YAZARLAR

Erhan Keleşoğlu: Mevcut durum I. Dünya Savaşı öncesini andırıyor

Ortadoğu uzmanı, akademisyen Erhan Keleşoğlu’na göre tarafların “temkinli” yaklaşımına karşın küresel kapitalist güçlerin kaynak arayışı ve yeni paylaşım mücadelesi üçüncü bir dünya savaşına yol açabilir. Keleşoğlu, Rusya’nın Suriye’de eskaza bir ABD uçağını düşürmesinin 1914'te Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Arşidük Ferdinand'ın Saraybosna’da öldürülmesinin I. Dünya Savaşı’nı tetiklemesi gibi bir etki yaratabileceği görüşünde.

Dünya, ne zaman ne yapacağı belirsiz ama dünyanın en büyük gücünü elinde bulunduran bir adamın, ABD Başkanı Donald Trump’ın tweetleri üzerinden sallanıp duruyor. Bir dediği diğerini tutmayan ve dünya sahnesinde fütursuzca dolanan Trump’ın elinde tuttuğu tabancanın ne zaman patlayacağı bir muamma. Fakat küresel kapitalist güçlerin çıkar mücadelesi, yeni kaynak ve sömürü alanları arayışları üzerinden de bir okuma yapmak mümkün.

Dünyanın neredeyse tüm kaynaklarını tarumar eden ama yediğiyle acıkan, acıktıkça daha da vahşileşen kapitalizm, büyük hesaplarını Ortadoğu’da görmeye başladı. Büyük hesaplaşmanın hem bölge halklarının hem de bölge devletlerinin kaderini belirleyeceği açıkken, dünyayı bu tehlikeli gidişattan alıkoyacak mekanizmalar ise neredeyse yok gibi. Artık “Türkiye nereye gidiyor” sorusuyla yetinemeyeceğimiz kadar büyük bir belirsizliğin eşiğindeyiz. Peki dünya nereye gidiyor? ABD ve Rusya didişmesi nelere gebe? Putin’in Rusya’sıyla Trump’ın ABD’si bir çatışmaya girişebilir mi? Düne kadar Suriye’den çekileceğini söyleyen Trump’ın Suriye’ye ve onun üzerinden Rusya’ya celallenmesinin tek sebebi Duma’da kimyasal silah kullanıldığı iddiası mı? Çin bu iki güç arasında nasıl bir pozisyon arz ediyor? Mevcut Kürt politikası Türkiye’ye nasıl bir maliyet çıkarıyor?

Barış Bildirisi’ne imza attığı için geçtiğimiz hafta akademisyenler İrfan Emre Kovankaya ve Sharo İbrahim Garip’le birlikte 1 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılan (neyse ki cezaları ertelendi) İstanbul Üniversitesi’nden ihraç edilmiş olan siyaset bilimci ve Ortadoğu uzmanı Erhan Keleşoğlu’yla, yargılanan diğer akademisyen arkadaşlarının duruşması sonrasında, Çağlayan Adliyesi’nde buluşup dünyanın gidişatını konuştuk.

29 Mart’ta “Suriye’den çekiliyoruz” diyen ABD Başkanı Donald Trump, on gün sonra, Suriye'nin Doğu Guta bölgesinde, rejimin kimyasal saldırı yaptığı iddiaları üzerine “48 saat içinde büyük bir karar alacağız” açıklaması yaptı. Bu açıklamasına yanıt olarak “füze atarsan engelleriz” diyen Rusya’ya 11 Nisan’da Trump şu cümlelerle tepki gösterdi: ”Hazır ol Rusya, çünkü füzeler geliyor. Güzel, yeni ve akıllı füzeler. Gazla halkını öldürmekten zevk alan bir hayvanla (Beşar Esad) ortak olmamalısın.” Daha düne kadar çekilmekten söz eden Trump’ı bu kadar celallendiren şey, kimyasal silah kullanıldığı iddiası dışında ne olabilir?

Trump başına buyruk, ne yapacağı öngörülemeyen ve zaman zaman Amerikan müesses nizamı tarafından denetlenemeyen bir kişilik olduğunu defaatle gösterdi. 29 Mart’ta Ohio’daki miting sırasında Suriye’den çekileceklerini söylerken klasik sağ seçmene, seçim öncesinde verdiği vaadin arkasında durduğunu kanıtlamak istiyordu. Çünkü daha Obama döneminden beri Amerikan seçmeninin böyle bir talebi var. Özellikle 2008 krizi sonrasında, sağ popülist söylem, Amerikan ordusunun yurtdışı operasyon harcamalarının ekonomiye yük oluşturduğuna, bu paranın ülke içi yatırımlarda kullanılması gerektiğine dayanıyor.

