YAZARLAR

Bir ‘diyet IŞİD’ almaz mıydınız?

Reform meselesi basitçe kontrollü olarak film gösterimi ya da konser programları gibi magazin boyutu öne çıkan bazı açılımlara indirgenebilecek bir şey değil. Söz reformdan açılırken yönetsel, siyasal, idari ve hukuki sisteme dokunan yok. Kitabın ortasından konuşmak gerekirse bu alanlarda arz ettiği durum itibariyle Suudi Arabistan, esasen IŞİD’in devlet olmuş ve BM’de tanınmış versiyonudur. Bu alanlara girmek, Batı’nın hegemonik çıkarlarını garanti etmiyorsa sakıncalı.

Bir dönem R. T. Erdoğan’a “İslam ile demokrasiyi buluşturan lider” olarak övgüler dizmiş Batı alemi, bir süredir Ortadoğu’ya yeni bir lider pazarlıyor: Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman.

24 Nisan’daki yazımda Selman’ın bölgeyi geleceğe taşıyacak reformcu müstakbel kral olarak lanse edilmesinin arkasındaki dinamiklere değinmiştim. Bunun Aramco’nun borsaya açılma hazırlığı, yatırımcı avına çıkan Vizyon 2030 Projesi, milyar dolarlık silah anlaşmaları, İsrail’le ilişkileri normalleştirme hedefiyle Ortadoğu’yu yeni bir sürece sokma arayışı ve İran’a karşı yeni bir ortak cephe kurma çabasıyla bire bir ilintili olduğunu vurgulamıştım. Bugün Suud revizyonizmin iç ve dış koşullarını irdelemeye devam edelim.

Geçen ayki gezisinde Britanya’da dev panolara asılan reklamlarla selamlanan Veliaht Prens Selman, ardından ABD’de de hayal edemediği kadar pohpohlanmıştı. Trump’ın destekçisi AMI, tamamen Suudi Arabistan’a adanmış The New Kingdom adıyla bir dergi çıkardı. 200 bin dağıtan 100 sayfalık dergideki başlıklardan üçü şöyleydi:

“Terörizmi yok eden en yakın Ortadoğu müttefikimiz”, “32 yaşında dünyayı dönüştüren en etkili Arap lider”, “Baş döndüren 4 trilyon dolarlık iktisadi imparatorluğa hükmeden.”

Başkan Donald Trump genç bir lideri taltif etme nedenini Beyaz Saray’daki basın toplantısında konuğunu aşağılayan bir tarzda gayet iyi resmetti: Konuşmasını Suudilere satılan 12.5 milyar dolarlık savaş aygıtlarının çizildiği bir tablo eşliğinde yaptı. Konuğunu ‘büyük müşteri’ diye tanımladıktan sonra bu satışlar sayesinde ABD’de 40 bin ilave istihdam yaratacaklarını övünerek anlattı. Suudilerin sipariş verdiği 13 milyar dolarlık yüksek irtifa hava savunma sistemi THAAD, 3.8 milyar dolarlık C-130 uçağı, 1.2 milyar dolarlık tank ve 1.4 milyar dolarlık P-8 Poseidon uçağını en kısa sürede teslim edeceklerini sözlerine ekledi. Geçen mayısta 110 milyar dolarlık silah anlaşması imzaladığı Kral Selman bin Abdülaziz için de “Baban akıllı bir karar verdi” dedi.

Ne güzel! Aşağılayan memnun, aşağılanan da öyle. Selman Amerikan topraklarında bir de İsrail’e hak verdi mi geleceğin lideri payesini anında yakaladı. Selman’ın The Atlantic’te yer alan “Ben hem Filistinlilerin hem de İsraillilerin kendi topraklarına sahip olma hakkı olduğuna inanıyorum” sözü acayip ‘devrimci’ karşılandı. İsrail lobisinin temsilcileri bu yeni cesur adamın etrafında dört döndü. Burada bir yenilik yok aslında. Suud-İsrail ilişkileri gözden ırak hep olageldi. Arap öfkesi olmasa Suudiler İsrail devletini çoktan tanımıştı. Suudilerin 2002 ortaya attığı Arap Barış İnisiyatifi de İsrail’in 1967 sınırlarında devlet olma hakkını tanıyordu. Selman yeni bir şey söylüyormuş gibi teveccühe mazhar oldu.

