YAZARLAR

Fatih Akın: Daha fazla politik, daha az öfkeli

Fatih Akın, hikâyelerini politikleştirirken ilk filmlerindeki öfkeyi uzak tutmaya çalışıyor. “Kısa ve Acısız”, “Duvara Karşı”, “Solino” ve “Yaşamın Kıyısında”da patlayıp dinmeyen ve akıbetini düşünmeyen öfke; “Kesik”te sabırlı yolculuklara, “Paramparça”da planlı intikam arayışlarına dönüşüyor.

Fatih Akın, belki yaşının onu taşıdığı yer, belki dünyanın gidişatından duyduğu rahatsızlıktan, giderek politikleşen bir sinemaya doğru ilerliyor. 2014 tarihli Kesik'te Türkiye’den ABD’ye uzanan bir yol hikâyesi anlatıyordu. Ama 1915’te uygulanan Ermeni tehcirinin yakıcı sonuçlarını da üzerinde taşıyan bir karakterin yolculuğuydu izlediğimiz. Arada çok da ‘yönetmen filmi’ olarak değerlendiremeyeceğimiz Elveda Berlin'i çekse de, Cannes’da kadın oyuncu, Altın Küre’de yabancı dilde en iyi film ödüllerini kazanan son filmi Paramparça ile yeniden politik sulara döndüğü kesin. Üstelik hangi noktasında görev alacağı net olmasa da Rojava ile ilgili bir projeyi Instagram hesabından duyurmuştu.

Paramparça, Almanya’da 90’lı yılların sonundan 2010’ların başına kadar devam eden Neonazi saldırıları ve devlet erkânının gelişmeleri hasıraltı etme tutumundan hareketle ortaya çıkan bir film. Akın, röportajlarında filmdekine benzer bir bombalı saldırıdan yola çıkarak ana karakter Katja’nın hikâyesini kaleme aldıklarını (Hark Bohm ile birlikte) ifade ediyor. Film üç bölümden oluşuyor. İlk bölüm “Aile”de Katja’nın eşi Nuri ve altı yaşındaki oğlunu bombalı bir saldırıda kaybetmesini ve ardından gelen büyük acıyı takip ediyoruz. İkinci bölüm “Adalet”te, saldırıyı gerçekleştiren Neonazilerin yargılanma süreci, buna paralel olarak Alman polis teşkilatı ve adalet sisteminin sorunu ciddiye alma konusundaki isteksizliği, saldırganları koruyan tutumu gözler önüne seriliyor. Son bölümde ise kamusal adaletin tesis edilememesi üzerine Katja’nın kendi adaletini tesis etme çabalarını görüyoruz.

KARAKTERİN YOLCULUĞU

Film, Fatih Akın’ın ilk dönem filmlerinde rastlanmayacak bir şekilde (tıpkı Kesik’teki gibi) baştan sona tek bir karakteri takip ediyor. Hikâyede bir biçimde varolan hiçbir karaktere alan açmıyor, ancak Katja’nın hayatına değdikleri kadar seyirciyle temas etmelerine izin veriyor. Bu, seyircinin ana karakterde kalması, onun gözüyle dünyayı algılaması ya da onunla özdeşlik kurması amacını taşıyorsa bir noktaya kadar işlevli olduğu söylenebilir. Özellikle ilk bölümde Katja’nın yaşadığı kayıp acısının; ikinci bölümde Alman adalet sisteminin kayıtsızlığı karşısında önce yükselen, sonra dinginleşen öfkesinin seyirciye geçtiğini söylemek gerek. Filmi henüz izlememiş olanlar için açık etmemeye çalışarak finaldeki bireysel adalet arayışının beyaz bir Alman kadın tarafından gerçekleştirilmiş olmasının, hem de politik içeriği nedeniyle tartışmalar yaratmasına rağmen, kabul gördüğünü ifade etmek gerek. Diane Kruger’un olağanüstü performansının da bunda etkili olduğunun altını çizelim.

Sinemada bireysel adalet arayışına -Amerikan sinemasının çok sevdiği bir tür olması bir yana- Fatih Akın politik bir içerik kazandırmaya cesaret ediyor. Ancak filmin Fatih Akın’ın sinema serüveninin geldiği nokta açısından üzerinde durulmayı hak eden başka tarafları da var. Fırat Yücel, bu ayki Altyazı’da Akın’ın hikâye izleğinin Hollywood ile benzeştiğini, içeriğini politikleştirerek cesaretli bir adım atmış olsa bile aynı kalıpla hareket etmesinin ciddi sıkıntı olduğunu ifade ediyor. Tam da bu noktada, bu sürecin Paramparça'dan önce Kesik ile başladığını, oradaki hikâye anlatı formunun da Fatih Akın’ın ilk dönem yapıtlarından ve estetik çizgisinden uzak olduğunu belirtmekte fayda var.

GÜVENLİ ALANIN SULARINDA

Kesik'te tehcir ve soykırım gibi ağır bir alana girerken, meselenin her iki tarafını da incitmemeye dair aşırı hassasiyet, özellikle filmin ilk yarısını akamete uğratıyordu. Böylesine ‘sert’ konular için Hollywood anlatı kalıbı sorunları kişiler üzerinden tanımlamak, seyirciyi karakterden gözünü ayıramayacak bir şekilde koşullandırıp kaçış noktaları bulmak için büyük fırsatlar sunuyor. Böylece büyük bir politik durumun içinde debelenip duran karakterin peşinden gittikçe, çerçeve giderek daralıyor, anlatıcı da kendisini güvenli alanda hissediyor.

Paramparça, Almanya’da geçtiği ve de Fatih Akın gibi bir isim tarafından çekildiği için politik arka plana alan açıyor. Gerçekleşmeyen adaletten, Neonazilerin korunmasından ve uluslararası bağlantılarından, azınlıklar ve göçmenlerin bu saldırılar karşısında suçlu duruma düşürülmesinden, Katja ve Nuri’nin ailelerinin bu ilişkiyi baştan beri onaylamamış olmasından bahsediyor tabii ama değinerek, göstererek, “böyle bir durum da var” diyerek. Katja’nın gördüğünü görmemize izin veriyor ama hissettiklerini hissetmememiz için elinden geleni yapıyor.

Fatih Akın, sinemasını politikleştirirken (ya da politik hikâyelere doğru kaydırırken), ilk filmlerindeki öfkeyi uzak tutmaya çalışıyor. Kısa ve Acısız, Duvara Karşı, Solino ve Yaşamın Kıyısında'da patlayıp dinmeyen ve akıbetini düşünmeyen öfke, burada sabırlı yolculuklara (Kesik), planlı intikam arayışlarına (Paramparça) dönüşüyor. Fatih Akın sanki derdini seyirciye değil de festival yöneticilerine, akademi üyelerine, Alman devletine anlatmaya çalışıyor. Bu yüzden daha edepli olmaya, daha sakin durmaya, anlayabilecekleri dilden anlatmaya davranıyor.