Amerika’nın Ortadoğu’daki veya petrol bulunan ülkelerdeki askeri faaliyetleri zaten önemli bir gelir kaynağı oluşturmuyor mu?

Elbette uzun vadede kendisi açısından böylesi bir getirisi var. Öte yandan ABD hâlâ askeri anlamda dünyanın süper gücü. Savunma harcamaları önümüzdeki yıl 700 milyar Dolar olarak gerçekleşecek. Bu rakam, ABD’nin küresel beş rakibi olan Çin, Rusya, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın toplam savunma harcamalarından daha fazla. Mesela Rusya’nın savunma bütçesi 60 milyar Dolar civarında. Türkiye’ninki önümüzdeki sene itibariyle 11,5 milyar dolar civarında olacak. Hem Kürt meselesinde çatışmalı sürece dönüş hem de Suriye operasyonu bu mali yükü artıracak gibi görünüyor.

Amerikan müesses nizamı Trump’ın istikrarsız tutumunu nasıl karşılıyor?

Hem Cumhuriyetçileri hem de Demokratları kapsayan ve yöneten, Amerikan siyasal sistemine yön veren bir devlet nizamından söz ediyoruz. Sadece Demokratlar değil, Cumhuriyetçiler içinden de çok sayıda insan Trump’ın denetlenmesi, belli bir çizgide tutulması gerektiği konusunda uyarılarda bulunuyor. Öte yandan Trump hakkında hem damadı hem de geçmişte Rusya’yla ilişkileri üzerinden bir FBI soruşturması var. Bu da onun üzerinde ciddi bir baskı yaratıyor. Rusya’nın ABD başkanlık seçimlerine müdahale ettiğine dair iddialar Trump’ı zorluyor.

RUSYA, ELİNDE TRUMP’A KARŞI KOZ VARSA BİLE HARCAMAK İSTEMEZ

O halde Rusya’nın elinde Trump aleyhine kozlar olabilir.

Evet.

Peki bu kozlar söz konusuysa, Trump neden Suriye bağlamında Rusya’yı doğrudan hedef alıyor?

Rusya, eğer elinde böyle bir koz varsa bile bunu şu aşamada harcamak istemez. Amerika’da sadece Demokratlar değil, Cumhuriyetçiler içinden de çok sayıda isim Trump’a öfke kusarken, kendisine gebe bir başkan mı yoksa azledilmiş bir başkan mı Rusya’nın işine yarar? Ayrıca bakın, biz bu söyleşi için buluşmadan hemen önce Trump yeni bir tweet atarak şöyle dedi: “Suriye’ye saldırının zamanlamasına dair hiçbir bilgi vermedim. Saldırı çok yakında olabilir ama olmayabilir de. Her halükarda benim başkanlığımdaki ABD yönetimi IŞİD’in bölgeden temizlenmesinde büyük başarı sergiledi. Amerika’ya bir teşekkür yok mu?” Trump’ın istikrarsızlığı bu kadar açıkken, ABD müesses nizamı ise Rusya’ya sınırlarını göstermek, etki kapasitesiyle ulaşabileceği yere geldiğini ve bundan sonrasını zorlaması halinde çatışmanın olası olduğunu göstermek istiyor. Yani pazu gösteriyor.

RUSYA ETKİ KAPASİTESİNİ ZORLUYOR

Rusya’nın etki kapasitesi nedir peki?

Ülkemizde zannedildiğinden farklı olarak Rusya, etki kapasitesi ABD’ye kıyasla sınırlı bir ülke. Sadece savunma bütçesi olarak değil, gayrisafi milli hasıla konusunda da aralarında mukayese edilemez bir uçurum var. Rusya, doğalgaz ve petrol gibi kaynaklarını ve Sovyetler Birliği döneminden miras kalan silah sanayii ürünlerini satarak ekonomisini ayakta tutmaya çalışan bir ülke. Küresel düzeyde hem iktisadi, hem siyasi hem de askeri açıdan ABD’yle aynı sıklette değil yani. Rusya, bölgesel ile küresel güç aralığında bir yerde. Fakat Rusya, ABD ve NATO’yla, Baltıklardan Yemen’e kadar olan bir çizgide güç mücadelesine girişmiş durumda. Bu manada etki kapasitesi sınırlarını çok zorluyor. Rus doktrini, kendi nüfuz sahasını koruma adına agresif bir tutum takınmayı gerekli kılıyor.