Damat kontenjanından Trump’ın ekibinde gizli işler prensi olarak koşturan Jared Kushner yeni Ortadoğu planlarını Selman ile pişiriyor. Riyad da ilişkileri normalleştirme fırsatlarını kaçırmıyor. Mesela İsrail’e 70 yıldır uyguladıkları hava sahası yasağını geçen ay kaldırdılar. Suud hava sahasını kullanmak suretiyle Tel Aviv’e yapılan ilk uçuş, 22 Mart’ta Yeni Delhi’den kalkan Air India uçağı tarafından gerçekleştirdi. Filistinlilerin devlet ve geri dönüş hayallerini karartabilmek için de Suud’un nüfuzuna ihtiyaçları var. Hatta fetvalarına! Şaka değil; İsrail ordusu, geçenlerde, 1948’de yerlerinden sürülmüş Gazzelilerin eve dönüş yürüyüşünü önleyebilmek için fitne ve karmaşaya yol açtığı gerekçesiyle gösteri yapılmasını günah sayan Şeyh Salih el Fevzan ve Şeyh İbn Useymin el Temim’in fetvalarıyla süslenmiş bir video yayımladı.

Yani bu teveccüh pekâlâ anlaşılır: Riyad-Washington hattında Obama döneminde oluşan soğukluğu geride bırakıp iş kapasitesini artıracak, İran’la didişecek, Yemen’de barut tüketecek, Arap sokağında İsrail’i rahatlatacak bir lidere yatırım yapıyorlar, hepsi bu.

***

Ortadoğu, Afrika ve Asya ülkeleri hem sömürgecilik döneminin miraslarından hem de eski sömürgecilerin çıkarlarını temin eden ‘uşak ruhlu’ yerel liderlerin elinden çok çekti. Bu halklar miadı dolmuş siyasi kadavraları kenarı almak için tezgâhlanan dış müdahalelerden de çok çekti. 1970’lerde Kral Faysal, Vahhabizmin boğucu kalıplarını biraz esnetmeye yeltenince, ki onun yaptığı da bir nevi reform sayılırdı, dönemin İngiliz elçisi, Suudi Arabistan ve diğer körfez devletlerinin istikrarının birbirine çok bağlı olduğunu belirtip radikal bir değişikliğin Britanya yanlısı rejimleri devirebileceği uyarısı yapmış. Bazen istikrar bazen istikrarsızlık para ediyor. Batı kendi çıkarlarını sürdürebilme adına ‘kontrollü istikrarsızlığı’ da çare olarak görebiliyor.

İstikrar kurumları ve davranışları kemikleştirdiğinde küresel sermayenin her türlü ürün ve hizmet arzına kapılar kapanıyor. O yüzden arzulanan değişim, esnekliğini yitirmiş tüketim alışkanlıklarını da hedef alıyor. Yani istikrar fayda kapasitesini yitirdiğinde istikrarsızlık bir seçenek olarak devreye giriyor. Tabii ki reform baskısıyla yaratılacak istikrarsızlığın kendileri açısından kârlı ve yönetilebilir olması lazım. Bakınız Mısır ve Tunus’ta siyasi iki kadavrayı kızağa alırlarken Bahreyn’de sokaktan gelen değişim talebini tanklarla bastırdılar. Bastıranlar Batı’nın onayı ve desteğiyle Suudiler ve ortaklarıydı.

***

Bu dış çerçevenin ardından gelelim reform meselesine… Reform meselesi basitçe kontrollü olarak film gösterimi ya da konser programları gibi magazin boyutu öne çıkan bazı açılımlara indirgenebilecek bir şey değil. Söz reformdan açılırken yönetsel, siyasal, idari ve hukuki sisteme dokunan yok. Kitabın ortasından konuşmak gerekirse bu alanlarda arz ettiği durum itibariyle Suudi Arabistan, esasen IŞİD’in devlet olmuş ve BM’de tanınmış versiyonudur. Bu alanlara girmek, Batı’nın hegemonik çıkarlarını garanti etmiyorsa sakıncalı.

Peki, Selman’ın reformcu pozları ülkesinde neye tekabül ediyor? Reformlar konusunda ciddi mi? Ciddiyse ne kadarını başarabilir?

