YAZARLAR

Ruhum daralıyor Demet

Twitter’da feryatlar, iki dakika sonra Instagram’da göbekler atılıyor, ne sevinçler ne üzüntüler gerçeğe benziyor. ‘Günün sonunda’ kara köpek, kayıp çocuklar, çocuk ve kadın cinayetleri, tecavüz aynı tüketim çılgınlığının nesnesi halini alıyor. Temel meseleler üzerine ancak felaket durumlarında düşünülüyor. Hayat hep bir anlık düşünme hızında yaşanıyor ama maalesef, ‘düşünme’ kısmı çok ihmal ediliyor.

Seçim bitti, oy kabininden Black Mirror’a doğru giden tramvaydaki yolculuğumuz tüm hızıyla sürüyor. Hemen hemen her şeyin aslını yaşamadan sonrasına, ötesine atlama biçimindeki kültürel kaderimiz nedeniyle Post Black Mirror bile denebilir bizimkine. Her şey çok ama çok karışık, ruh halleri hal değil, zehirli sarmaşık.

Kendim dahil tanıdığım herkeste seçim sonrasında değişen oranlarda bir ‘tutunacak dal’ sorunu belirdi. Daha doğrusu o sorun hep vardı da, dallar iyice tutunulmaz hale geldi.

Yapıp ettiklerimizle bir şeyleri değiştirebileceğimize ilişkin inancımızın uçurumda yel bekleyen tüf tüf çiçeğinden hallice olmasının çok anlaşılır sebepleri var. Yine de hepsine eşlik eden bir toplumsal maya, bir sebatsızlık sorunu da var.

Birbirimize de tutunamıyoruz aslında. Çünkü, ‘biz’ kim? Seçim sürecinde muhayyel bir muhalif baba, Muharrem İnce etrafında birleşmiş gibi görünen onca insanın en temel insani meselelere dair refleksleri birbirinden o kadar farklı olabiliyor ki… Muhayyel babanın yarattığı hayal kırıklıkları konusuna girmeyeceğim burada. Siyasi babalara ve süper kahramanlara inanmadığımı daha önce de söylemiştim. Ne yaparsak temelde biz yapacağız… Herhangi bir birliğe/’biz’liğe tek parça, aklı başında bireyler olarak katılmamızı sağlayacak ‘ben’i düzgün biçimde kurabilmemiz gerekiyor bunun için de.

Süper kahraman filmi izlediğim olur. (En sevdiğim Batman’dir.) Ama esas olarak, eşit oranlarda dram, komedi, polisiye ve distopya severim. Hepsinin de zemini hayatımızda mevcut. Polisiye türüyle izleyicimizin ilişkisi hâlâ sorunlu çünkü gerçekler, elle tutamadığımız şeylerin başında geliyor. Bir yalanlar, manipulasyonlar, akıl yoluyla çözülmesi güç bilmeceler batağında hızla komplo teorilerine sürükleniyoruz. Suç cennetinde suçu kovuşturmaya dair süreçleri bir türlü gerçekçi biçimde işleyemiyoruz. Çünkü ne İskandinavlar, İngilizler gibi serin, hipnotik bir hikâye anlatma ve izleme alışkanlığımız var ne de gündelik gerçeklikle o türden bir bağımız. Zevzeklikle coolluk arası Amerikan havası da olmayınca elde kalıyor yarı melodram ve süreçlerden çok karakter aurasına yaslanan yarı-polisiye.

Bir televizyon dizisindeki en sevilen polis karakterimiz de aslında bir tür antikahraman olarak, muhayyel bir babaydı. Behzat Ç.’den söz ediyorum. ‘Kaybeden’ bir babaydı ama diziyi sezonlarca izleme nedenimizin başında da ona duyduğumuz sızılı inanç ve güven geliyordu. Masum ve Şahsiyet gibi türün başarılı dijital örneklerine başka bir yazıda değineceğim.