Rus doktrininden kastınız tarihsel bir tutum mu, yoksa buna Putin doktrini demek daha mı doğru olur?

Özellikle son yirmi yılda, Çeçen harbinden Gürcistan harbine kadar, değişik yerlerde gördüğümüz ve bunun üzerinden Rusya’nın belli noktalarda nasıl davranacağını öngörmemize olanak sağlayan bir askeri, siyasi davranıştan, teamülden söz ediyoruz. Özellikle Doğu Avrupa, Karadeniz ve Doğu Akdeniz’deki enerji hatları Rusya açısından çok ciddi bir iktisadi öneme sahip. Hem buralarda hem de Kuzey Kutbu’ndan Doğu Akdeniz’e kadarki hatta nüfuzunun korunması, yeri geldiğinde bunun için askeri tedbirlere başvurulması, bu hedeflerde de Batı’yla karşı karşıya gelmekten kaçınılmaması Rusya’nın önceliklerinden bir tanesi. Fakat Ruslar açısından bunun bir adım ötesi yok. Rusların ABD’nin yapabildiği gibi dünyanın başka yerlerine operasyon düzenleme, farklı farklı operasyonları sürdürebilme kabiliyeti yok. Bu konuda iyi bir örnek var. Rus uçak gemisi Amiral Kuznetsov, şov amacıyla geçen sene Baltık’tan yola çıkarılıp Akdeniz’e getirildi. Fakat gemi alay konusu oldu, çünkü sürekli arıza yaptı ve Rusya bu gemiyi geri çekmek zorunda kaldı. Rusya’nın Sovyetler Birliği’nden devraldığı orduyu modernize etmek için Putin tarafından son derece cüretkâr bir modernizasyon programı ortaya kondu ama bunun tam anlamıyla gerçekleştirilebilmesi için zamana ve çok ciddi finansal kaynağa ihtiyaçları var. Özetle, nükleer silahları olsa da güç kapasitesi sınırlı bir ülkeyle Amerika’nın karşı karşıya olduğunu unutmayalım.

TRUMP “ÇEKİLECEĞİZ” DEDİĞİ SIRADA ABD AĞIR SİLAH SEVKİYATI YAPIYORDU

Suriye neden Rusya için önemli?

Bir kere Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki tek hava üssü Hmeymim’de, tek deniz üssü Tartus da keza Suriye’de. Ekim 2015 tarihinden itibaren Rusya, Suriye iç savaşını rejim lehine değiştirebilmek için müdahil oldu. Bu tarihten itibaren sahada önemli değişiklikler oldu, rejim gözle görülür kazanımlar elde etti. Muhalifler İdlib’e, Kuzey Halep’e, Fırat Kalkanı bölgesine ve Güney’de Dera’ya sıkışmış durumda. Özellikle Doğu Guta ve Duma’nın, yani Şam’ın doğu mahallelerinin düşüşünden sonra rejimin eli çok güçlendi. Fakat rejimin hem İran hem de Rusya’nın finansal ve askeri yardımına muhtaç olduğunu unutmayalım. Rejim açısından hem askere alınacak genç nüfus eridi, hem finansal ve iktisadi kaynaklar berhava oldu. Keza askeri teçhizat ciddi bir yıpranmaya uğradı. Diğer yandan Şubat ayında Amerikan özel kuvvetlerinin de olduğu ve Suriye Demokratik Güçleri’nin kontrol ettiği Deyrizor’daki petrol kuyularına yönelik Rus özel şirketlerine ait paramiliter güçler üzerinden gerçekleştirilen taarruz, ABD’nin yoğun hava ve kara saldırısıyla püskürtüldü. Burası Fırat’ın doğusuydu ve bu çatışma, Amerikalıların Fırat’ın doğusu ile batısı arasında kesin bir ayrım yaptığını gösterdi. Suriye’nin ortasından, Rus ve Amerikan nüfuz bölgelerini ayıran bir hat geçiyor. Batıda Ruslar, doğusunda Amerikalılar belirleyici.

Petrol yatakları hangi tarafta?