Sesini yükselten bazı din adamlarına gözdağı verilse de dünyaya onlarca cihadi-selefi örgüt musallat etmiş olan ve Suudi devletinin kurucu ideolojisi sayılan Vehhabilik ve onun sistem içindeki taşıyıcı kolonlarına dokunulduğu zannedilmesin. Devletin beslediği şeyhler, medreseler, cami minberleri, üniversite kürsüleri ve eğitim müfredatları demokrasiyi ‘küfür’ sayan, şiddeti kutsayan, farklı din ve mezhepten insanlara düşmanlığı körükleyen Vehhabiliğin tüm formlarını zerk etmeye devam ediyor. Bu alanda köklü bir temizliğe girişecek güçlü bir irade var mı? Varsa bunu yürütecek kadrolara sahipler mi? Yapabilirlerse ne ala ama yapamazlar. Dediğim gibi Suud’un müttefikleri de bu alanla ilgilenmiyor.

2013’te ABD Dışişleri, Suudi Arabistan’daki okul kitaplarında küffara karşı cihadı öğütleyen, Hıristiyan ve Yahudilere karşı nefreti aşılayan, farklı mezheplerin takipçilerine sapkın, mürted ya da müşrik diyen müfredatla ilgili bir rapor hazırlamıştı. ABD’nin baskısıyla Suudiler müfredatı temizlediklerini söylüyorlar. Ancak IŞİD, 2014’ten itibaren Irak ve Suriye’de ele geçirdiği yerlerdeki okullarda kendi müfredatını hazırlayıncaya kadar Suudi Arabistan’daki okul kitaplarını okuttu. Demek ki temizliğe rağmen IŞİD için hâlâ bu kitaplar makbul.

Değişim güçlü ve samimi bir iradeyi gerektirir. Muhammed bin Selman Amerikan medyasına verdiği röportajlarda sorunun kaynağındaki Vehhabi öğretiyi inkâr eden bir tutum sergiledi. Bu da samimiyetsizliğini gösteriyor. Selman, CBC’in ‘60 Minutes’ programında Suudi Arabistan’ın mevcut halinden 1979’daki İran İslam Devrimi ile Suudi din adamı Cuheyman el Uteybi liderliğindeki Kâbe baskınını sorumlu tutuyor:

"1979’dan önce normal bir hayat yaşıyorduk. Kadınlar araba sürüyordu, sinema salonları vardı, kadınlar her yerde çalışıyordu. Normal kalkınmakta olan bir ülkeydik."

Düne kadar Suudi saraya çok yakın olan ama şimdilerde sürgünde yaşayan gazeteci Cemal Kaşıkçı, 1979 öncesi dönemle ilgili kendi yaşamından örnekler vererek Selman’ın söylediklerinin asılsız olduğunu yazdı. Selman’ın temiz bir sayfa olarak gördüğü 1979 öncesinden basit bir kesit: 19 yaşındaki Prenses Miş’al bint Fahd gayri meşru aşk yaşadığı gerekçesiyle sevdiği erkekle birlikte zina suçundan gözleri bağlanıp dizleri üzerinde öldürdü. Prenses Miş’al’ın bu acı sonu ne ilkti ne de son.

Suudi Arabistan devleti, Muhammed ibn Abdulvehhab’ın öğretilerine göre kuruldu, insanlar bu öğretiyle disipline edildi ve krala itaat bu öğreti sayesinde sağlandı. Yani Vehhabilik Suud’un resmi ideolojisi, bir diğer ifadeyle resmi mezhebidir. El Kaide ve IŞİD’in yol haritası da Abdulvehhab ve onun mürşidi İbn Teymiyye’dir.

