YAZARLAR

Selma Gürkan: CHP, HDP ve sosyalistler ortaklaşmalı

EMEP Genel Başkanı Selma Gürkan, işçi sınıfının AKP’yi sorgulamaya başladığını fakat alternatifsiz olduğu için iktidarla bağını koparmadığını söylüyor. AKP iktidarının sonunun, işçi sınıfının ekonomik-sosyal talepleriyle demokrasi güçlerinin siyasal hedeflerinin ortaklaşmasıyla gelebileceğini söyleyen Gürkan’a göre, ABD’nin hesaplaşması AKP’yi yıpratmaz.

Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik buhranın AKP’ye etkilerini sadece sermayenin olası hareketlerine dayandırmak siyasi analiz yapmaya yetmez. Tablonun esas yüzünü işçi sınıfı oluşturuyor. Batan geminin kürek mahkûmları haline sokulmuş olan işçi sınıfı sessiz. Sesini çıkaran, greve yönelen işçilerin ise kafasına patronun ve iktidarın ortak sopası iniyor. İniyor inmesine de, peki işçi sınıfının siyasi eğilimi değişiyor mu?

İktidar mensuplarının cebe indirdiği iddia edilen milyon dolarlar havada uçuşurken, evine ekmek götüremeyen milyonlar açlıktan bitap durumda. Patronların, yöneticilerin, bankaların ve onlar ne istiyorsa veren iktidarın hâlâ işçi ve emekçi kitleler nezdinde karşılık bulması nasıl izah edilebilir? Türkiye’deki işçi sınıfının muhalefet cephesine geçmesi neden söz konusu olamıyor? ABD’de görülen Zarrab davasının, Man Adası’na yapıldığı iddia edilen milyon dolarlık havalelerin, yolsuzluk ve rüşvet çarkına ilişkin bilgilerin işçi ve emekçiler nezdinde bir karşılığı oluyor mu?

HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın 399 gün sonra “gıyaben” yargılandığı duruşmadan sonra buluştuğumuz Emek Partisi (EMEP) Genel Başkanı Selma Gürkan’la işçi sınıfının vaziyetini, seçimler yılı olan 2019 öncesinde işçi sınıfıyla muhalefetin ortaklaşma koşullarını ve AKP’nin yarattığı enkazı konuştuk…

EMEP Genel Başkanı Selma Gürkan

Selahattin Demirtaş’ın bugün (7 Aralık) Sincan’da görülen duruşmasında yargılamayı takip ettiniz. Demirtaş, tümü konuşmalarına dayanılarak hazırlanan 31 ayrı fezlekenin toplandığı bu davadan 399 gündür tutuklu. Bu davaya dair yorumunuz nedir?

Suçlamaların dayanaksızlığı bir tarafa, yargı sürecinin işletiliş biçimi bile problemli. Demirtaş’a yöneltilen suçlamaların tümü aslında bizatihi AKP’yi mahkûm edecek unsurlar içeriyor. Dava AKP’nin tercih ettiği konjonktürle doğrudan bağlantılı. Yargılamanın bir yanı Kürt sorununun çözümsüzlüğü üzerine kurulu, diğer yanı da muhalefeti bastırma hedefi üzerine. Demirtaş ve Yüksekağ başta olmak üzere HDP’li milletvekilleri, DBP’li belediye başkanları bu yüzden hapiste. Bu tutuklulukların hukukla açıklanacak bir yanı yok.

Demirtaş, hakkındaki toplam 96 fezleke üzerine yapılan duruşmaların hiçbirine çıkarılmadı. HDP’iler “Demirtaş mahkemeden kaçma iddiasıyla tutuklandı ama mahkemeler ondan kaçıyor” diyor…