Daha ziyade Amerikan nüfuz bölgesi olan Fırat’ın doğusunda. Bu da rejim açısından çok zorlayıcı bir durum. Çünkü Şam rejiminin o petrol yataklarına şiddetle ihtiyacı var. Fakat Amerikalılar, Deyrizor’da Ruslara da Şam’a da sınırlarını gösterdi. ABD’nin Suriye politikası konusunda git-geller olsa da, Trump’ın “Suriye’den çekileceğiz” açıklaması yaptığı sırada, Ürdün’ün Akabe Limanı’ndan, Amerikalıların Suriye-Ürdün sınırında kurmuş olduğu Tanf Üssü’ne tank ve zırhlı personel taşıyıcı sevkiyatı yapılıyordu. Bu silahların sevkiyatı, Amerikalıların en azından orta vadede Suriye’den ayrılma niyetinin olmadığının bir göstergesiydi. Zaten bu tür askeri harekâtların yönlerinin kısa vadede değişmesi işin doğasına aykırıdır. Asker taşımışsınız, üsler kurmuşsunuz, planlar hazırlamışsınız, askeri ve siyasi yerel ittifaklar organize etmişsiniz. Geri çekilme konusunda bir karar alsanız bile, bunu ancak uzun bir süreçte gerçekleştirebilirsiniz. Hatırlayın, Obama 2008 yılında iktidara gelmeden, daha seçim kampanyası sırasında Irak ve Afganistan’dan çekilecekleri vaadinde bulunmuştu. Peki ABD Irak’tan ne zaman çekilebildi? 2011’in sonunda! Obama son derece kararlı olmasına rağmen bu çekilme üç buçuk yılı buldu. Afganistan’dan ise asla çekilmediler. ABD gibi küresel ölçekli bir gücün, devasa bir savaş makinasının yönünü hemen çevirmesi kolay değil. Çok hızlı giden ağır bir araç frene basıldığı an duramayacağı gibi, ani manevra yapıp geri de dönemez.

ABD ve NATO üyesi ülkelerin, İngiltere’de bir ajanının öldürülmesi üzerine Rus diplomatları sınır dışı etmesi, az önce ifade ettiğiniz üzere Rusya’ya etki kapasitesinin sınırlarını gösterme maksadı mı taşıyordu?

Evet, ABD, NATO, AB, yani Batı, Rusya’ya sınırlarına ulaştığını göstermek, daha ileri gitmesi halinde çatışacakları mesajı vermek istiyor.

Rusya böylesi bir çatışmayı göze alır mı?

Rusya’nın hem konvansiyonel hem de nükleer çatışma kapasitesi var ama iktisadi kapasitesi sınırlı. Dolayısıyla da böylesi bir çatışmanın Rusya açısından sürdürülebilirliği yok. Fakat sadece Putin değil, Batı da böylesi bir çatışmayı göze alamaz. Çünkü böylesi bir çatışmanın dünyada nasıl bir enkaz yaratabileceğini, Pandora’nın kutusu açıldığında ne çıkacağını kimse öngöremiyor. Dünyadaki mevcut durum, I. Dünya Savaşı öncesi koşulları andırıyor. Başta Çin olmak üzere yükselmekte olan güçler dünyadaki iktisadi dengeleri değiştirirken, siyasi ve askeri nüfuzlarını da artırma peşindeler. Rusya, Sovyetler sonrası kaybettiği nüfuzunu tekrar kazanma derdinde. Dolayısıyla Batı’nın karşısında Rusya ve Çin üzerinden gevşek de olsa bir koalisyon oluşuyor. Dünya ekonomisi de son otuz senedeki neoliberal dönemde yakaladığı büyük büyümeyi yakalamaktan uzak. Ekolojik kriz de dahil sürekli bir krizin arefesinde olduğumuzu söylemek mümkün. Bu da bizi büyük bir paylaşım savaşına götürebilir.

RUSYA’NIN ABD UÇAĞINI DÜŞÜRMESİ FERDİNAND’IN ÖLDÜRÜLMESİ ETKİSİ YARATABİLİR

Yani üçüncü bir dünya savaşı mı söz konusu?

Evet, çok uzak bir ihtimal olsa da böyle bir risk ne yazık ki var. Amerika’yla Çin arasında ticaret savaşları gündemde. Batı ve Rusya arasında Doğu Avrupa, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da bir nüfuz mücadelesi yaşanıyor. Hiç beklenmedik bir anda, hiç beklenmedik bir yerde çakılabilecek bir kıvılcım, büyük savaşı tetikleyebilir. Kâhin pozisyonuna düşmek istemem ama büyük bir paylaşım savaşının siyasi ve iktisadi altyapısı hazırlanıyor, emareleri ruşeym halinde var. Tarihsel bir okuma yaptığımız zaman I. Dünya Savaşı öncesi uluslararası sistemin yapısına benzer bir yapı ortaya çıkıyor. Bu yeteri kadar korkutucuyken, bu kadar fazla silahlı aktörün, son derece küçük bir coğrafyada bu kadar yan yana durması daha da endişe uyandırıcı. Kazara bir Rus uçağının veya savunma füzesinin bir Amerikan uçağını düşürmesi I. Dünya Savaşı’nı başlatan, 28 Haziran 1914'te Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun Veliahtı Arşidük Ferdinand'ın Bosna'nın başkenti Saraybosna’da öldürülmesi etkisi yaratabilir. Tarafların henüz o denli gergin bir atmosfer yaşamadığını, herkesin daha dengeli bir siyaset yürütmeye çalıştığını, dolayısıyla bunun şimdilik uzak bir ihtimal olduğunu söyleyebiliriz ama bu olabilir. Çünkü sürtünme alanı olan bölgede güçler birbirine çok yakın ve Suriye sahasında çok fazla yanıcı madde var.

