YAZARLAR

Mahcubiyet çağının külliye(n) kapanışı

Mahcubiyet çağının külliye(n) kapanışı 30 Ağustos’a denk geldi. Allah için ben bu kapanış esnasında peştamalı püsküllü çeşnicibaşı felan görmek isterdim etrafta, fakat göremedim. Pataşur içinde Çerkez tavuğu, tartalet içinde Hatay usulü humus vardı. Bir Kavuklu ile Pişekar olmadığı gibi, Fransız olduğumuz onca içeceği damıtan Bouvard ile Pécuchet gibi Bilirbilmezler de yoktu ortalıkta. Ay zaten niye olsunlardı?

İsterse dünyanın öbür ucunda olsun, saraylarda yaşanan olaylar ilgimi çekiyor benim, söylemiştim. Çok malzeme var içlerinde. Tıka basa kültürel ve ağız dolusu komik bir malzeme. Tabii olay dediğin sarayına göre değişiyor, her sarayın olayı ayrı. Size birkaç gün gecikmeyle de olsa Beştepe sarayındaki Zafer Bayramı resepsiyonundan söz etmek istiyorum. Hayır hayır, davetli değildim tabii ki. Ayrıca davetli olsaydım ne olacaktı, vakti zamanında Japon imparatoruyla tanışmaya gitmemişim. Beştepe’ye mi gideceğim? Gitmem ben öyle. Japon imparatoru da nereden çıktı diyorsanız, az sonra...

Bizim Beştepe sarayı, saraylar çağının kapanmasından asırlar sonra yerden biter gibi peyda olduğundan, bir “mahcubiyet çağı” da yaşanmadı değil. Orada ne döndüğü, sofralarda ne yendiği arada bir küçük küçük medyaya sızdı ama mutfak sırları söz konusu olunca, kilosu 4 bin liradan beyaz çay içildiği ve bu masrafı telafi edebilmek için de elma kabuğundan sirke, bayat ekmekten köfte yapıldığı bilgisinden fazlasına erişilemedi. Neyse efenim, söz konusu resepsiyonun davetlilerinden Vahap Munyar, liçi meyvesi eşliğinde servis edilen efuliyi ve daha birçok değişik şeyi köşesinde sayıp dökmekte bir beis görmeyince, biz de saray mutfağı hakkında bir şeyler öğrenebildik.

.

Mahcubiyet çağının külliye(n) kapanışı 30 Ağustos’a denk geldi. Allah için ben bu kapanış esnasında peştamalı püsküllü çeşnicibaşı felan görmek isterdim etrafta, fakat göremedim. Pataşur içinde Çerkez tavuğu, tartalet içinde Hatay usulü humus vardı. Bir Kavuklu ile Pişekar olmadığı gibi, Fransız olduğumuz onca içeceği damıtan Bouvard ile Pécuchet gibi Bilirbilmezler de yoktu ortalıkta. Ay zaten niye olsunlardı? Tamamen serbest bir çağrışım benimkisi. Pataşur ile tartalet denince aklıma gıda malzemesi değil de, komedi ikilisi geliyor nedense...

Fakat bu pataşur denen yiyecek neydi, tartalet ne yana düşerdi anacığım ya? Google’dan filan araştırdım tabii. Allah canını almasın Vahap Munyar gibi senin, pataşur dediğin kabartılmış hamurmuş. Doğrusu pataşur da değilmiş ayrıca, pataşu imiş. Fransız tatlılarının alt yapısını oluşturan “pate a chou”dan geliyormuş. Şuradan okuyun, Zeynep Ağaoğulları Fransız tatlılarının tarihi eşliğinde güzel güzel anlatmış. Tartalet de işte davetlerde filan servis edilen tatlıların dondurma külahı gibi olan taban malzemesiymiş galiba. Beştepe’de bunun içine krema veya çilek yerine Hatay usulü humus oturtmayı tercih etmişler. Bunların adlarını ilk kez Vahap Munyar’ın yazısında gördüm. İtiraf edeyim ki Vahap Munyar diye bir Hürriyet genel yayın yönetmeninin varlığını da o yazıyla öğrendim. Medyamızı havuz bastığından beri, medyada kim kimdir meselesinin yakasını bıraktım. Kimse kim, kim değilse değil... Allah sahibine bağışlasın.