Figen Yüksekdağ’ın katıldığı duruşmada da görüldü ki, yargılanan yargılayanın, yargılayan yargılananın yerine geçiyor. Demirtaş da mahkemeye çıkarılsa benzer bir tablo oluşturacaktı. Demirtaş ne yapmış? Adam mı öldürmüş, rüşvet mi yemiş, devleti mi soymuş? AKP’li eski bakanların aldığı rüşvetin ABD’de görülen Reza Zarrab davası bağlamında konuşulduğu bir dönemde Demirtaş’ın siyasal demeçleri üzerinden yargılanıyor olması trajikomik. Diğer yandan AKP kendisini güvenceye almak için yolsuzluk-usulsüzlük siyasetinin birikimi sonucunda kendi belediye başkanlarını görevden alırken HDP ve DBP’li belediyelerin üzerine bu kadar gidildiği halde hiçbir yolsuzluk tespit edilebilmiş değil. Bu da ayrı bir trajikomik tablo olarak kaydedilmeli.

Demirtaş’ın avukatları bugün tarihi bir duruşma olduğunun altını çizdi. Sol hareketlerin duruşmayı güçlü bir biçimde takip ettiğini söyleyebilir misiniz?

SYKP eşbaşkanı, EHP eşbaşkanı, HDP’li milletvekilleri oradaydı. Onların dışında belki ÖDP Başkanlar Kurulu üyelerinin ve HTKP yöneticilerinin eksikliği söz konusuydu. Ama sol-sosyalist kesimler bu yargılamaları güçlü bir biçimde takip ediyor. Fakat sol hareketlerin duyarlılığından çok bu yargılamalara güçlü bir demokrasi mücadelesiyle yanıt verilmeliydi. Ne yazık ki bunun eksikliğinin Türkiye’deki siyasal konjonktürden, toplumsal hareketin ivmesinden bağımsız olmadığını söylemeliyim. Eğer bu yargılamalara kitlesel bir mücadeleyle karşılık verebilseydik yaptırım gücü olacaktı. Ama ne yazık ki ekonomik-sosyal taleplerle ilgili mücadelede olduğu gibi siyasal taleplerle ilgili mücadelenin de ivmesi düşük.

İŞÇİ VE EMEKÇİLER KENDİLERİNİN İKTİDARDA OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYOR

İktidarın yolsuzluk-rüşvet iddialarıyla başı dertteyken, ekonomik darboğaz yakıcı hale gelmiş ve enflasyon yüzde 12-13 civarına dayanmışken, işçi sınıfı ağır bir sömürü altında inlerken neden sarsıcı bir demokratik mücadele odağı oluşturulamıyor?

AKP’nin hâlâ emekçiler üzerinde önemli bir siyasi ve ideolojik etkisi var. Hükümet dini çok fazla istismar ettiği için işçi ve emekçiler kendi din ve inançlarından bir ismin, dolayısıyla da kendilerinin iktidarda olduğunu düşünüyor. Fakat özellikle son birkaç yıldır AKP’nin politikalarının bir sonucu olarak işçi ve emekçi halk kesimleri içinde bir sorgulamanın başladığını görüyoruz. 7 Haziran sonuçları, keza bütün baskı ve şiddete rağmen 1 Kasım’da HDP’nin barajı geçmiş olması, CHP’nin çağrısıyla gerçekleştirilen Adalet Yürüyüşü’nün tüm kesimlerde karşılık bulması bu sorgulamanın bir sonucudur. Ayrıca HDP’nin adalet ve vicdan nöbetleri tüm engellemelere rağmen önemli bir biçimde sahiplenildi. 16 Nisan referandumundan çıkan sonuç da halkın bir seçenek arayışı içinde olduğunu gösterdi. Bu arayış, bir mücadele eğilimini de barındırıyor. Fakat henüz AKP’nin siyasal etkisinin emekçiler üzerinde tümden silinmiş olduğunu söyleyemiyoruz. Çünkü halk henüz kopuş noktasında değil, sorgulama aşamasında.

ABD’NİN HESAPLAŞMASI AKP’Yİ YIPRATMAZ

Son günlerde başta Zarrab davası olmak üzere iktidarın bulaştığı yolsuzluk ve rüşvet iddialarının işçi ve emekçi sınıflar nezdinde bir karşılığı oluyor mu?