I. Dünya Savaşı öncesinin bugüne benzeyen koşulları nelerdi?

Sömürgeci ülkeler içinde başat hale gelmiş bir İngiltere’nin karşısında sömürge elde edememiş ama iktisadi açıdan yükselişte olan ve bu yükselişlerini askeri alanda da taçlandırmak isteyen, aynı zamanda sömürge arayışında olan Almanya ve İtalya gibi güçler vardı. Küresel iktisadi sistemde de liberal politikalar hakimdi. Böylesi bir ortamda küresel güçler arasında ciddi bir rekabet yaşandı ve yeni yükselişe geçmiş olan Almanya savaşın müsebbibi oldu. Elbette şu anda iki kutuplu sistemin çökmesinden sonra Amerika’nın başat olduğu tek kutuplu bir dünya sisteminde yaşıyor gibiyiz. Özellikle askeri açıdan ABD’nin ezici bir üstünlüğü var ama bu üstünlüğünün, hegemonik gücünün yıprandığını da söyleyebiliriz. Buna mukabil özellikle Çin’in bir yükselişi var. I. Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi başat bir güç hegemonik özelliğini kaybederken diğer bir güç iktisaden güçleniyor ve siyasal, askeri taleplerde bulunuyor.

Fakat Çin, güç mücadelesinin ana sahası gibi görünen Suriye’de ve Ortadoğu’da aktif olarak yer almıyor…

Zaten bunu Suriye’ye ilişkin söylemiyorum. Fakat Asya-Pasifik’e baktığınız zaman, Çin’in Kuzey Kore, Japonya ve Amerika rekabetinde ciddi bir unsur olduğunu görüyoruz.

Türkiye, Suriye’de kendi ordusuyla Cerablus’tan Afrin’e kadar belli bir coğrafyayı kontrol altında tutan tek bölge ülkesi. Bu, Türkiye’yi, büyük güçlerin sürtüşme alanında nasıl bir pozisyona getiriyor?

Türkiye’de rejimin bir beka kaygısı var. Suriye’deki ve Irak’taki gelişmelere de bağlı olarak olası bir bağımsız Kürt devletinden kaynaklı tehdit altında olunduğuna Türkiye’yi yönetenler gerçekten inanıyor. Hem bu tehlikeyi püskürtmek hem de Suriye savaşı biterken müzakere masasında olmak Türkiye’nin ana hedefi.

TÜRKİYE’NİN KÜRTLERLE ANLAŞMASI UZAK İHTİMAL

Esad’la kavgalı olan Türkiye nasıl oluyor da onu ayakta tutan İran ve Rusya’yla ittifak kurabiliyor?

Esad’ın devrilmesi zaten uzun zamandır hedef olmaktan çıkmış durumda ama İran ve Rusya’yla da taktiksel bir ittifak söz konusu. Türkiye’nin özellikle İran’la çıkar farklılıkları sebebiyle uzun vadeli bir ittifak yürütemeyeceğini düşünüyorum. İran ve Rusya ile ittifakı yaratan da ABD’nin Suriye’deki varlığı oldu. Keza, eğer ABD Suriye’de Kürtlerin başını çektiği SGD’ye destek vermeseydi, Türkiye de İran ve Rusya’yla bu denli yakın bir yakınlaşmaya gitmeyecekti. Rusya, NATO müttefiki olan Türkiye’yi yanına çekmeye çalışırken, onun Suriye’nin kuzeyindeki muhaliflere desteğini de sınırlandırabiliyor. Öte yandan İran da hem ABD’nin Irak ve Suriye’deki nüfuzunu artırmasını engellemek hem de Suudi Arabistan’ın başını çektiği ve İsrail’in perde arkasından desteklediği Sünni cephesine karşı Türkiye’yi en azından tarafsız kılmaya çalışıyor. Türkiye ise ABD’ye “sen burada hasımlarımla ilişki kurarsan, ben de hasımlarınla ilişki kurarım” demek istiyor.

