YAZARLAR

Devşirilen Din: Milli Görüşten Ulusalcı İslama Evriliş

Eski tarikat ve cemaatler Kur’an’a ve sünnete yaslanarak İslam ahlakını “hal ilmiyle” yaşayıp yaşatmanın derdindeki tarihi tasavvuf ehli bile pek azı müstesna, kendi döneminin siyasi çalkantılarından uzak kalamamıştı. Günümüz tarikat ve cemaatleri ise uzunca zamandır ülkemizde İslam’ın kapitalistleşmesine hizmet ediyor.

Hacı Bayram Veli ve Mevlana hakkında hoş bir hikaye anlatılır halk arasında. Hacı Bayram’ın kendisine mürit olmak isteyenlere bir şart ileri sürdüğü söylenir hikayede. Bedel ödemesini istermiş gelenin. Sahip olduğu şeylerden vaz geçemeyenin geldiği yerden ahlaki değerler alamayacağına inandığından. Almadan vermek sadece Allah’a mahsus olduğundan… Bir vakit bir genç hazrete talebe olmak için yanar tutuşur olmuş. Ama verecek hiçbir şeyi yok. Yine de katılmak istermiş müritler arasına. Derken dergaha gidip halini arz etmeye karar vermiş. Halis niyeti, yol üstünde başında çobanı olmayan sahipsiz bir koyun görünce bozuluvermiş. Herkesin bedel ödediği yere eli boş gitmenin nefsine verdiği ağırlığa dayanamayıp yanına almış ve hazrete sunmuş o koyunu. Hacı Bayram işin aslını sorduğunda ise açık yüreklilikle anlatır eylemini ve niyetini. Bunun üzerine “ben seni kabul edemem ama ille de tarik üzre yürümek istiyorsan Konya’da Rumî’nin yanına var” demiş, hazret. Genç uyar bu tavsiyeye ve Mevlana’nın karşısına çıktığında bütün olanı biteni anlatır. Gülümser Mevlana ve “o bir pırlantadır üzerinde hiçbir leke kabul etmez” der ve alır yanına genci. Gel zaman git zaman gencin yolu tekrar Ankara’ya düştüğünde yine pirin yanına varır. Yaşananların hikmetini kendinde bulduğundan biraz da böbürlenerek anlatır Rumî’nin kabulünü. Hacı Bayram başını sallayarak tebessümle “o, bir deryadır, içine her atılanı temizler” der.

Başta söylediğim gibi bu bir hikaye. Tarihi gerçekliğin izini sürmenin, zaman mekan ve lafız uyumunu gözlemenin gereği yok. Sadece halkın, bu iki tarihi şahsiyete yüklediği anlamı görmeliyiz. Halk, zihninde yarıştırmamış bu iki tasavvuf büyüğünü. Her birine kendi kıymetini vermeye yönelirken onların da diğerini ötekileştirmediğini idrak etmiş, hikayeden anladığım kadarıyla. Bir de mezhepler arası ilişkiyi gösteren tarihi anekdot gelir aklıma tarikat, cemaat ve mezhep tartışmaları yapılırken.