Biz EMEP olarak sanayi havzalarında faaliyet yürütüyoruz. Temas ettiğimiz işçiler arasında AKP’ye, MHP’ye veya CHP’ye oy verenler de var. AKP’ye oy veren işçi ve emekçiler arasında bir sorgulama ve sessizlik vardı ki, buna benzer bir sessizlik 7 Haziran öncesinde de vardı. Çünkü hükümetin politikalarını onaylamıyor ama henüz ondan vazgeçmiş de değil. Derin bir sessizlik atmosferi hakim. Buradaki temel eksiklik, işçi sınıfının güncel sorunlarını çözebilecek alternatif bir siyasi merkezin henüz oluşmamış olması. Şimdi “siz de emekçiler içinde faaliyet yürüten bir siyasi partisiniz ve neden siz bir seçenek değilsiniz” diye soracaksınız. Fakat öncelikle işçi ve emekçilerin kendi gücüyle sorunları çözebileceğine inanması, bunun bilinciyle hareket etmesi gerekiyor.

Sol-sosyalist hareketlerin hedeflerinden biri zaten bu bilinci oluşturmak değil mi?

Tabii, EMEP’in varlık sebebi de bu. Fakat işçi ve emekçi sınıflardaki bilinç henüz AKP’nin siyasal etkisini kırıp kurtuluşunu sağlayacak düzeyde değil.

Bu bilincin oluşması için AKP’nin dışsal faktörlerle yıpranması mı bekleniyor?

Hayır, çünkü biz örneğin ABD’nin hesaplaşmasıyla AKP’nin yıpranmayacağını biliyoruz. Zarrab davası da ABD’nin AKP’yi kendi çizgisine çekme hamlesidir. Yoksa ABD’nin Zarrab’ın verdiği rüşvetlerle ilgilendiğini hiç sanmıyorum. Fakat AKP’yi içine girdiği kirli ilişkiler üzerinden bölge siyasetine razı etmek istiyor. AKP, ABD’yle uzlaşıya girerse, emin olun Zarrab davası kapanır.

AKP’NİN PUSULASI EMPERYALİSTLERLE İLİŞKİLERİ İŞARET EDİYOR

AKP de tam olarak kendi tabanına “ABD emperyalizmine boyun eğmediğimiz için bize kumpas kuruluyor” diyor…

AKP’nin anti-emperyalizmle bir alakası yok. Aksine, emperyalist güçlerin çıkar çatışmalarının yarattığı boşlukları değerlendirerek kendisine bir çıkış yolu bulmaya, bölgede hegemonyasını kurmaya çalışıyor. Bu anti-emperyalistlik değil, ABD ve Rusya gibi iki emperyalist güç arasındaki tercihleriyle ilgilidir. AKP anti-Amerikancı da değil, anti-emperyalist de. Siz hiç bu gerilimler üzerine uluslararası tekellerle sözleşmelerden herhangi birinin iptal edildiğini gördünüz mü? Anti-emperyalistseniz, bunun öncelikli koşulu NATO’dan ayrılmak ve silah sözleşmeleri dahil tüm askeri, ticari anlaşmaları iptal etmektir. AKP, Almanya’yla, İsrail’le sorun yaşadı ama silah ticareti devam etti. ABD’yle sorun yaşıyor ama ticaret devam ediyor. Rusya’yla da sorunlar yaşanırken, Ruslar ambargo koyana kadar ticari ilişkileri devam ettirdiler. Rusya, Türkiye’nin ekonomisini ambargoyla silkeleyince de AKP gidip özür diledi ve ilişkiler tekrar başladı. Özetle AKP pusulasının yönü her zaman Batılı emperyalistlerle ilişkileri işaret ediyor.

Türkiye’deki işçi ve emekçi sınıfların sorunlarına dönelim. Siz parti olarak işçilere ne kadar ulaşabiliyorsunuz?

Parti olarak emekçiler içinde faaliyet yürütürken çok fazla sıkıntıyla, engellemeyle karşılaşıyoruz. İşyerlerinin düzenlenmesi bile bizim işçilere ulaşmamızı engellemek üzere yapılıyor.

Nasıl yani?