Türkiye’nin hasım kabul ettiği Kürtlerle masaya oturması, dolayısıyla ABD’yle ilişkilerini iyileştirme yoluna gitmesi olasılığı var mı?

Türkiye’nin Kürtlerle anlaşması uzak bir ihtimal gibi görünüyor. Çünkü az önce de söylediğim gibi, Türkiye, Kürtleri ulus-devleti dağıtacak bir varoluşsal tehdit olarak görüyor. Türkiye açısından Kürtlerle bir egemenlik paylaşımına dayalı anlaşmanın kabul edilebilirliği olmadığı için, bu meseleyi kontrol edilebilir bir noktada tutmaya çalışıyor.

Suudi Arabistan’ın başını çektiği Körfez ülkeleri başta olmak üzere İran’a karşı ciddi bir blok oluşurken, Türkiye İran’la ilişkilerini iyi tutan tek Sünni devlet olarak görünüyor. Anti-Kürt politikasının bu iyi ilişkilerin başat sebebi olduğu biliniyor. Kürt meselesini kontrol edilebilir bir noktada sürdürme çabasının Türkiye’ye uzun vadede maliyeti ne olur?

Bir kere sadece Kürtler üzerinden yürütülen bölge politikası Türkiye’in elini-kolunu bağlıyor. Fakat Kürt meselesi rejim açısından varoluşsal bir tehdit olarak algılandığında, hem askeri hem iktisadi açıdan ağır bir yük yarattığı, manevra alanını daralttığı halde katlanılabilir bir yük olarak görülüyor. Öte yandan İran’la şu an sürdürülen yakın ilişki kısa vadelidir. İran ve Türkiye, Osmanlı’dan beri bölgenin iki rakip gücü. Dolayısıyla Suudi Arabistan’ın liderliğindeki Körfez ülkeleri ve İsrail’in İran’a karşı duruşu Türkiye açısından riskleri artırsa da olası bir çatışmada Türkiye asla İran tarafında yer almaz.

Peki Türkiye’nin böylesi bir çatışmada takınacağı muhtemel tavır ne olur?

İran-Irak savaşında da gördüğümüz gibi Türkiye, Şii İran’a karşı Sünni Irak’ın yanında yer almak yerine bir tür ara pozisyona geçmişti. Bu manada bir devamlılığın olabileceğini düşünüyorum.

ABD’nin İran’a müdahalesi söz konusu olduğunda da bu ara pozisyon korunabilir mi?

Böylesi bir savaşta ABD, Türk hava sahasını, İncirlik Üssü’nü kullanırsa, İran’ın Malatya’daki radar sistemine bir saldırısı gerçekleşirse Türkiye ve İran arasında askeri kriz patlak verebilir. Tabii Türkiye, Irak işgali öncesinde yaptığı gibi ABD’nin vaat ettiği havuçlara kanmazsa, böylesi bir krizden kurtulabilir.

ABD’nin Irak işgali, Saddam’ın kimyasal silahlara sahip olduğu iddiası üzerine başlamıştı. Suriye’de yedi yıldır yaşanan savaşta yüzbinlerce insan öldürüldü, milyonlarcası yerinden oldu fakat Duma’da kimyasal silah kullanıldığı iddiası üzerine ilk defa ABD’nin büyük müdahalesi gündeme geldi. Kimyasal silah neden uluslararası güçler açısından kırmızı çizgi?

Sivillerin kimyasal silahla yahut varil bombasıyla öldürülmesi arasında sadece teknik bir fark var. Fakat nükleer, biyolojik ve kimyasal silahların devletler sistemi içinde olmayan aktörlerin eline geçmesi olasılığının yüksekliği, bu aktörler tarafından kullanılabilme kolaylığı, kullanıldığı zaman buna karşı operasyon yürütme zorluğu, uluslararası sistem içindeki devletleri çeşitli sözleşmeler geliştirmeye mecbur ettiği gibi, devletlerin de bu potansiyellerinin sınırlandırılması isteniyor.

ABD’NİN İRAN SALDIRISI İKİNCİ BUSH HEZİMETİ YARATIR

Mayıs ayında Trump’ın İran’la Obama döneminde imzalanmış Nükleer Anlaşma’yı rafa kaldırma ihtimali var. İran Devlet Başkanı Ruhani, bu anlaşmanın rafa kaldırılmasının ABD’ye kaybettireceğini söylerken ne kastetti?