Ne diyordum? Mahcubiyetten habire muhtar ağırlamaklar, saray değilmiş de milletin eviymiş, baş muhtarlıkmış felan gibi yapmaklar, duşakabinoğullarıyla karşılamaklar nereye kadar? Neymiş, Norbert Elias neredeyse seksen yıl önce, görkemli saraylar devrinin çoktan bittiğini söylemiş. Öyle, bir ucundan giren şahsın öteki ucuna varmadan ihtiyarladığı, Louvre ya da Hermitage gibi sarayların iptidai bir güç ve iktidar anlayışının sonucu olduğunu ve o sarayların çoktan müzeye dönüştürüldüğünü ima etmiş-miş. Kim takar? Bize her yer müze. Herkeşler Uygarlık Süreci okuyucak diye bir şartımız yok ayrıca. Zaten Elias’ın Batı’nın uygarlaşmayla olan serüvenini anlattığı bu kitap oralarda bile ilk baskısından kırk sene sonra keşfedilmiş. Neyse şimdi bu ciddi konuları bırakarak, sarayıma çekileyim ben. Çekilmek demişken, yerli saray dizilerimizde, yapmakta olduğu işi tamamlayan hizmetliye, “Çekilebilirsin” deniyor. Gidebilirsin değil, çekilebilirsin. Bunu sık sık söylemeyi çok seviyorlar. İş yerlerinizdeki İbişler ellerini ahenkle içten dışa, size doğru savurarak, “Çekilebilirsin” derse hiç şaşırmayın. Onlar da bu dizileri izleye izleye adab-ı şirret öğrendiler.

Benim bu saray hayatına, imparatorluk olaylarına felan ilgimin kökenine gelince, sanırım bunda rahmetli Diana ile, Allah uzun ömürler versin Japon veliaht prensinin eşi Prenses Masako’nun büyük etkisi var. Diana’nın “yüzyılın düğün töreni” olarak anılan düğünü, siyah beyaz televizyonun evlerimize getirdiği en görkemli olaydı. Ergen bir izleyici olarak bu masalsı görkemden etkilenmişim demek ki, Biritiş saray olaylarına o gün bugündür bir ilgim var. Masako’ya gelince, o da ayrı bir hikaye. Masako ile Naruhito 1993 yılında evlendiklerinde ben burslu bir öğrenci olarak Japonya’da bulunuyordum. İnternet henüz sıradan insanların bildiği ya da eriştiği bir şey değildi. Japon takımadalarının en güneyindeki ada olan Okinawa’da, dünyadan haber almanın yolu, Japonya’nın amiral gemisi The Daily Yomiuri gazetesini okumaktan geçiyordu. Daily Yomiuri de o tarihte Naruhito ile Masako’nun haberlerinden yıkım yıkım yıkılıyordu.

.

Junior bir diplomat olarak Japon Dışişlerinde görev yapan kendi halindeki Masako, evinin önünde yüzlerce Japon fotoğrafçının (hem Japon hem fotoğrafçı, düşünün artık) pusuya yattığı bir genç kadın olarak bir anda Japonya gündemine oturuvermişti. Japon televizyonları Masako’nun her adımını takip ediyordu. Masakocuk veliaht prensle evlenecek gelinin seçileceği davete, listenin en alt sıralarından dahil olduğunda, muhtemelen ne davetin gerçek mahiyetini ne de külkedisi gibi pabucunu prense kaptıracağını biliyordu. Yüzlerce, belki de binlerce adayın titizlikle belirlendiği ve aralarından ancak en uygun görülenlerin çağrıldığı o davete gitmiş ve sonra da veliaht prensten evlilik teklifi almıştı.

Masako, aklı başındaki her genç ve eğitimli kadın gibi, bu teklifi çok kibarca reddetmişti. “Çok ama çok onore oldum, fakat ben bir diplomatım, bunun için çok çabaladım ve mesleğimi yapmak istiyorum” gibi şeyler söylemişti. Yazılıp çizilenlere göre, veliaht prens vazgeçmemiş ve en sonunda imparatoriçe anacığı da olaya el koymuştu. İmparatoriçe Masako’yu bir köşeye çekerek, “Bak kızım veliaht prenseslikten daha ala diplomatlık mı olur? Gel mesleğini imparatorluk sarayında icra et, ben de öyle yapıyorum” gibilerden bir şeyler demişti. Nihayet Masako da veliaht prensin evlilik teklifini üçüncü kez yapıldığında kabul etmişti. O noktada işte, bütün Japonya ile birlikte günbegün kostüm kostüm, kimono kimono izlediğimiz bir evlilik süreci başlamıştı.

.