İşçileri taşıyan servisler, onları fabrikanın bahçesine kadar götürüyor ve bizler giremiyoruz mesela. İşçilere ulaşabilmek için onların servislere bindiği duraklara veya evlerine gitmemiz gerekiyor. Emekçilere bu zorluklar içinde ulaşmaya çalışıyoruz. Öte yandan biz işçilere bir bilgiyi ulaştırabilsek bile, akşam eve döndüklerinde tüm TV kanallarında iktidarın propagandasıyla karşılaşıyorlar. Bir TV kanalında cumhurbaşkanı, öbüründe başbakan, diğerinde bakanlar, bir başkasında milletvekilleri, “stratejistler” AKP’nin politikalarını pompalıyor. O zaman bizim etkimiz sınırlanıyor. AKP işçilere ulaşmamızı engelleme yöntemini çeşitli deneyimlerle buldu. Bizler daha önce fabrika önlerinde bildiri dağıtıyorduk ama sonra buluşmayı engellemek için servisleri içeri alma yöntemini denediler.

Siz yeni yöntemler deniyor musunuz peki?

Tabii ki, her türlü yöntemle işçilere ulaşmaya çalışıyoruz.

SENDİKALAR, İŞÇİLERİ ATMAK İÇİN PATRONLARLA İŞBİRLİĞİ YAPIYOR

Sendikalar üzerinden bunu yapmaya çalışıyor musunuz peki?

İşçi sınıfı kendi talepleriyle ilgili mücadele ederken sadece patronla değil, iktidarla ve sendikal bürokrasiyle de karşı karşıya geliyor. Biz, düşüncesi ne olursa olsun, işçi sınıfının kendi örgütlülüğünü sağlamasını önemsiyoruz. Yani sendikaya üye olmak tek başına örgütlülük anlamına gelmez. İşçinin kendi kararını alacağı ve bu kararları uygulayacağı mekanizmaları yaratması gerekiyor. Biz de girdiğimiz her yerde bu mekanizmaları yaratmaya çalışırız. Bu da sendikal bürokrasinin işine gelmiyor ve bu sefer sendikalarla da karşı karşıya geliyoruz. Sendikal bürokrasi kendi öz örgütlerini, komitelerini kurduklarını ve kendisine muhalefet ettiğini gördüğü işçileri işten atmak için patronla işbirliği yapmaktan çekinmiyor!

Hükümete yakın sendikalardan mı söz ediyorsunuz?

Bu eğilimler kendisini solda tanımlayan sendikalar için de geçerli. İşçi sınıfı bir yandan devletle, AKP’nin ideolojik hegemonyasıyla baş etmeye çalışırken bir yandan da sendikal bürokrasiyle karşı karşıya kalıyor. Bu kadar devasa bariyerlere karşı mücadele etmek zor ama imkânsız değil. Metal işçilerinin direnişleri buna iyi bir örnektir. Metal işçilerinin önemli bölümü AKP ve MHP’ye oy veriyor. Ama o işçiler bıçak kemiğe dayanınca, Türk Metal İş gibi işçi haklarının tırpanlanması dâhil pek çok uygulamada sorumluluğu olan bir sendikaya rağmen ayaklandılar, sözleşmeye müdahale etmeye çalıştılar.

OHAL uygulamalarının işçi mücadelesine etkisi ne yönde oldu?

OHAL döneminde önemli altı grev yasaklandı. Emekçiler aleyhine sömürü yasaları peş peşe çıktı. Kiralık işçilik, kıdem tazminatlarının, kamu emekçilerinin iş güvencesinin kaldırılmasının gündeme gelmesi sömürü sisteminin yeniden düzenleme gayretinin bir parçası.

TAŞERON DÜZENLEMESİ İŞÇİLERİN ÖFKESİNİ DİNDİRME PROJESİDİR

Peki AKP’nin taşeron işçilerin kadroya alınmasıyla ilgili projesini nasıl yorumluyorsunuz?

Taşeron, iktidarın açtığı ve derinleştirdiği bir yara zaten. Bu düzenlemeyle de yaranın sarılmayacağını düşünüyoruz.