Şafiî mezhebinin önderi İmam Şafii, Bağdat’a gittiği zaman, çok önceden ölmüş olan, İmam-ı Azamı ziyaret maksadıyla onun camiinde sabah namazı kılmaya niyetlenir. Cemaat de böylesi değerli bir alimin imametinde kılmak ister namazı. İmam Şafii imamlık yaparak kıldırır. Ancak namazdan sonra cemaatin aklına takılan soruyu cevaplamak zorunda kalır. Zira bilindiği gibi Şafiî mezhebine göre sabah namazı farzının ikinci rekâtında rükûdan sonra kunut duası okunmaktadır. Fakat İmam Şafii, İmam-ı Azam camiinde kıldırdığı bu sabah namazında kunut duasını okumamıştır. Cemaat kendi öğretisi hilafına hareket edişinin sebebini öğrenmek ister. Saltanat merkezi Bağdat’ta din-devlet ilişkilerinin her zaman yoğun ve çatışmalı olduğu malum. Saltanatın yorumuyla dinin anlaşılmasına dönük siyasi ve fikri tartışmaların eksik olmadığı, herkesin kendi doğrusunu hakikat olarak dayattığı yer, Bağdat. Saltanat dininin merkezinde kendi öğretisini sürdürürken bir başka öğretiye uyması hayret verici bulunmuştur. Katı mezhepçiliğin yersiz oluşuna en güzel cevabı verir İmam Şafii. Hanefî mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife’yi ve öğretisini kast ederek “burada hazreti imamın misafiriyken, onun tavsiye ettiği usulde kılmak nezaket olduğundan kunut duasını okumadım” der. Mezhepler arası rekabet ve çatışma olamayacağını gösteren nefis bir örnek. Öğretileri/yorumları yani mezhepleri din zannedenlere verilen bu cevap, yazık ki unutulmuştur günümüzde.

Kur’anî yaklaşımla “onlar öyle bir nesildi, geldi, geçti” diyebiliriz. Kendi zamanımızda kendi üstümüze düşenleri yapmaya yönelmek için onlarda ilham alsak da taklit edemeyiz. Yazık ki günümüz tarikat ve cemaatleri, feyz ya da ilham almak şöyle dursun geçmiş tasavvuf ilkelerinden tümüyle uzaklaşmış haldeler. Bağlılarını, eski büyüklerin hikayelerini taklide zorlarken riyakarca ticari, siyasi ama kesinlikle fikri olmayan rekabet içindeler. Kur’an’a ve sünnete yaslanarak İslam ahlakını “hal ilmiyle” yaşayıp yaşatmanın derdindeki tarihi tasavvuf ehli bile pek azı müstesna, kendi döneminin siyasi çalkantılarından uzak kalamamıştı. Günümüz tarikat ve cemaatleri ise uzunca zamandır ülkemizde İslam’ın kapitalistleşmesine hizmet ediyor. Holdingleşen cemaat ve tarikatların rekabette kullandığı araç, din yorumları. Sadece dini değil ticareti de ahlak kurallarından soyutladıkları rekabetin aracı, birbirlerinden farklılaşan tasavvufi yorumlar. Daha anlaşılır bir şekilde belki şöyle söyleyebilirim: Din, ticari ve siyasi rekabette diğerinin önüne geçmek için kullanılan bir ötekileştirme aracına dönüştürüldü.

Siyasi iktidarı, rant dağıtma aracı olarak kullanıp, devlet eliyle sermayedar sınıfı (burjuva) yaratarak kalkınma modelini seçen bir ülkeyiz. İttihat-Terakki'den bu yana değişmeyen kalkınma modelinin burjuva sınıfını çeşitlendirerek çoğaltma yöntemi uyarınca zamana ve şartlara göre değişen farklı kesimlere rant aktarıldı. Başlangıçta saray çevresinden gelen zenginlere ve yerleşik İstanbullu gayr-i Müslimlere yol verilmişti. İstanbul burjuvazisine 6-7 eylül operasyonuyla renk değiştirtildiği gibi zaman içinde Anadolu eşrafı, desteklenmeye başlandı. Anadolu Kaplanları böyle doğuruldu. Sonra yeşil sermaye yaratılırken dernek ve vakıflar aracılığıyla toplumsallaşmış tarikat ve cemaatlerin, şirketler kurmasıyla ticari faaliyetleri çıktı karşımıza. Şimdi, kimi dindar insanlar tarafından kurulup, holdingleşmiş bu yapılara, dini kurum gözüyle bakmanın imkanı yok. İslam ahlakını gündelik hayata taşımanın aracı olarak görebileceğimiz tasavvufun yakınından geçtiklerini bile düşünemeyiz.