Veliaht prensin evliliğinin bir iki ay öncesinde, 23 Nisan 1993’te, Japon imparatoru ve imparatoriçe Okinawa adasına önemli bir ziyaret yapmıştı. Cennet ada Okinawa’nın varlığıyla övündüğü iki şeyden biri dünyanın birçok ülkesinden öğrenciyle birlikte eğitim gördüğümüz uluslararası eğitim merkeziydi. Diğeri ise Okinawa Memorial Park’tı... Dolayısıyla, imparator Okinawa’ya geldiğinde, eğitim merkezimizden, farklı ülkelerin yurttaşı 10 kadar öğrencinin de imparatora takdim edilmek üzere bir tören miydi, resepsiyon muydu neydi oraya götürülmesine karar verilmişti.

Yüzlerce öğrencinin bulunduğu eğitim merkezinde o sırada Türkiye’den iki kişiydik, ben ve Nuray adlı bir arkadaş. Kıdemli öğrenci olarak bu törene katılmam önce bana teklif edildi. Kaç türlü seremoniden geçerek imparatora takdim aşamasına geleceğimizi anlayacak kadar bir Japonya tecrübem olduğundan, o günkü derslerimi kaçırmak istemediğimi ve beni mazur görmelerini söyledim. Nihayetinde saraydan gelen kişi genç ve yakışıklı bir prens de değildi. Öyle olsaydı, Japon anime/manga karakterlerinki gibi büyük olan gözlerimle prensin ilgisini çekerdim belki. Neden olmasındı? Zira genç ve incecik bir yüzde gerçekte olduğundan daha büyük görünen gözlerim, dünyadan görece izole Okinawa Adası’nda bayağı sükse yapıyordu. Orada burada karşılaştığım bazı tontiş Okinawa köylüleri, “Hiii Erizabeth Teeyrııır” diyerek, birlikte fotoğraf filan çektirmek istiyordu. Ay neyse işte, hepi topu yaşlıca bir imparator, hanımıylan beraber geliyordu... Bütün bu motivasyon düşürücü faktörleri hızla gözden geçirmiş ve gitmek istemediğimi söylemiştim. Tabii sene 1993 ve aklım kuş gibi havada...

Okinawa’ya ilk kez bir imparatorun geleceğini ve çok tarihi bir ziyarete tanıklık edeceğimi bilmiyordum. Gitmedim. Nuray gitti. İmparator ve imparatoriçe, Nuray kendilerine tanıştırıldığında, beş altı gün önce aniden vefat eden Cumhurbaşkanı Turgut Özal için derin üzüntülerini ifade etmekle kalmamış, o günün 23 Nisan olmasının Türkiye için önemini bildiklerini belli etmiş ve onun için de ayrıca kutlamışlardı. “Bir imparatorla kaç kez tanışma şansın olur, manga kafa Sevilay” diye diye, sonraki yıllarda epeyce hayıflandım tabii. Ama geçmişe mazi, yenmişe kuzu diyorlardı...

Kuzu demişken Beştepe sarayında o gün kuzu çöp şiş hariç kırmızı et yenmemiş galiba. Sakın ola ki bu noktayı ihmal etmeyin bak... Büyükbaş şarbonlu etler de, ekonomik kriz gibi halkımızın teveccühüne tahsis edilmiş. O kaar da centilmenler. Mahcup filan değiller hiç, niye olsunlar? Mahcubiyet dediğin olsa olsa Tanıl Bora sözlüğünde müstakbel bir kelimedir o kaar...

Şimdi nereye mi bağlayacağım bunları? Valla ben de hiç bilmiyorum sevgili okuyucu. Resepsiyon bahanesiyle saray magazini sunayım size, dolar iniş çıkışlarıyla dolandırılan kafalar az biraz dağılsın dedim ama bizim saraydan magazin çıkmadı, çıkmıyor işte. O yüzden gençlik yıllarıma, tee Okinawa’lara gittim. Ne yapacaksın? Sarayda önemli bir resepsiyon verilsin ve saraydan dışarıya zıplayan tek şey de bu pataşu ile tartalet parçaları olsun...

Saray yapmak kolay ama içini hikayelerle doldurmak o kadar da kolay değil işte. Millet domatesi, biberi sayıyla alırken, göstere göstere zencefilli, somonlu suşi yemekle saray efradı olunmuyor. “Millet evinden ikramlar” pek öyle sempatik görünmüyor. Başlarken bunları yazmaya niyet etmiştim esasen...


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.