Neden?

Bir kere taşeron yasaklanmıyor. Keza emekli olup çalışanlar bu düzenlemeden yararlanamayacak. Emekliliği gelmiş olanları da emekli olmaya zorlayarak kadroya almamaya çalışacaklar. Geriye kalan işçilerin oranını ise bilmiyoruz. “Mevcut haklarıyla kadroya alınacak” deniyor ama o mevcut haklar, bugünkü ücret ve sözleşme koşulları mı, belli değil.

Sizce AKP neden böyle bir düzenlemeye başvurdu?

Ayyuka çıkan rüşveti ve işçilerde biriken öfkeyi kapatmak için bu yola başvuruldu.

Bu tür adımlar, başta da söylediğiniz üzere henüz AKP’yle bağını koparmamış olan emekçi kesimlerin 2019’daki seçimlerde tercihlerini iktidar aleyhine değiştirmemesini sağlar mı?

AKP’nin hedefi bu ama bunun emekçiler üzerinde ne kadar tesir uyandıracağını önümüzdeki süreç gösterecek. Bir taraftan milyonlarca euroluk rüşvet tartışmaları sürerken, bir yandan da hükümet işçilerden asgari ücret konusunda fedakârlık istiyor. İşçilerin ise bu fedakârlığı yapacak hali yok. 14 yılın en yüksek enflasyonuyla karşı karşıyayız. Önceki seçimlerde AKP programına işçi ve emekçilere yönelik en azından vaatler koyarken 7 Haziran ve 1 Kasım’da bunu bile yapmadı. Çünkü dış politikası, Kürt sorununda çözümsüzlük siyaseti çökmüş durumda olan AKP, siyaseten olduğu kadar iktisaden de sıkışmış durumda. O yüzden 2019 öncesinde emekçi kesimlerin oyunu kazanmak için atacağı adımlar yetmeyeceği gibi, yeni bir toplumsal muhalefetin de filizlenmesi söz konusu.

İşçi sınıfı böyle bir mücadele potansiyeli barındırıyor mu gerçekten?

Bir kere işçiler şu anda kendi alanlarıyla sınırlı bir mücadele yürütebiliyorlar. Bu önemli bir eksiklik.

Sol muhalefet neden bu ayrı ayrı direnişleri birleştirecek bir mücadele programı üzerine çalışmayı denemiyor?

İşçi mücadelesini dışarıdan bir etkiyle düzenlemek, iki ayrı fabrikadaki iki ayrı direnişi birleştirmek çok mümkün olmuyor. Parti programımızda da belirttiğimiz gibi, işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır. Dolayısıyla işçi sınıfı siyasal gericiliğe karşı mücadeleyi de kendi örgütlü gücü ve bilinciyle yapabilecektir. Elbette bu kendiliğinden olmayacağı için bizim görev ve sorumluluğumuz var. Nitekim işçilerin kendi sınıfsal çıkarları ve bu çıkarlarının siyasetinin nerede olduğunu işçilere anlatmaya çalışıyoruz. Metal iş kolundan cam iş koluna, tekstilden petro-kimyaya kadar, farklı iş kollarından veya aynı iş kolundaki farklı statülerden işçilerin çıkarları aynı zamanda sınıfının da çıkarlarıdır. İşçiler içinde bunu gözeterek çalışma yürütüyoruz. İşçi sınıfının kendi içinde birlik sağlaması da yetmez. Toplumsal çıkarlar bağlamında da bu birliği sağlamak gerekiyor. Kürt sorunu örneğin, salt Kürt halkının değil, tüm toplumsal kesimlerin olduğu gibi işçi sınıfının da sorunudur. Laiklik, inanç özgürlüğü de böyledir. İnanç özgürlüğü ve gerçek laiklik aynı zamanda işçi sınıfının da ihtiyacı ve talebidir. Yani işçi sınıfının ekonomik-sosyal sorunlarına yönelik taleplerini siyasal sorunların yarattığı taleplerle birleştirmek zorundayız.