Selman, The Atlantic’e verdiği röportajında ise bugün terör örgütü ilan ettikleri Müslüman Kardeşler’i karalarken El Kaide liderleri Usame bin Ladin ve Eymen el Zevahiri’nin Müslüman Kardeşler’in eski üyesi olduğunu savunuyor. Suud’un Soğuk Savaş döneminde Komünizmin önüne kesmek için Vehhabiliği yayma çabası ve cihatçılara verdiği destek hatırlatılınca şunları söylüyor:

“Öncelikle bize bunun ne olduğunu tanımlayın. Biz buna aşina değiliz. Vehhabilik nedir bilmiyoruz. Vehhabilik diye bir şey yok. Vehhabiliğe inanmıyoruz. Suudi Arabistan'da Sünnilik ve Şiilik var… 1979 öncesindeki destekten bahsediyorsanız, Soğuk Savaş'tan bahsediyorsunuz: Komünizm her yere yayılıyordu, ABD'yi, Avrupa'yı ve bizi tehdit ediyordu. Mısır o tür bir rejime dönüşmüştü. Komünizmden kurtulabilmek için kiminle olursa çalıştık. Bunlar arasında Müslüman Kardeşler de vardı. Onları Suudi Arabistan'da finanse ettik. Ve ABD de onları finanse etti."

O vakit Batı’nın Arap ve İslam dünyasında gördüğü iki tehdit vardı: Seküler-milliyetçi rejimler ve Komünist yayılma.

Mısır’da Cemal Abdunnasır’dan kaçan Müslüman Kardeşler’e kucak açan Suudi yönetimiydi. Esasen 1960’larda Suudi rejiminde Vehhabiliğin tonunu azıcık açan reformlar yapıldıysa onlar da Mısır’dan gelen ulemanın etkisiyle oldu. Kral Faysal döneminde ilk kız okulu açıldı ve yargı azıcık modernize edildi. O zaman için bu tür açılımlar koyu Vehhabi geleneğine tersti. Asıl önemli olan Selman’ın da işaret ettiği üzere Kral Faysal’ın Amerikalı ve İngilizlerin yönlendirmesiyle başlattığı Komünizmle mücadele seferberliğidir. 1964’ten itibaren 40 yıl içinde dünya çapında Vehhabi öğretiyle işleyen binlerce kurum inşa edildi: Bunlar arasında 1359 cami, 210 İslam merkezi, 202 kolej ve 2000 okul var. Pakistan ve Afganistan gibi yerlerde finanse edilen onbinlerce yerel medreseyi saymıyoruz. Avrupa’da El Kaide gibi örgütlerin adam devşirdiği birçok cami de bu zincirin uzantısı. Tabii 11 Eylül 2001’deki saldırılardan sonra ABD’nin baskısıyla şiddeti teşvik eden imamların açığa alınması gibi bazı önlemler alındı. Fakat kaynağa dokunulmazken bu tür önlemlerin başarılı olması mümkün değil.

ABD Dışişleri’nin ilk Müslüman topluluklardan sorumlu temsilcisi Farah Pandith 2009-2014 arasında 80 ülkede temaslarda bulunduktan sonra vardığı sonuç netti: “Ziyaret ettiğim her yerde Vehhabi etkisi sinsi bir şekilde vardı.”

O yüzden Selman’ın Vehhabilik savunması ziyadesiyle ikiyüzlü ve sinik.

***

Küresel çapta kurulan cami ve medreseler yasal çerçevelerdeki icraatlar. Bir de istihbarat şebekelerinin Afganistan’dan başlayıp süregelen cihatçılarla iştigali var. Kim ne derse desin El Kaide ve Taliban cihatçı seferberliğin zehirli meyveleridir. Avrupalı istihbarat uzmanlarının kendileri söylüyor: Suudilerin küresel düzeydeki Vehhabi fonlarının yüzde 15-20’si El Kaide ve diğer cihadi örgütlere gitti. O yüzden ABD’li gazeteciler Selman’la röportaja giderken Ladin ve arkadaşlarını ‘özgürlük savaşçıları’ olarak manşetlerine taşımış Amerikan gazetelerinin arşivlerine ya da mücahit heyetlerinin ağırlandığı Beyaz Saray kayıtlarına bakıp bir zihin tazeleseler fena olmaz.

Zamanla bu çarkın işleyişinde bazı değişiklikler olsa da cihatçılarla iş çevirme alışkanlığı yeni bölgeler ve yeni aktörlerle devam etti. Son olarak Irak ve Suriye’de palazlandırılan cihadi-selefi örgütler Afganistan’daki senaryonun fütursuzca tekrarıdır.