Diğer yandan devlet eliyle burjuva yaratan ekonomik kalkınma modelinin topluma yansıma biçimini de gözden kaçırmamak gerekir. Çoğunlukla sosyal mühendislik çalışması olarak nitelenen bu toplumsal dönüşüm, yeni orta sınıflaşan kesimlerin devlet aklıyla uyum içinde varlığını sürdürüp, gelişmesiyle izah edilebilir. Sosyal dokuda devlet ideolojisine muhalif kesimlerin aşındırılıp, törpülenip, marjinalize edilmesine hizmet etti yıllardır bu ekonomik model. Toplumsal muhalefeti ekonomiye kazandırma yoluyla siyasal sisteme entegrasyonunu sağlayan devlet aklı bugün de aynı şekilde iş başında. Tarikat ve cemaatlere yönelik mevcut tartışmlara bir de bu açıdan bakmak yararlı olabilir. Devlet İslami kesimlerden “orta sınıflaştırarak dönüştürebildikleriyle” yoluna devam etmek niyetinde. Parçalanarak küçük lokmalara ayrılanlardan dönüşmeyenler, marjinal gruplar olarak kriminalize edilebilecek kolaylıkla. Dönüşüp sisteme katılanlarsa küresel hegemonyanın arzusuna da uygun biçimde “ehlileşmiş İslami gruplar” olarak zengin sınıfın rengine yeni bir ton olarak eklenecek.

Rabia, hamsin olacak belki yakında. Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet anlayışına bu dönüşüm tamamlandığı zaman bir de tek din eklenecek belki. Ülkemizde saldırgan laiklik anlayışı, İslam’ı kontrol edip, dönüştürmeye hizmet etmişti zaten Cumhuriyet tarihi boyunca. Şimdi dindar iktidar eliyle saldırganlık, hiç olmadığı kadar keskin baskıyla dönüştürürken, soğuk suya atılarak kaynatılan kurbağa misali itirazsız teslimiyet hedefleniyor, muhtemelen. Dinin, tasavvufun, tarikatlar tarihinin içinden yapılacak tartışmaların anlamsızlığı bu açıdan bakınca gün ışığına çıkıyor. Son günleri kaplayan tartışmaların başlatıcısı Nevzat Çiçek’in, tekke ve zaviyeler kanuna ek yapılması ihtimalini dile getirişi de bunu işaret ediyor.

Osmanlı’da, o günün şartlarında bile işlevsiz kalmış Meclis-i Meşayih tavsiyeleri filan anlamlı değil. Tarihin ve din yorumlarının içinden bakılarak çözüm aramaya kalkışıldığında geçmiş hataların, kıyımların tekrarından başka bir şey beklemez bizi. Nitekim dinin, saltanatlaşmasına itiraz ile ortaya çıkan Şeyh Bedreddin’in görüşlerini tepe taklak ederek “şeyhliği şahlığa” döndürmek istediği söylenir oldu. Tarih de allak bullak edilip sadece son iki yılına damgasını vurduğu fetret devrinin müsebbibi sayıldı Şeyh Bedreddin ve Börklüce Mustafa. İlk bakışta tuhaf gelse de tartışmaların Şeyh Bedreddin’e uzanması hayli manidar ve tezimi doğrular nitelikte. Fethullahçı çete, Adnan Oktar çetesi ve sıradakilerle yaşanan çatışma din sorunu değil devlet sorunu. Osmanlının ikinci kuruluşu diyebileceğimiz fetret devri sonunda bastırılan Şeyh Bedreddin isyanı da Osmanlı devletinin dini yapıları, hükümranlık altına alıp, biat ettirmesinin ilk örneği olmuştu. 15 Temmuzu ayrı bir fenomen olarak değerlendirip tartışma dışı bırakırsak, din kisvesiyle faaliyet gösteren tüm yapıların laik devlete biatı aşamasında olduğumuz görülecektir. Devletin devşirdikleri dışında kalanlar hukukun suç alanına girecek. Ama asıl soru şu: Devlet İslami kesim üzerindeki operasyonunu tamamlama aşamasına geldiğine göre sırada kim ve ne var?


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.