İŞÇİ SINIFINDA YERLİ-SURİYELİ AYRIŞMASI YAŞANIYOR

Üç milyonu aşkın Suriyeli mültecinin önemli bir bölümü Türkiye’deki işçi sınıfına dâhil oldu ama onların koşullarının çok daha kötü olduğunu biliyoruz. Suriyeli işçiler, Türkiye işçi sınıfı içinde nasıl bir konumda yer alıyor?

İşçi sınıfının önündeki engelleri sayarken devlet ve işverenin baskılarını, sendikal bürokrasiyi konuşuyoruz ama bir o kadar önemli bir engel de sınıfın kendi içindeki parçalanmışlığıdır. İnançlar, mezhepler, etnik kimlikler, sol-sağ üzerinden parçalanmışlığa şimdi de yerli ve göçmen işçi üzerinden parçalanmışlık eklendi. Suriye’den göçler başladığı andan itibaren göçmen işçilerle yerli işçilerin enternasyonal birliğini sağlamak için çalışmalar yürüttük. Adana’da, Antep’te, İstanbul’da göçmen işçilere karşı fiili saldırılar gerçekleştiğinde, işçilerin bu saldırılara karşı tutum almasını sağlamaya çalıştık. Örneğin İstanbul-Çağlayan’daki bir işletmede Suriyeli işçiler asgari ücretin altında çalıştırılınca yerli işçiler, ücreti aşağıya çektikleri için onlara öfke duymaya başlamıştı. Arkadaşlarımız buna müdahale etti ve yerli işçiler, Suriyeli işçilerin asgari ücretin altında çalıştırılmaması için iş bıraktılar. Bu eyleme Suriyeli işçiler de dâhil olunca kazanım sağlandı. Antep’te, Adana’da da benzer çalışmalar yaptık. İşçi sınıfının birliği etnik, mezhepsel, yerli-göçmen ayrımlarına karşı mücadeleyi gerektiriyor.

Çağlayan’daki işçi bilincinin yükselmesi açısından çok enteresan bir örnek aslında. Yerli işçilerin öfkelerini Suriyeli işçilerden çekip işverene yönlendirince, sonuçta kazanan her iki işçi grubu oluyor…

Elbette, sonuçta yerli işçi kendi standardı düşmesin diye yürüttüğü mücadeleyle göçmen işçi için de bir kazanım sağlamış oluyor.

AKP USTA BİR SERMAYE PARTİSİDİR

Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçtiğimiz gün Muş’ta yaptığı konuşmada, bazı yerli sermayedarların paralarını yurt dışına çıkarmaya çalıştığını ve bunu vatana ihanet olarak algılayacaklarını söyledi. Fakat ertesi gün yanlış anlaşıldığını öne sürerek “isteyen herkes parasını yurt dışına çıkarabilir” dedi. İktidarla yerli sermaye arasındaki gerilimin tırmanmasını bekliyor musunuz?

Hükümetle en fazla didişir gibi görünen TÜSİAD’a bakalım. Dışarıdan gelen sermaye akışını güvenceye alma kaygısından kaynaklı itiraz ve eleştiriler dışında sesini çıkartmıyor. AKP ile sermaye arasında bir gerilim yok. Sadece çıkarlara dayalı dönemsel karşı çıkışlar söz konusu.

AKP sermaye için her türlü kolaylığı sağlarken neden yerli sermaye gözünü dışarıya dikiyor?

Çünkü hükümetin siyasal gericiliği, dışarıdan sermaye akışını da azaltıyor. AKP’nin en çok övündüğü ekonomi, dışarıdan sermaye girişine tabi. Erdoğan, IMF borcunu kapattığını söylüyor ama Türkiye’nin dış borcu sadece IMF’ye değil ki! Türkiye’nin halihazırda dışarıya 432 milyar dolar borcu var. AKP en kârlı kamu kurumlarının satışını yaparak, sıcak para girişini sağlayarak, yeraltı-yerüstü kaynaklarını yağmalayarak ekonomi çarkını çevirmeyi başardı. Ama bugün artık tıkandı ve alarm zilleri çalıyor.

