YAZARLAR

Bir başka açıdan İran-ABD gerilimi: Aslında iyi anlaşırlardı

Aklıselim olma adına yaptırımlara karşı çıkanlar, iki tarafın da şahinlerine geçmişin iyi tarafına tutunmayı salık veriyor. Yıllardır takip ettiğim ve Amerikan tedrisatından geçmiş İranlılar da yaptırımların 80 milyonluk İran halkını cezalandırmaktan ve radikalleri güçlendirmekten başka bir şeye yaramayacağını vurguluyor. 

İranlılar 40 yıldır cuma namazları dahil her toplumsal olayda “Kahrolsun Amerika” demekten, Amerikalılar da rejim değiştirme oyunlarından vazgeçmedi. Soğukkanlı duranlar ise ilişkilerin üzerinde nasır tutmuş düşmanlık kabuğunu delip altındaki ‘tatlı geçmişi’ hatırlatarak yeni bir başlangıcın mümkün olduğunu düşünüyor.

Ne var ki ABD Başkanı Donald Trump nefret damarından gidenlerin önünü öylesine açtı ki bunun dünyayı nereye götüreceğini kestirmek imkânsız hale geldi.

2015’de imzalanan nükleer anlaşmadan çekilip cezalandırma siyasetine dönen Trump otomobil sektörü ile altın ve değerli maden ticaretini hedef alan ilk aşama yaptırımları 6 Ağustos itibariyle yürürlüğe soktu. Kasımdan itibaren petrol, doğalgaz ve bankacılık alanlarında işbirliğini yasaklayan ikinci aşamaya geçilecek. Hedefin Türkçe çevirisi şu: Ekonomik krizi derinleştirip İran’ı Suriye ve Irak’tan çekilmeye, Lübnan’da Hizbullah’ın ipini çekmeye, Filistinli örgütlere desteği kesmeye, İsrail’e düşmanca siyaseti terk etmeye, 2003 Irak işgali ve Suriye’deki savaştan beri artan bölgesel nüfuzunu kesmeye, nükleer ve balistik füze programlarını terk etmeye mecbur etmek. Olmazsa rejimi yıkmaya dönük ortamı kızıştırmak. Yani ekonomik baskıyla halkı isyana teşvik etmek. Bu minvalde Amerikan medyasında köpük saçan yorumculardan geçilmiyor. İddia hayli büyük. Trump kendinden o kadar emin ki, “İran dağılıyor. Bütün ülkede daha önce olmadığı kadar büyük gösteriler var. Bütün bunlar ben anlaşmayı sonlandırdıktan sonra yaşanıyor” diye böbürlenmiş. Halbuki durum öncekilerden farklı olsa da İran 2009’den beri altıncı gösteri dalgasına sahne oluyor.

***

İran-Amerikan gerilimi küresel gündemin merkezine oturmuşken, “Aslında biz birbirimizi severdik” diyen bir hatırlatma, The Conversation’da “Unutulan Dostluk” başlığıyla Daniel Thomas Potts’dan geldi. 19. yüzyılda Amerikalı misyonerlerin eğitim, sağlık ve finans alanlarındaki katkılarını, dostluğun başlangıç noktası sayanların nazarında, İran’ın asıl iki büyük düşmanı Ruslar ve İngilizlerdir. İkisi ‘Şeytan-e Bozorg’ yani ‘Büyük Şeytan’dır. Potts da bu bakış açısının dayandığı bazı bilgiler aktarıyor.

Tarihte geniş coğrafyalara hükmetmiş Persler topraklarının önemli bir kısmını 1804-1813 ve 1826-1828 savaşlarıyla Çarlık Rusya’sına kaptırıyor. 1856-1857 savaşıyla bu kez İngilizler musallat oluyor. Ekonomik sömürü düzeni kuruluyor. Tütünden telgraf hatlarına kadar her şey İngilizlerin tekeline geçiyor. Nihayetinde petrol imtiyazı İngiliz-Pers (İran) Petrol Şirketi’ne bırakılıyor. İngilizler ve Ruslar 1907’de İran’ı paylaşan anlaşmaya imza atıyor.

İran’ın İngiliz ve Rusların imparatorluk hevesleriyle cendereye alındığı dönemde Amerikalı presbiteryenler insani bir yüzle geliyor. Onların okul ve hastane hizmetleriyle kazandıkları güven Amerikalı teknokratlara da kapıları açıyor.

Protestan misyonerlerin İran’a çiviyi çaktığı yıl 1834. Amerikalıların Pers devletiyle diplomatik ilişki tesis ettiği 1883’e gelinceye kadar 50 yıllık bir ‘hükümet dışı’ ilişkiler tarihi yazılıyor. İran’ın ilk tıp okulunu 1879’da Urumiye’de kuran Amerikalı doktor Joseph Plumb Cochran öldüğünde cenazesine 10 bin kişi katılıyor. 1895’e gelindiğinde Urumiye civarındaki misyoner okullarının sayısı 117’yi buluyor. Daha sonra presbiteryenler faaliyetlerini Tahran’dan Meşhed’e kadar tüm kuzey İran’a yayıyor. Misyonun Tahran’daki hastanesi John G. Wishard öncülüğünde 1893’de açılıyor. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından yeni okullarla eğitim ağı genişletiliyor.

