YAZARLAR

Bana ölme

Sisifos gibi taş taşıyoruz hayatımız boyunca. Ve o taş aşağı yuvarlanıyor gözümüzün önünde. Tekrar taşıyoruz yuvarlanacağını bilerek. Bu böyle gidiyor. Sisifos’un yarasına merhem olmaya çalışmak saçma. Durum bu. Taş varsın geri gelsin. O taşı emir aldığın gibi taşımak var, gösterilen yoldan taşımak var, güle oynaya, kafana göre taşımak var. Çabalayıp bir sapan, mancınık edinmek var...

Herhangi bir şey için en fazla ne vaat edebilir bir insan? Parasını, zamanını, entelektüel birikimini, kol gücünü… En fazla? Canını.

Sen ki bir dava yahut birisi, bir şey uğruna ölmek istediğini ilan ediyorsun. Kitlelerin gözünde yaşlarla desteklemesi en azından etkilenmesi gerekmez mi? Ölümden daha ciddi ne olabilir ki? Öyle olmuyor. Birisi “ölürüm” diye ortalarda dolanıyorsa o birisi ciddiye alınmayan birisi oluyor.

Sürekli yemin eden birisin sözü nasıl ciddiye alınmazsa bu kefen/tabut teşhircilerini de umursayan olmuyor.

Ama engel de olunmuyor. Çok tuhaf değil mi? En başta muhatapları engel olmuyor. Belli ki itirazları yok.

Bu haller ölüm gibi epey ciddi bir konuyu sulandırıyor.

Bodrum’da bir çok yere asılı, üzerinde Bodrum Belediye başkanı Mehmet Kocadon’un fotoğrafı olan bir afiş var. Fotoğrafta Kocadon elinde Nokia’sı yüzünde gülümsemesiyle gayet sempatik. Fakat o yazı ne öyle: Herkes sever, biz ölürüz.

Bodrum Belediye Başkanı Mehmet Kocadon

Yani demek istiyor ki, Kocadon’u sevmeyenler zaten konu dışı. Sevenleri kenara ayırın ama onlar da sıradan. Bir de biz varız. Krema tabaka. Bizler ölürüz. Öyle kuraklık açlık hastalık filan değil. Biz Kocadon için ölürüz.

Aşırı sevgiye bağlı ölüm. Vay be.

Bilmeyenlere açıklayayım. Başkan bir sebepten 34 gün kamu mahrumiyeti cezası almış. Açıklamasında bu cezanın kendisi için tatil anlamına geldiğini söyledi. Hiç ölümden filan bahsetmedi. Hakikaten de tatilde olmalı. Yüzünde stabil bir gülümsemeyle geziyor Bodrum mekanlarında. Bırakın uğruna ölünecek bir saldırı altında olmasını canını sivrisineklere bile sıkıyor gibi görünmüyor. Buraya kadar ne güzel.

Adam mutlu mutlu gezerken ölürüm diye fırlarsanız başına hakikaten bir şey gelince ne yapacaksınız? Bu kadar kıytırık bir meselede en tepeye niye koyuyorsunuz çıtayı? Araya katmanlar ekleyin. Şu anda Kocadon uğruna grip olun. Durum sertleşirse zatürre olursunuz. Durum karışıklaşırsa Behçet hastalığı önerebilirim. Hem yerli ve milli. Ama ölmeyin yahu, bi soluklanın.

...

İnsan her şeyden önce yaşadığı için ölür. Belirleyici olan ölüm, bütün vaktimizi alan şey de hayattır. Mozaik grubunun ilk albümünün adı gibi: “Ölümden önce bir hayat vardır.”

Mutlak eşitleyici ölüm olmasaydı kim bilir neler olurdu.

Ben bu yazıyı hayatı yüceltmek için yazmıyorum. Ölümü yüceltmek için yazıyorum.

Hayat elbette çok önemli. Ama yüceltecek çok fazla bir şey yok. Bir kere iyi bir tasarım değil. Sunulan paketler de nasıl diyeyim, yanıltıcı reklam. Pek çok hal ve şartta bir yoga ustasının sıradan insandan, iyi bir insandan daha huzurlu, bir generalin daha güvenli ve bir zenginin daha şahane hayatı olmadığını biliyorum, görüyorum. Bu kötü dizaynı iştahla yaşanır kılan tek şey vakti belirsiz, bizimle beraber gezen bir sonunun olması.

Ölüm karşısında haddimizi bilmemiz, hayatı yüceltirken de dikkatli olmamız lazım. Şu hayatın bütün tasarım hatalarına, savaşlara, hastalıklara, bütün o orta sınıf ahlakı, siyasi doğruculuk yahut haset ve batıl itikata rağmen yaşamaya değer olması ölümün varlığı sayesinde değil mi?

En nihayetinde hikayelerimiz var. Bu hikayelerden memnunsak iyi bir hayatımız var diyebiliriz. Ölümlü dünyaya iyi hikayeler bırakmaya değmez mi?

Buyrun, bir de klişe. Camus haklı. Sisifos gibi taş taşıyoruz hayatımız boyunca. Ve o taş aşağı yuvarlanıyor gözümüzün önünde. Tekrar taşıyoruz yuvarlanacağını bilerek. Bu böyle gidiyor. Sisifos’un yarasına merhem olmaya çalışmak saçma. Durum bu. Taş varsın geri gelsin. O taşı emir aldığın gibi taşımak var, gösterilen yoldan taşımak var, güle oynaya, kafana göre taşımak var. Çabalayıp bir sapan, mancınık edinmek var...