Değirmenin suyu tükeniyor mu sizce?

80 milyonluk nüfusun 45 milyonunun üretici olduğunu düşünürsek, değirmenin suyu tükenmez. Zaten hükümet de bu değirmenin suyunu çevirmek için habire sömürü çarklarını çeviriyor, işçileri açlık sınırının altında bir asgari ücrete mahkûm etmeye, onların ekonomik-sosyal taleplerini elde edebilecekleri her türlü örgütlenmenin önüne geçmeye çalışıyor. Bu açıdan AKP çok usta bir sermaye partisidir.

DEMOKRASİ MÜCADELESİ SEÇİM İTTİFAKINA İNDİRGENMEMELİ

2019’da yapılacak yerel, genel ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde AKP-MHP’ye karşı geniş bir ittifakın kurulabileceğini düşünüyor musunuz?

Tek adam-tek parti üzerinden faşist bir siyasi rejim inşa edilmesi çabası karşısında demokrasi mücadelesinin ortaklaşmasını çok gerekli görüyoruz. Ancak bu sadece bir seçim ittifakı olmamalı. Bir kere OHAL koşullarında, seçim güvenliğinin olmadığı bir dönemde seçimlere “evet” mi diyeceğiz? Dolayısıyla sadece seçim odaklı bir ittifak tartışmasını öne almamız doğru değil. Fakat bir yandan da yakıcı bir gidişat var ve bu gidişata dur demek için demokrasi güçlerinin ortak bir platformda birleşmesi gerekiyor. Elbette bir demokrasi programı etrafında bir araya gelecek güçler ayrıca bir seçim programı da yapabilir.

Bu güçlere CHP dahil mi?

CHP’yi de bir sermaye partisi olarak düşünmekle birlikte elbette onun da demokrasi mücadelesine dâhil olması lazım.

İYİ Parti?

İYİ Parti’nin programının böylesi bir ittifaka uymayacağını düşünüyorum. CHP’nin HDP’nin ve diğer sosyalist partilerin ortaklaştığı, sendika ve emek örgütlerinin bu merkezi siyaseten desteklediği bir oluşum üzerine kafa yormak gerekiyor.

Çok sayıda hareketin katılımıyla oluşturulan Halkların Demokratik Kongresi’nden çekilmiştiniz. HDK’nin canlandırılması ve sizin de tekrar dâhil olmanız söz konusu olabilir mi?

HDK bir ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıkmıştı ama o dönemin siyasal konjonktürü farklıydı. Fakat HDP’nin çözüm sürecinin bir parçası olarak ideolojik, politik ve örgütsel bütünlüğü de içeren bir siyasi partiye dönüşmesi, HDK’nin de bunun toplumsal alanı inşa edecek platformuna dönüşmesi sonucunda biz ayrıldık. HDP ve HDK’yi ortak mücadele platformu olarak görmüştük ama gelişmeler, tartışmalar o yönde olmadı.

HDK’NİN TEKRAR CANLANMASI MÜMKÜN GÖRÜNMÜYOR

HDK’nin çözüm süreci bağlamında bir faaliyet yürütmesi sizin açınızdan neden ayrılma sebebi olarak görüldü?

Tek başına çözüm sürecine müdahil olduğu için ayrılmadık. Biz, HDP ve HDK’nin az önce ifade ettiğim Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin platformu olmasını umuyorduk. Çözüm sürecine, Kürt sorununun demokratik çözümüne ilişkin çalışmayı da buradan yapması gerektiğini düşünüyorduk. Ama daha örgütsel, ideolojik-politik bir birliğe dönüşme tartışmaları yaşanınca biz HDP’de yer almadık, çünkü önce HDP dönüştürüldü. Daha sonra HDP’nin toplumsal alan karşılığı olarak HDK dönüştürüldü ve biz bunu doğru bulmayarak ayrıldık. Ama demokrasi mücadelesinde gene HDK ve HDP’yle ortak bir platform etrafında bir araya geliyoruz. Ülkenin hâlâ umduğumuz şekliyle bir ortak mücadele platformuna ihtiyacı var. HDK-HDP tartışmaları bir sonraki döneme ilişkin ders çıkarmak için önemli bir deneyimdi.