İlişkiler bununla sınırlı kalmıyor. İranlılar geçen yüzyılın başında ekonomik darboğaz karşısında çareyi Amerikalı uzmanlarda görüyor.

1911’de parlamentonun davetiyle William Morgan Shuster ‘genel hazinedar’ sıfatıyla Pers maliyesine el atıyor. Dört kişilik ekiple gelen Shuster, İngiliz ve Rusların çevirdiği dümenler yüzünden başarısız oluyor. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Rıza Şah’ın davetiyle Pers maliyesi 1922’de yine ABD’den Arthur C. Millspaugh’a emanet ediliyor. İran basını Millspaugh’u “Ölüm döşeğindeki hastayı kurtaracak son doktor” olarak niteliyor. Şah da o vakit ‘Amerikan Mali Misyonu’nu “Pers’in son umudu” olarak görüyor. Ruslar ve İngilizler İranlıların gözünde şeytanileşirken Amerikalılar ‘kurtarıcı’ postuna yerleşiyor. Amerikan konsolosu Robert Imbrie’nin 1924’te Bahai olduğu gerekçesiyle fanatik İslamcılar tarafından öldürülmesiyle olumlu imaj sarsılıyor. Şah bunun bedelini tüm muhaliflere ödetiyor. Amerikalılarla ilgili “İYİ ADAM” şablonu CIA’in İngilizlerle birlikte Başbakan Muhammed Musaddık’a yapılan darbeyi organize etmesiyle yıkılıyor. Bu darbenin nedeni Musaddık’ın İngiliz-İran Petrol Şirketi’ni millileştirmesiydi.

***

Musaddık’ın devrilmesi İranlılar arasında Amerikan karşıtlığını beslese de 1979’daki İslam Devrimi’ne kadar ilişkiler dostluk minvalinde devam etti. Tahran’daki Amerikan Büyükelçiliği Ortadoğu’daki en büyük casusluk şebekesine dönüşmüştü. İran’dan boşalan rol, Camp David Anlaşması’yla İsrail’i tanıyan Mısır’a verildi. Tahran Büyükelçiliği’nde 444 gün süren rehine krizi, Saddam Hüseyin’in ABD ve Körfez’den destek gördüğü 8 yıllık İran-Irak Savaşı, Amerikan ve İran donanmalarının Hürmüz’deki takışmaları, 1988’de ABD’nin iki füzeyle İran uçağını 290 yolcusuyla birlikte düşürmesi, İran içinden silahlı isyan denemeleri ve dayatılan yaptırımlar bu düşmanlığı daha da ileri noktalara taşıdı. Buna karşılık İran da bölgede nüfuzunu artırarak ve asimetrik savaş kapasitesini geliştirerek ABD’nin hesaplarını bozacak noktaya ulaştı.

Bu düşmanlığa rağmen aşk-nefret ilişkisi korundu. Mesela ABD’de okumak İranlı öğrencilerin rüyası olmaya devam etti. 1970’lerde dışarıda okumuş öğrencilerin üçte biri Amerikan üniversitelerinden mezundu. 1979 itibariyle ABD diploması sahibi İranlı öğrencilerin sayısı 51 bin 310’a ulaşmıştı. Birinci sıradaki İranlılar Amerika’daki yabancı öğrencilerin yüzde 17’sine denk geliyordu. Bugün bu rakam çok düşse de ABD’deki İranlı öğrencilerin sayısı hâlâ 12 binin üzerinde.

***

Aklıselim olma adına yaptırımlara karşı çıkanlar, iki tarafın da şahinlerine geçmişin iyi tarafına tutunmayı salık veriyor. Yıllardır takip ettiğim ve Amerikan tedrisatından geçmiş İranlılar da yaptırımların 80 milyonluk İran halkını cezalandırmaktan ve radikalleri güçlendirmekten başka bir şeye yaramayacağını vurguluyor.

Olası yakınlaşmayı dinamitleyen en temel unsur İsrail ve İsrail’le ilintili konularda iki tarafın taban tabana zıt pozisyonları.

İsrailliler yıllardır İran’a müdahale için Amerikan yönetimini güdülemenin yanı sıra Tahran karşıtı bir Arap cephesi oluşturmanın hesaplarını yapıyordu. Tahran’ın kuşku çeken nükleer programı özellikle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi Körfez ülkelerinin sepete girmesini kolaylaştırdı. Çok geçmeden Körfez’in emirleri Washington’a “Yılanın başı küçükken ezilmeli” telkininde bulunacak kadar İsrail’in istediği kıvama geldiler. Bu ülkeler İran’la nükleer anlaşmaya imza attığı için de Obama yönetimine bozuk çaldılar. İsrail, Trump yönetimiyle ABD’den aradığı sertliği bulmuş oldu.