Hayatta, siyasette, sosyal ağlarda, kurmaca anlatılarda hep bir kişiye, özel olarak da erkek bir bireye, muhayyel bir babaya güvenmeye ihtiyacımız var çünkü birbirimize ve kendimize pek güvenmiyoruz. Kendine hayrının olmadığını gördüğümüz noktada dahi, o figüre tutunmaya çalışıyoruz.

Bu neredeyse çocuksu güven ihtiyacı sürerken, bir yandan da en bolca sahip olduğumuz şeymiş gibi, güven, ilişkilerde ilk terk ettiğimiz oluyor. Hızla sarıldığımız insanları hoşumuza gitmeyen tek davranışlarında harcıyoruz. Hızla kenetlenemediğimiz kişilerden uzay mekiği misali savrulup kopmak istiyoruz. Uzunca süre kenetlendiklerimizden kopuşumuz da öyle. İlişkilerde o muhteşem peri masalının kara film anlatısına, melodrama dönmesi an meselesi oluyor.

Akları ve karaları seviyoruz ama hayat baştan aşağı grilerle dolu. Karşılığında hızlı harcanmayı göze almıyorsak hızlı harcama lüksümüz de yok. Mesele de bu galiba. İlişkileri, insanları değil sanırım esas kendimizi hızlı harcıyoruz. Kendine gerçekten değer veren yetişkin birinin başkalarıyla ilgili o kadar sık yanılma şansı yok. “Sever, inanır, güvenirken aklın neredeydi?” diye kendine sormayı, yanılma sorumluluğunu önce kendi kendine almayı gerektiren bir tutum çünkü, kendine sağlıklı biçimde değer vermek.

Özetle, bir özyıkıcılıktır gidiyor. Bu hayal kırıklığı hâlinde hızla hikayenin öbür versiyonuna geçme tutumu siyasete karşı da tutumumuz. Muhalif kesimin muhalifliği pek şekilsiz ve analitik okuma gerektiren alanlarda derin bir cehalet söz konusu.

Durum böyleyken, son zamanların en kahredici olayları, küçük Eylül’le Leyla’nın art arda ölü bulunması üzerine başlayan idam tartışmalarında bazı ünlü şarkıcı ve oyuncuların sapır sapır saçmalamasından daha doğal ne olabilir? En eğitimli kesimde bile tecavüz hâlâ bir şaka malzemesiyken Murat Boz’un çıkıp da idamı savunmasında şaşılacak ne var?

Murat Boz- Demet Akalın tweetleşmesi ve son yorum bükücü Alişan’ın Berna Laçin’in, hakkında dava açılmasına neden olan sosyal medya paylaşımına dalması üzerine en çok dalga geçtiğimiz şeylerden biri, popüler isimlerin idam kadar hassas bir konuya ilişkin beyanlarındaki uzman edasıydı. Murat Boz’un koltuk döndürüp butona basıp mavi gözlerini süzerken kendini iyiden iyiye kanaat önderi havasına kaptırmış olmasında elbette komik bir yan var. Ama mesele ünlülerin önemli toplumsal sorunlara dair fikir beyan etmeleri değil, duvara sürtülen strafor hissi yaratmayan bir fikirlerinin olabilmesi… Boz, Alişan, Akalın örneklerinin yanında “çocuklarınızı feminist yetiştirin, feminizmden korkmayın” diye konuşan Beren Saat de var mesela. Az ama var.

Dünyanın her yerinde pop şarkıcıları, mankenler, ünlü oyuncular bu gibi durumlarda çıkıp konuşuyor. Sadece saçmalama oranları bizdeki kadar yüksek değil. Bir de ‘hayranlar hayır işinde görsün’den gerçek hayırseverliğe uzanan bir skalada az çok ellerini taşın altına koyuyorlar, çeşitli organizasyonlarda aktif görevler alıyorlar. Kendileri dışında bir şeye de hayırları dokunuyor. Murat Boz kadar popüler bir şarkıcı Twitter’da idam savunuculuğu yaptıktan birkaç saat sonra bir yerlerde göbek atarken görüntülenmekten, en azından şeklen kaçınıyor. Ya konuşmuyor ya da hemen akabinde göbek atmıyor. Konuşurken de neden bahsettiği hakkında daha çok fikir sahibi oluyor genellikle.