Yani sizin açınızdan HDK defteri kapandı mı?

Siyasal konjonktürü de hesaba kattığımızda HDK’nin tekrar canlanması çok mümkün görünmüyor. Bizim, HDK’yi, Birleşik Haziran Hareketi’ni, Demokrasi İçin Birlik’i aşan, daha geniş kesimleri bir araya getirecek bir ortaklaşmaya ihtiyacımız var artık.

Cumhurbaşkanlığı adaylığında geniş bir ortaklaşma mümkün mü sizce?

Prensiplerde anlaşırsak, Türkiye demokrasi mücadelesinin birikimi böyle bir aday çıkarmaya yeter.

Prensipler neler?

İşçi ve emekçilerin haklarını, inanç özgürlüğünü güvence altına alacak, gerçek bir laiklik, Kürt sorununda demokratik çözüm taahhütlerinde bulunacak, kadınların hak eşitliğini esas alacak bir eksende buluşursak, bunun ortak adayının çıkması kolay. Her türlü baskıya rağmen susturulamayan bir yüzde 50 var. Ortak mücadele zeminleri gittikçe güçleniyor, deneyimler artıyor. Bu açıdan önümüzdeki döneme ilişkin umutluyum.

AKP, 12 EYLÜL’ÜN YARIM BIRAKTIĞINI TAMAMLIYOR

12 Eylül darbesi sonrasında dönemin TİSK Başkanı Halit Narin, “20 yıl işçiler güldü biz ağladık, şimdi gülme sırası bizde” diyerek darbenin patronlar açısından anlamını özetlemişti. Zaten 12 Eylül darbesi esas olarak sermaye lehine verilen 24 Ocak Kararlarıyla birlikte anılıyor. AKP iktidarı işçi sınıfı açısından nasıl bir enkaz bıraktı?

24 Ocak Kararları sermayenin ihtiyaçlarını formüle ediyordu. 12 Eylül de bu formülasyonu inşa etme hedefinin bir sonucuydu. Fakat işçi sınıfı 1989’daki bahar eylemleriyle, büyük madenci yürüyüşüyle, kamu emekçilerinin mücadelesiyle 12 Eylül darbesinin projesini yarım bıraktırdı. AKP ise 12 Eylül’ün yarım bıraktığını tamamlıyor. AKP, sendikaları büyük ölçüde teslim aldı. Enkazlardan biri budur. Yürüttüğü kutuplaşma siyasetiyle işçi sınıfını bölerek kendi hegemonyasını sağlamada kısmen başarılı oldu. Diğer taraftan grev yasaklarıyla işçi sınıfının taleplerini elde etmesinin önüne geçiyor. Gelinen noktada 12-14 saatlik çalışma koşullarına, 1405 liralık asgari ücrete mahkum edilmiş, örgütlülükten, birlikten yoksun bir işçi sınıfıyla karşı karşıyayız. Ama ben bu sınıfın öfkesinin biriktiğini ve harekete geçtiğinde de AKP’nin sonunu getireceğini, üstelik diğer demokrasi mücadeleleriyle birleşerek egemenlerin siyasetinin parçalanması açısından önemli bir dinamik içerdiğini düşünüyorum. Bizi umutlandıran da budur.


İrfan Aktan Kimdir?

Gazeteciliğe 2000 yılında Bianet’te başladı. Sırasıyla Express, BirGün, Nokta, Yeni Aktüel, Newsweek Türkiye, Birikim, Radikal ve birdirbir.org ile zete.com web sitelerinde muhabirlik, editörlük veya yazarlık yaptı. Bir süre İMC TV Ankara Temsilciliği’ni yürüttü. "Nazê/Bir Göçüş Öyküsü" ile "Zehir ve Panzehir: Kürt Sorunu" isimli kitapların yazarı. Halen Express, Al Monitor ve Duvar'da yazıyor.