Suudi Arabistan’ın 2014’te IŞİD’i terör listesine alması, IŞİD’in de El Kaide gibi ideolojik ve mali olarak beslendiği kaynağa dönüp küfretmesi ziyadesiyle aldatıcı. IŞİD’nin Suriye ve Irak’taki ithal savaşçılarının çoğu ve en tehlikeli olanları Suudi vatandaşıydı. Elbette bunlar hatırlatıldığında Amerikalılar dönüp “Ama Suudiler El Kaide ve IŞİD’i önlemek için çok şey yaptı” diyeceklerdir ya da Papa ile kucaklaşıp artık cihat değil dinler arası diyalogtan bahseden Rabıta’nın başkanını göstereceklerdir. Görünürde öyledir. Ama madalyonun öteki yüzüne birkaç ciltlik kitap sığar.

Tabii Amerikalıların kendi sicilleri temiz olmadığı için Selman’ın sinikliğine laf edebilecek halde değiller. 1980’lerde en az 50 milyon dolar harcayıp Afganistan’daki okullarda çocukları Sovyet askeri gibi kâfirlere karşı cihada teşvik eden, onlara sürekli mücahit olduklarını ve cihadın farz olduğunu hatırlatan kitapları dağıtan ABD’den başkası değildi. İşte bu yüzden El Kaide ve Taliban’ı “Suudi Amerikan” projesi olarak görenlere fazla kızmamak lazım. Bu günahta İngilizlerin payı yok mu sanki!

***

Mesele reformsa evvela IŞİD’vari infazlara, IŞİD’e de ilham veren hukuk düzenlerine; seçme ve seçilme hakkının olmadığı siyasal sistemlerine; yanında erkeği olmadan sokağa çıkamayan, mülk almak, seyahat etmek için kocası ya da babasından izin belgesi alması gereken, sesi haram sayılan kadınlarının hallerine; haktan ve hukuktan zerre nasibini almış infaz kurumlarına, işkencehanelerindeki yüzlerce sivil eylemciye, evlerindeki istismara ve yabancı hizmetçilere yapıp ettiklerine baksınlar! Diğer Körfez ülkelerinde olduğu gibi Suudi Arabistan’da köleliğin modern tarzıyla sürdüğünü kimse görmezden gelemez. Mesela Filipinli, Bangladeşli ve Pakistanlı hizmetçilerin başına gelenler tam bir felaket. Daha birkaç gün önce zorla çamaşır suyu içirilen bir hizmetçinin hastanelik edilmesi ve Kuveyt'te bir hizmetçinin derin dondurucuda ölü bulunması üzerine Filipinler Devlet Başkanı Rodrigo Duterte, Arap işverenleri Filipinli hizmetçilerine sürekli tecavüz etmekle suçladı. Filipinler, Pakistan ve Bangladeş gibi ülkelerden gelen işçilerin pasaport ve telefonlarına el konulup köle gibi çalıştırmaları ve her türlü hizmete mahkum edilmeleri çok yaygın bir istismar. Bangladeş Büyükelçiliği Cidde ve Riyad’da mağdur vatandaşları için sığınma evleri açtı. Sadece 2017’de 250 Bangladeşli kadın cinsel saldırı yüzünden bu evlere sığındı.

Yazıyı çok uzattım affola. Ne yapalım, söylenecek laf çok. Hasılı bu, öyle iki filmlik, iki konserlik bir mesele değil.


Fehim Taştekin Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1994’te başladı. Yeni Şafak, Son Çağrı, Yeni Ufuk, Tercüman, Radikal ve Hürriyet gazetelerinde çalıştı. Muhabirlik, editörlük ve dış haberler müdürlüğü yaptı. Ajans Kafkas’ın kurucu yayın yönetmeni olarak Kafkasya üzerine çalışmalar yürüttü. Kapatılıncaya kadar İMC TV’de “Doğu Divanı”, “Dünya Hali” ve “Sınırsız” adlı programların yanı sıra MedyascopeTV ve +GerçekTV’de dış politika programları yaptı. BBC Türkçe’nin analiz yazarları arasında yer alıyor. Al Monitor ve Gazete Duvar’da köşe yazılarına devam ediyor. Kafkasya ve Orta Doğu üzerine saha çalışmaları yürüttü. “Suriye: Yıkıl Git, Diren Kal”, “Rojava: Kürtlerin Zamanı” ve “Karanlık Çöktüğünde” adlı kitaplara imza attı.