerde duruyor olabilir. Zaman zaman bu sistemin dışında da kalabilir.

Filmde ‘tanrı, varlık, din’ gibi konular da filme yer alıyor. Sizce günlük hayatın içinde Tanrı fikri tam olarak nerede duruyor?

Kişisel olarak günlük hayatımın neresinde durduğu özel bir konu. Filme gelirsek eğrilerden birisi olarak duruyor ve zaman zaman insanlar onunla temas ettiklerinde tepki veriyorlar. Bir noktada duran ve her şeyle ilgili karar veren, sonrada olan bitenle ilgili sorgulamada bulunan bir Tanrı fikrinden ziyade; daha sezgisel düzeyde izah edebileceğimiz bir Tanrı fikri var filmin içinde.

'BEN ‘SİNEMA NEDİR’ SORUSUYLA DAHA ÇOK İLGİLENİYORUM'

Filmde öte yandan sinema dünyasındaki işleyişe dair de bir bakış var. Film yapma biçimlerine, yönetmen fetişine dair. Burada ne kadar sizden parçalar var?

Gözlemlerimden de benden de parçalar var. Filmdeki yönetmen karakteri ile benden bir parça yok. Benden bir parça varsa kablo takıldığında hiç durmadan konuşmaya başlayan karakterde var. Film yapmak dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da zor. Başka bir görüşmede bana “sinemacılara vandal mı diyorsun” diye sordular. Ben de aslında “bir film yapmak için yola çıkan bir insanın başlangıçta çok naif olduğunu fakat şartlardan dolayı kabalaştığını” söyledim. Aslında film yapıp yapamamaktan ziyade, niye film yapıyoruz gibi bir soru var orada. Ben sinemacıların genelde sinemanın ne olduğundan ziyade film yapmanın yolları üzerine daha fazla kafa yorduklarını düşünüyorum. Ona dair bir eleştiri yapmış olabilirim.

Sizin fikriniz nedir sinemaya dair?

Sinema yapmak için insanın sinemanın ne olduğu, ne olmadığına dair bir fikri olmalı. “Sinema nedir?” sorusuna insan kendi içinde bir cevap vermeli. Ben bununla da ilgileniyorum. Kendi içimde cevaplarım var. Doğru ya da yanlış. Bunlar öznel cevaplardır zaten. Nesnel şeyler değildir.

Sizin sinemanıza dair şöyle bir tespit yapılageliyor. Ki bunlardan birisi de benim. Hikayelerin güçlü, yönetmenliğin ise bunu tamamlamaktan uzak olduğu şeklinde. Bu filmde ise hikayenin daha arka plana atıldığı ve biçimin öne çıktığını söylemek mümkün. Ben bu filmin kurgu ve yönetmenlik açısından en iyisi olduğunu düşünüyorum? Hem önceki, hem de bu filme dair bu görüşler hakkında söylersiniz?

Katılmıyorum tabii ki. Son birkaç filmdir yönetmenliğimin de hayli ilerlediğini düşünüyorum. Ben biçim olarak her filmde başka bir şey deniyorum. Fakat sinemasının güçlü olduğu düşünülen yönetmenlere baktığımda onların aşağı yukarı hep aynı filmleri yaptığını görüyorum. Dolayısıyla da üzerinde gittikleri yolda derinleşiyorlar. Fakat ben bir biçim deniyorum, bir sonrakinde yenisini denediğim için olabilir.

Filmlerimin birbirine benzemesini istemem. Filmleri birbirine benzeyen yönetmenleri kişisel olarak sevip sevmemem başka. Onları da seviyorum. Öte yandan büyük sinema yapan yönetmenlere göre çok daha kısa sürede çekmek zorundayım ben. Bu filmi 12 günde çektik. “Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yoktur”u üç haftada çektik. Ayrıca bu filmimde rejinin çok iyi olduğunu düşünüyorum ben mesela.

Bu kısa zaman sorunu, bütçe ile ilgili tabii.