İran, anlaşma sonrasında nükleer kapasitesini ciddi oranda sınırlandırdı. Zenginleştirme tesislerinde etkin bir uluslararası denetim, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu tarafından yapıldı. İsrail bile İran’ın anlaşmaya uyduğunu kabul ediyor. İran’ın nükleer silah geliştirme arzusu, rejimin herhangi bir dış tehdide karşı caydırıcı olma motivasyonuna dayanıyor. İran’ın anlaşmanın gereklerine uyduğunun da Saddam’ın elinde böylesi silahların olmadığının da artık tüm dünyada kabul gördüğü açıkken, Amerika’nın tüm dünyayı karşısına alarak İran’a bir saldırı gerçekleştirmesi ikinci bir Bush hezimeti yaratır.

Irak işgali Bush için bir hezimet miydi?

Hem iç kamuoyuna hem uluslararası kamuoyuna izah edemediği için bir hezimetti. Ayrıca Irak işgali ABD’nin özellikle Ortadoğu’da tüm yumuşak gücünü kaybetmesiyle sonuçlandı.

TÜRKİYE’YLE BATI ARASINDA KARŞILIKLI BİR MUHTAÇLIK İLİŞKİSİ VAR

Suriye, uluslararası güçlerin vekalet savaşı yürüttüğü bir saha olarak işlevselleştirilirken, Türkiye, Batı açısından nasıl bir ülke olarak görülüyor?

Türkiye Batı açısından hep sorunlu bir müttefik oldu. Uluslararası sistemin kendisine manevra alanı tanıdığı konjonktürlerde bölgeye ilişkin Batı’dan farklı politikalar geliştirebildi. Örneğin Kıbrıs’ta Batı’nın hilafına bir askeri harekât gerçekleştirebildi Türkiye. Irak’ın işgali sırasında da Amerika’nın politikasına karşı bir tutum takınabildi. Aynı şey Suriye politikasında da geçerli. Türkiye, Batı’yla siyaseten uyuşamadığı belli noktalarda kendi istediğini yaptırma konusunda kapasitesini sonuna kadar kullanma, bunun için sahadaki koşulları değiştirme güdüsüne sahip bir devlet. Ama bunun da bir sınırı olduğu için zorlayıcı bir oyuna girişiyor. Fakat Batı’nın da elinde, bölgede Türkiye’ye karşı yedekleyebileceği farklı bir müttefik yok. Türkiye’nin karşı cepheye, İran-Rus eksenine geçmesi Batı açısından kabul edilebilir bir kayıp değil. O yüzden bu tür durumlarda Türkiye’ye karşı hep yatıştırma politikası güdülüyor. Bunun kafi gelmediği durumda ise Obama’nın beyzbol sopası göstermesi veya Menbiç’te olduğu gibi sahadaki askerini konuşturması gibi sembolik jestler gelebiliyor. Diğer yandan Türkiye açısından da Rusya hem ABD’yi dengelemek için önemli bir koz hem de önemli bir rakip. Türkiye ve Rusya’nın Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ve Karadeniz politikaları taban tabana zıtken, aradaki sıklet farkı dolayısıyla Türkiye’nin ABD ve Batı’ya muhtaç olduğunu da söylemek gerekir. Yani Türkiye’yle Batı arasında karşılıklı bir muhtaçlık ilişkisi var. İkisi de birbirinden vazgeçemez. Aynı şekilde ne İran ve Rusya Türkiye’yi yanlarına çekebilir ne de tam olarak ilişkilerini koparabilir. Bir denge oyunu bu.

KÜRTLERİN KADERİNİ KURDUKLARI İTTİFAKLAR VE KÜRESEL DİNAMİKLER BELİRLEYECEK

Suriye’de Kürtlerle Araplar arasındaki ilişki ne düzeyde?

Suriye Demokratik Güçleri’nin Rakka, Deyrizor operasyonları ve Haseke’de Arapların yoğunlukta olduğu bölgeleri almasından sonra Sünni Araplarla Kürtler arasında önemli bir ittifak gelişti. SDG’nin Arap bileşeni çoğunlukla aşiretlerden oluşuyor. Bu aşiretlerin Irak sınırlarında da uzantıları var. IŞİD’in yükselişi sırasında da gördüğümüz gibi bu aşiretler çoğunlukla güçlü kimse, onunla ittifak kuruyor. Yani Amerika’nın yokluğunda rejimle bir ilişki kurmaya çalışabilir ve Kürtleri de buna ikna etmek isteyebilirler.