Trump, Kuzey Kore lideri Kim Jong-un ile yaptığı gibi Hasan Ruhani ile masaya oturup “bastır-al” taktiğiyle bir yere varabileceğini sanıyor. Gel gör ki İran Kuzey Kore, Ruhani de bir Kim değil. İranlılar pazarlıktan kaçan değil çok sıkı pazarlık yapan bir millet. Umman aracılığıyla Amerikalılarla dolaylı pazarlıklar sürüyor. Ancak bir netice beklenmiyor. Yaptırımlar en sert haliyle dayatılırken Trump’ın Ruhani’yle görüşme talebinin karşılık bulması da zor.

***

Tahran’dan tanıdığım ve siyasetin nabzını iyi tutan iki kişiye öngörülerini sordum. Mevcut durum ve muhtemel senaryolara dair görüşleri şöyle:

- Ruhani 2015’teki anlaşmaya çok büyük önem atfetti ve halka umut verdi. Son iki yılda yabancı yatırımlar artarken petrol üretimi günlük 2.7 milyon varile çıktı. Ekonomide yüzde 5’lik bir büyüme yakalandı. Fakat nükleer anlaşmaya sadık kalan AB’nin taahhütlerine rağmen Batılı firmalar çekiliyor. İranlılar bu boşluğu Rusya, Çin ve Hindistan gibi ülkelerle doldurmayı ümit ediyor. Bu ülkeler ABD’ye boğun eğmezse İran da boğazı geçebilir.

- Petrol satışları düşerse ekonomi üzerindeki baskı ciddi boyutlara ulaşır. Fiyat artışları devam eder. Bu yüzden hükümet savaş ekonomisine hazırlanıyor. Öncelikle temel gıda ürünlerine ağırlık verilecek. İran’ın tarım sektörü teknoloji yoksunluğu ve su problemine rağmen kendi karnını doyuracak durumda. Sistemin en önemli dayanaklarından biri bu. İkincisi 40 yıldır abluka ve ambargolar yüzünden kendi göbeğini kesmenin yollarına bakan İran’ın bilimsel ve teknolojik üretim kapasitesi fena değil.

- İç üretim artırılacak. Zaruri olmayan ürünlerin ithalatı kısıtlanacak.

- Rejimin yıkılması uzak bir senaryo. Gösterilere yön verecek bir önderlik yok. Muhalefet çok parçalı.

- Halk yönetimin kendilerine karşı yalan söylediğini ve dürüst davranmadığını düşünüyor. Ekonomik verilerle ilgili şeffaflık ve bazı önlemler kızgınlığı azaltabilir.

- Halkın öfkesini yatıştırmak için Ruhani meclise hesap vermeye çağrıldı. Gensoru da gündeme gelebilir ama Ruhani ile yola devam edilmesi bekleniyor.

- Sistem içi güç dengelerinde de kaymalar oluyor. Ruhani tavizler vererek Devrim Muhafızları dahil sistemin temel dinamiklerine yanaşmak durumunda kaldı. Bu da reformcuları karşısına almasına neden oldu. Ruhani’yi iktidara taşıyan reformcuların öfkesi muhafazakârlardan daha fazla. Baskılar artarsa bu iki cephe mecburen ortak hareket edecek.

- Sistem gösterilerin yaygınlaşmaması için ‘düşmana karşı mücadele’ söylemiyle halkı yanında tutmaya çalışacak. Bu yöntem geçmişte başarılı oldu. Gösterilerin kontrolden çıkması ihtimaline karşı güç kullanmaktan kaçınmayacak. Bunu yapacak kapasiteye fazlasıyla sahip.

***

Bu iki kaynağın aktarımlarından çıkan sonuç: Ekonomik durum alarm verdirtse de karalar bağlamayı gerektirmiyor. İranlıların davranışlarında milliyetçi karakter baskın. Bu refleks sistemin krizi yönetme ve duruma hakim olma başarısını ödüllendirebilir. Tabii sistem çok zorlu bir dönemece girilirken manevra becerisini gösterebilirse. Sistemin şansını yitirdiğini düşünenler de var. En azından bu kez dip dalganın daha güçlü ve farklı olduğunu söyleyen çok.


Fehim Taştekin Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1994’te başladı. Yeni Şafak, Son Çağrı, Yeni Ufuk, Tercüman, Radikal ve Hürriyet gazetelerinde çalıştı. Muhabirlik, editörlük ve dış haberler müdürlüğü yaptı. Ajans Kafkas’ın kurucu yayın yönetmeni olarak Kafkasya üzerine çalışmalar yürüttü. Kapatılıncaya kadar İMC TV’de “Doğu Divanı”, “Dünya Hali” ve “Sınırsız” adlı programların yanı sıra MedyascopeTV ve +GerçekTV’de dış politika programları yaptı. BBC Türkçe’nin analiz yazarları arasında yer alıyor. Al Monitor ve Gazete Duvar’da köşe yazılarına devam ediyor. Kafkasya ve Orta Doğu üzerine saha çalışmaları yürüttü. “Suriye: Yıkıl Git, Diren Kal”, “Rojava: Kürtlerin Zamanı” ve “Karanlık Çöktüğünde” adlı kitaplara imza attı.