Çünkü o kadar param var. Bak ben de bir biyografi filmi çekmek istiyorum. Zeki Müren ile ilgili. İsmi şu olan bir film yapmak istiyorum mesela: Zeki Müren’in Hayatının İki Günü. Çünkü onun hayatını iki gününü anlatacak kadar param olacak muhtemelen. Bence iyi fikir.

‘SİNEMAYI YIKIP YENİDEN KURMAK GİBİ DERTLERİM YOK’

Öte yandan siz filmlerinizin tamamını kendi olanaklarınızla çekiyorsunuz. İçinden geçtiğimiz dönemde bazı yönetmenler Kültür Bakanlığı’ndan destek alamıyor politik nedenlerle. Haliyle önümüzdeki dönemde film çekmekte zorlanacaklar. Siz nasıl çekiyorsunuz?

Ben uzun yıllar televizyona iş yaptım. “Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi”ni, “Sen Aydınlatırsın Geceyi”yi ve “İtirazım Var”ı televizyondan kazandığım parayla çektim. “Kırık Kalpler Bankası” ve “Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok”un yapımcıları başkaları. Onlar para verdiler. Son iki film “Manyak” ve “Put Şeylere” ise 50-60 bin dolara mal olan yapımlar. On filmden sonra da bu para bulunabilir.

Asıl merak ettiğim, bu kadar düşük bütçelere bir filmi çekebilme organizasyonunun nasıl yapıldığı aslında.

Çok fazla çalıştık. İnsanlar yıllarca oturup nereden para bulurum diye düşünürken, dört yılda bir dört yüz plan çekerken ben günde dört yüz plan çekiyordum. Dolayısıyla benim ve ekibimin pratiği çok fazla. On bin saat kuralı vardır. Bir alanda uzman olmak için on bin saat çalışman gerekir. Ben zaten senarist olarak bu kadar zaman senaryo yazdım. Daha sonra televizyona kim bilir kaç on bin saat iş yaptım. Dolayısıyla benim pratiğim çok fazla. Zanaatkâr olarak ilerledim. Bu bir klişedir ama ustalık dediğimiz şey ne yapmamanız gerektiğini bilmektir. Ben bunu biliyorum. Bundan dolayı da hızlı hareket ediyorum. Bu filmi ortalama bir yönetmen dört haftada çekemez, ben 12 günde çektim. Benim ekibim hızlı bir ekip. Benim bilgim, yeteneklerim, zekâm, olanaklarım belli. Ben bunlarla ne yapabilirim ona bakıyorum. Her filmde sinema tarihini yıkıp yeniden kurmak gibi mütevazı dertlerim yok. Ben daha ziyade kendim ne yapabilirim iddiasının peşindeyim.

Her alanda olduğu gibi birçok meslek alanında işler yapılamaz hale geliyor. Ya siyasal ya da ekonomik nedenlerle ciddi bir daralma var. Böyle bir tıkanma ya da baskı hissediyor musunuz?

Baskı hissediyorum tabii ki ama bu bir şey yapmama engel olmuyor. Bunu da mazeret olarak kabul etmem. Yapamıyorlardır. Bazı sebeplerden dolayı gözleri yemiyordur. Belki korkuyorlardır ki bunu anlarım. Ya da zaten yapamayacakları şeylerin mazereti haline getiriyorlardır. Çünkü ellerinde şöyle bir mazeret var: “Baskı var, para yok, yapamıyoruz”. Baskı var, para yok ama ben yapıyorum. Onlar orada otururken ben dizi setlerinde dirsek çürütüyordum…

Ama televizyon konusunda da şöyle bir durum var. Ben birçok yönetmenin televizyon için çalışmak istediğini biliyorum. Fakat orada öyle bir yapı kurulmuş durumda ki, o çarkın içine girebilmek de hayli zor.

Onu bilemem. Ben 24 yaşında İstanbul’a geldim ve televizyon piyasasına girdim. Bir senarist olarak birçok kişiyle çalıştım ve çok canımı sıkan, nefret ede ede yaptığım çok şey yaptım. Ama bunlar yapmanın ileride bana başka şeyler yapma fırsatı yaratacağını düşündüm. Bunları yaparken, “dizi yazıyorum, senaryoya vakit yok” demedim. Boş zamanlarda kendi senaryomu yazdım. Oradaki bağlantıların, iş yapma biçiminin ne olduğunu biliyordum ama günün birinde film yapmak istiyorduysam o sırada orada olmam gerekiyordu. Dolayısıyla hem film hem televizyon sektörünün içindeyim. Ama şu anda televizyona iş yapılabilecek bir durum yok.