Sisifos-Turgut Yüksel

...

Likyalılar mezarlarını şehrin göbeğine yaparlar. Ölüm hayatın zaten göbeğinde olduğu için. Modern hayatta ölüm prestij yitirdi, ayak altından kaldırıldı. Mümkün olduğu kadar yok sayıldı. Müslüman memleketin Müslüman mezarlıklarında “Her canlı ölümü tadacaktır” gibi totoloji mertebesinde doğru bir ayetten bile rahatsız olur hale geldi insanlar.

Ölüm korkusuyla barışmak “ölüm yokmuş gibi yaşamak” zannedildi. Mezarlıklar taşındı, hayvanlar, kurbanlar uzaklarda kesilir oldu.

Ölüm hayatımızdan çıkarılmaya çalışılırken anlamı belirsizleşti. Ölüm pirzola yerken iyi hayvan keserken kötü oldu. “Ölürüm sana zilli” romantizminden “herkes sever biz ölürüz”e gelindi.

Konu sulandı.

Ben kimin ne uğruna öleceğine karışamam. Ama ben bunun reklamının yapılabilmesine karışırım. Ölümün bu kadar ucuzlaması, reklam yahut göze girme vesilesi haline gelmesi kamu zararına.

Ölüm bu. Sadece belirleyici değil, karışık da bir durum. Ve genellikle ölüm, ölenle o kadar da yakın bir ilişkide değil. Ölümü beden sahipliği üzerinden tanımlamak ve ona haklar tanımak onu fazla kişiselleştiriyor. Oysa ölüm beden sahibinden çok fazla insanı ilgilendiren biyolojik bir son. Bir kere ölen olayın farkında değil. Birisi öldüğünü fark etmişse zaten yaşıyor demektir. Doğal olarak aslında ölümü fark eden ölenin kendisi değil, çevresi oluveriyor.

Bu ve birçok başka sebepten dolayı ben bir başkası için “herkes sever ben ölürüm” dediğimde eşim, annem, çocuklarımın bana “Hoop n’oluyor?” demeleri ve bana sinirlenmeleri, hak ihlali yaptığımı, suç işlediğimi söylemeleri beklenir. Çünkü insanlar birbirlerinin bedenleri üzerinde de söz sahibi. Tam bağımsızlık martavalı nesli tükenmek üzere bir retorik. Devletler, insanlar, bu hayatta pek bir şey “tam bağımsız” değil.

Ben materyalistim. Maddesel karşılığı olmayan şeylere inanmıyorum. Ama öldüğümde annem hayattaysa gönlüne göre dini tören yaptırır. Sevdiklerimin cenazem üzerinde benden daha çok söz sahibi olması gerekir.

….

Şunu da muhakkak eklemeliyim. Pankartı yapanların kötü insanlar olduklarını düşünmüyorum. Niyetlerinin kötü bir şey yapmak olmadığı da açık. Oturmuşlar, Kocadon için iyi bir destek mesajı vermek istemişler. “Yanındayız” filan yetmemiş, el büyütmüşler. Çok da derin düşünmemişler. Haklarıdır. Ama bunun medeniyetiyle hava atan, neredeyse tamamı sekülerlerden oluşan bir ilçede bu kadar fazla yayılabilmesi ve o pankarta muhatabı dahil kimsenin engel olmayışı çok acayip.

...

Pankart bir yanıyla naif, bir başka yanıyla arabesk, her yanıyla yeni Türkiye. Eski Türkiye totaliterdi, tarihi devlet terörü, erkek ve iş cinayetleriyle doluydu, tamam. Ama eski Türkiye’de bir yandan da emekti, sevmekti, okuyup büyük insan olmaktı, fakir yüceltmekti filan gibi şeyler vardı. Yeni Türkiye’de ölürümler, ait olduğun kamp üzerinden prim yapmalar, eğitim aşağılamalar, zengin aşkı ve Halk TV’ye başka AHaber’e başka konuşmak var. Şimdilik en azından.

...

Benim karşıma birisi benim için “herkes sever ben ölürüm” diye pankart assa bu hayattaki bütün ilişkilerimi gözden geçiririm. Muhakkak bir hata yapmış olmalıyım. Öyle ilişki mi olur?

...

Yaşadığımız için zaten öleceğiz. Onu anlamlı kılmaya çalışalım. Uğruna ölünecek durumlar için de çıtayı epey yüksek tutalım.

Ölümü ciddiye alalım.


Metin Solmaz Kimdir?

1969′da doğdu, Ankara’da büyüdü. İstanbul, Fethiye, Lapta, Lefkoşa ve Bodrum’da yaşadı. 1990 yılından bu yana yazılı basında ve muhtelif internet sitelerine yazıyor. siberalem.com, idefix.com, Overteam ltd ve Ağaçkakan Yayınları kurucularındandır. Kitapları: Kenardaki Milyonerler (1992, Korsan), Rock Sözlüğü (1994, Pan) Türkiye’de Pop Müzik (1996, Pan), Türkiye’ye Ait 100 Büyük Yanılgı (2015, Ağaçkakan), Erken Adam Hikayeleri (2016, Pan), 100 Ne Olacak Bu Memleketin Hali (Hazırlayan, 2016, Ağaçkakan) Facebook: MetSolmaz | Twitter: @metinsolmaz