Bölgesel ve uluslararası güçlerin çatışma riskleri, kısa veya uzun vadeli ittifakları Kürtlerin geleceğine ilişkin nasıl bir çıkarsama yapmayı sağlıyor?

Kürtlerin kaderini, kendi özgüçlerinin ötesinde kurdukları ittifaklar ve bölgesel, küresel güç dinamikleri belirleyecek. Çünkü Kürtlerin kendi güçleriyle yapabileceklerinin çok daha ötesinde, hem küresel hem de bölgesel güçlerin hücum ettiği, esas özne olan bölge halklarının karar verme kapasitesinin kırpıldığı, zedelendiği bir coğrafyadan söz ediyoruz.

Söyleşinin başında I. Dünya Savaşı öncesi koşulların söz konusu olduğunu söylemiştiniz. O dönemin koşulları açısından bakıldığında I. Dünya Savaşı’nın önlenmesinin yolu var mıydı?

Savaş sonrasında bu tartışma çok yapıldı. O yüzden uluslararası alanda bu denli büyük bir savaşın tekrar etmemesi için kurumların oluşturulması, çatışmadan ziyade işbirliğinin öne çıkarılması önemli mülahazalar olarak öne çıktı. Buna istinaden de iki savaş arasında önce Milletler Cemiyeti kuruldu. Fakat Milletler Cemiyeti II. Dünya Savaşı’nı önleyemedi. İkinci Dünya Savaşı’nın ardındansa Birleşmiş Milletler kuruldu. Uluslararası kurumlar oluşturularak, ulus-devletlerin kendi aralarındaki rekabetlerin savaşa gitmeden önlenmesine, barışçıl çözüm mekanizmalarının geliştirilmesine çalışıldı. Ancak bugünkü uluslararası sisteme baktığımız zaman Birleşmiş Milletler’in birçok yerde çatışmaları, savaşları önlemede yetersiz kaldığını görüyoruz. BM Güvenlik Konseyi’nin mevcut güç dengelerini yansıtma açısından zaafiyet yaşadığı da açık. Bir kere Soğuk Savaş’ın başladığı 1945’teki güç dengeleri şu an yok. Hem BM’nin yapısında hem Güvenlik Konseyi’nde bir reforma ihtiyaç var. Bu reform yapılamazsa, siyasal, ekonomik ve askeri rekabet daha da artacak. Ekolojik kriz de kaynakların paylaşımı açısından ciddi bir baskı yaratıyor. Soğuk Savaş’tan sonra dünya kapitalizmi girebileceği her yere girdi. Ulaşılamayan pazar kalmadı. Tüm özel alanlar kapitalizm tarafından işgal edildi. Ekolojik kriz de doğanın dengesini bozan bu tarzda saldırgan bir büyümeyi imkânsız kılacak safhaya geldi. Dolayısıyla büyük güçler arasında kaynaklara ulaşım ve paylaşım rekabeti artacak gibi görünüyor. Bu da olası bir küresel savaş riskini artırıyor.

Erhan Keleşoğlu kimdir?

1997 yılında İstanbul Üniversitesi SBF Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde lisans eğitimini tamamlamış, 1999’da aynı bölümde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başlamıştır. 2001-2002 yılları arasında Ürdün Hükümeti bursu ile Ürdün Üniversitesi’nde (Amman, Ürdün) araştırmalarda bulunmuş, 2002 yılında “Oslo Sürecinde Filistin’de İktidar ve Muhalefet” adlı çalışmasıyla İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yüksek lisansını bitirmiştir. 2006’da bir dönem University of Southern California’da (Los Angeles, ABD) konuk araştırmacı olmuştur. Sonradan aynı adla Bilgi Üniversitesi Yayınlarından çıkan “İsrail Yurttaşı Filistinliler: Yurttaşlık, Kimlik, Siyaset 1948-2000)” başlıklı çalışmasıyla 2008 yılında İstanbul Üniversitesi SBF’den doktora derecesi almış, 2009’da yardımcı doçent olarak aynı kurumda ders vermeye başlamıştır. 2013-2014 yılları arasında konuk akademisyen olarak School of Oriental and African Studies (SOAS), University of London’da (Londra, Birleşik Krallık) bulunmuştur. İngilizce ve Arapça bilen Keleşoğlu; Filistin Sorunu, Arap-İsrail Çatışması, İsrail İç Politikası, Ortadoğu Siyaseti ve Türk Dış Politikası alanlarında çalışmaktadır. 29 Ekim 2016’da KHK ile üniversiteden ihraç edilmiştir.


İrfan Aktan Kimdir?

Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.