Bu sizin tercihiniz mi yoksa var olan yapı siz sizin gibileri dışarı mı itiyor?

Dışarı doğru itiyor tabii ki. Her şeye rağmen kanallar yapımcılar benim bir projemi televizyona yapmazlar fakat bir yönetmen olarak benimle çalışmak isterler. Ama şu anda da ben istemiyorum.

Neden?

Hem yaş geçti hem de var olan durum artık çekilmiyor. Her sene daha da zorlaşıyor. Bundan sekiz on sene önce idare edilebilecek şeyler, artık idare edilemeyecek yerlere geldi.

'ÜÇ YILDA BİR 400 PLAN ÇEKEREK YÖNETMEN OLABİLİRSİNİZ’

Yeşilçam döneminin büyük yönetmenleri, bir yandan sektöre çalışırken bir yandan da kendi filmlerini çekiyorlardı. Bugün için televizyon sektörünü Yeşilçam gibi konumlandırabiliriz. Ama çok ayrışmış durumda. Bugün böyle örneklere fazla rastlamıyoruz. Sizce neden?

Biraz sert bir şey söyleyeceğim. Üç yılda bir üç haftalığına bir yere gidip, dört yüz plan çekerek yönetmen olabiliyorsunuz artık. Üstelik ödüllü. Neden uğraşılsın ki!

Ama karın doyurmak diye bir durum var.

Bir şekilde karınları doyuyor. Ben aç gezen bir yönetmen görmedim. Gayet iyi yaşıyorlar demek ki. Yurt dışına festivallere de gidiyorlar. Burada korkunç bir konformizm var.

Ben Türkiye’de sinemanın estetik ve hikaye açısından bir kriz yaşadığını düşünüyorum. Sizin fikriniz nedir bu konuda?

Bunun sebebi orta sınıf konformizmidir. İyi film algısı dar bir yere hapsedildi. Jürilerin, festival seçicilerinin ve fon yöneticilerinin algısına hapsolmuş durumda. Bunlarda dünyada toplasan 1500 kişidir ve bunlar belirliyorlar. Bir festival şablonu oluştu, ona göre filmler yapılıyor. Birbirine benzer filmler yapılmaya ve ödüllendirilmeye devam edildiği sürece senin bahsettiğin kriz devam edecektir. Ben bu krizi sezdiğim için biraz önce anlattığım ‘elektronlu’ mevzulara daldım. Dışarıdan hangi bilgiyi sinemanın içine taşıyıp, onu nasıl bir şeye dönüştürürüz diye kendi kendime uğraşıyorum. Ve devam ediyor. “Topal Şükran’ın Maceraları” diye bir film çektim. Hiçbir diyalog yok filmde. Filmde kimse tek kelime konuşmuyor. Uğraşıyorum, deniyorum.

Sizin yazı ile de aranız iyi. Yeni bir kitap olacak mı yakınlarda?

Yıllardır şiir yazıyorum ben. Şimdi bir romana çalışıyorum. Bitirmek üzereyim. Bu hikaye roman formunda geldi. Kafamda roman olacak fikirler de var. Ömrüm olursa onları da roman olarak ortaya çıkarmayı düşünüyorum. Bundan sonra yazıyla daha fazla ilgilenecek gibi gözüküyorum…

Son olarak seyirci beklentiniz nedir bu film için?

Bunu sıklıkla söylüyorum ama burada da söyleyeyim. Bir sanat eseri matematik problemi değildir. Sadece aklımızla değil, sezgilerimizle de yaklaşmayı denersek bu filmden daha fazla haz alabiliriz. Ben Türk halkına güveniyorum. Sanıyorum 3.5 milyon kadar seyirci gelecek filmimize, üstelik 21 kopyayla!