Murat Bozlar cephesinde durum böyleyken idamın sosyal medyada genel tartışılma biçimi de hiç iç açıcı değildi. Çocuk ölümlerinin yarattığı hassasiyetin karamsar politik ortamda imdat çığlıklarına dönüşmesi anlaşılır olsa da, çoğu üniversite mezunu onca insanın idamı savunmasında ürkütücü bir yan var. Herkesin birdenbire sosyolog, psikolog edasında fikir beyan etmesi değil esas sorun bana göre. Çoğu insanın birkaç gün öncesine kadar bu konuda pek düşünmemiş olduğunun ortaya çıkması.

Günlerdir konuşulduğu için tekrar etmeye gerek yok, özet geçeyim. İdam cezasına karşı olmak aşırı hümanizmle, naiflikle ilgili bir şey değil. Adaletin başka bir tür ‘cinayet’le gerçekleşmeyeceğine inanmak ve idamın caydırıcılığı çok tartışmalı, adil uygulanması çok zor, geri dönüşü mümkün olmayan, suistimal riski çok fazla bir cezalandırma biçimi oluşu. Kadına karşı şiddetin bu kadar yaygın biçimde hasır altı edildiği, el kadar çocukların koca adamlarla evlendirildiği, tecavüz mağdurlarının sindirilip tecavüzcülerin bunca korunduğu bir toplumsal ortamda idam yoluyla adaletin sağlanabileceğine inanmak, ayrıca dehşet verici.

Çocuk katili örneği düşünüldüğünde, idamın cezadan çok ödüle benzemesi de cabası. Özetle, sebebi ne olursa olsun galeyana gelerek savunulacak şey değil idam. Bu kadarını söylemek için de sosyolog, psikolog, filozof, adli tıp uzmanı vs. olmaya gerek yok. Bizi medeni dünyanın bir parçası yapan şeylerden birinden, idam cezasının olmamasından hızla vazgeçmeye niyet etmeyecek kadar bilinç ve farkındalığa sahip olmak yeterli.

“Ruhum daralıyo Demet. Elşm ayağım birbirne girio. Bunları elime verseler 1 saniye düşünmem”

Murat Boz’un Demet Akalın’a Twitter’dan gönderdiği cevap bu. Sürçmesi mürçmesi düşünülmüş, öz-biçim birlikteliğinde adeta “Ahlat Ağacı” düzeyine ulaşılmış! Sırf eller ayaklar değil, harfler bile birbirine giriyor. “Bir saniye bile düşünmem,” kısmının samimiyetineyse, inanıyorum.

İnsan hayatını ilgilendiren önemli konularda kendi çıkar ve keyfine göre, düşüncesizce açıklamalar yapanlar, toplumun belli bir kesimi dışında etkisi ve inandırıcılığı sorgulanabilir, goygoy malzemesi olmaya bu derece yatkın ünlüler olsaydı keşke sadece. Eğitimli muhalif kesimin de bir kısmını içeren geniş bir çerçevede, durum bundan çok da farklı değil. Twitter’da feryatlar, iki dakika sonra Instagram’da göbekler atılıyor, ne sevinçler ne üzüntüler gerçeğe benziyor. ‘Günün sonunda’ kara köpek, kayıp çocuklar, çocuk ve kadın cinayetleri, tecavüz aynı tüketim çılgınlığının nesnesi halini alıyor. Temel meseleler üzerine ancak felaket durumlarında düşünülüyor. Hayat hep bir anlık düşünme hızında yaşanıyor ama maalesef, ‘düşünme’ kısmı çok ihmal ediliyor.

Belki de Blaise Pascal’ın dediği gibi, bütün temel sorunlarımız “bir odada sessizce oturmayı başaramamak”tan kaynaklanıyordur.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.