YAZARLAR

Melih Başgan ve haleti ruhiyesi

Melih Başgan’la hayatımızın postmodern görelilikle damardan flörtleştiğimiz ve henüz bu kadar azapla sınanmadığımız bir evresinde karşılaşmış olsaydık, bir tarihsökücü, betonatıcı veya kitlesel binadikimci olarak ilginç bile bulabilirdik kendisini. Fakat zaman öyle bir zaman değildi. Hiç sevmedik kendisini…

Bu dünyaya öylece fırlatılmışız. Yapacak bir şey yok. Martin Heidegger sayesinde öğrendiğimiz hakikat böyle. Gerçi filozof bu hakikati söylememiş bile olsaydı, bu dünyaya serseri bir mayın gibi fırlatılmış olduğumuzu anlamak için Melih Başgan’a sadece şöyle bir bakmak yeterdi. Tanrının laneti üzerimize afiyet, Angaralılar olarak, 23 koca yıl baktık kendisine. Melih Başgan, dünya sahnesine fırlatıldığı andaki dürtüler tarafından yönetilen icraatlarını sürdürürken, hepimizi kahırdan filozof etti. Böyle de bir katkısı olmuştur bizlere. İnkar edemeyiz.

Dünyaya fırlatılmış olma halinin bir haleti ruhiyesi olduğunu da yine bize Melih Başgan’ın varoluş tarzı, pardon Heidegger söylüyor. Varlığın anlamı nedir sorusuna cevap arayan Heidegger’in Varlık ve Zaman’ı güç bir metin. Bu nedenle ikincil kaynakların ve okumaların desteğine ihtiyaç duyuyor insan. Heidegger’in kavram setlerini açıklayan Critchley, (https://viraverita.org/yazilar/varlik-ve-zaman-bolum-iv-bu-dunyaya-firlatilmislik) haleti ruhiyenin, içinde dünyaya uyum sağladığımız diğer bir deyişle akord edildiğimiz yollar olduğunu anlatıyor.

Melih Gökçek ile ilgili olarak başta Gazete Duvar’daki yazılar olmak üzere, zihin açıcı epeyce yazı yazıldı. Ancak yanılmıyorsam toplumun gözleri önünde otuz yıla yakın bir süre bu çeşit bir varlık sergilemek için nasıl bir haleti ruhiyeye sahip olmak gerekir gibi bir soruyu soran hiç olmadı. Oysa Melih Başgan, yaptığı açıklamalar, attığı tivitler, Ankara’da başımızı çevirdiğimiz her noktaya çeyrek yüzyıldır yaptığı, kötü bir botoks gibi sırıtan ve değdiği noktayı manasızlaştıran müdahaleler nedeniyle, bende sık sık haleti ruhiyesi namına da bir merak uyandırmıştır.

Evet. Nasıl bir haleti ruhiye, diğer bir deyişle, dünyaya nasıl bir akordlanma çabası insanı Melih Başgan yapar? Düşün düşün… Bu haleti ruhiye yine de pek sır değildi. Hani bir o kadar da yerin altında derler ya bazı insanlar için, bunun tam tersi de var. Olduğunun iki katı kadar yerin üstünde olanlar… İç diye bir şeyin olmadığı her şeyin abartılı bir biçimde dış olduğu bir varoluş hali. Ağzını açtığında sanki doğrudan ilkel dürtülerin cak cak konuşmaya başladığı bir hal. Çok itici…

Geçtiğimiz yılın Ağustos ayında Atilla Taş gözaltına alındığında Melih Gökçek harfi harfine şöyle demişti: “Atilla Taş, yakalanmışsın… Hiç kıvırmadan erkekçe dün söylediğin sözlere bire bir sahip çık… Hiç değilse Fetocular sana kahraman desinler.” Harfi harfine dedim ama tabii sabık başganın kitabında benim yukarıda kullandığım küçük harfler yoktu biliyorsunuz, insanın gözüne gözüne soktuğu büyük harflerle yazardı her daim. Fakat başganın o tivitinde en göze batan mertek bu değildi. Orada daha çok insana söylemin “seviyesi” batıyordu. Cascavlak gördüğünüz üzere, Atilla Taş’a, kıvırmadan erkekçe sözlerine sahip çık, diyor ve kıvırmadığını varsaydığı bir erkeklik adına konuşuyordu Melih Başgan…

Şu fırlatılma meselesine dönersek, evet Heidegger dünyaya fırlatılmış olduğumuzu söylüyor. Bu konudaki tercihimiz sorulmadan bir var olma halinin, bir varlığın içine öylece atılmışız. Fakat Critchley’in belirttiği gibi, filozof, anlama yetimiz sayesinde, içinde bulduğumuz bu fırlatılmış olma durumundan kurtulabileceğimizi de düşünüyor. Bu anlamda da insanı, bu fırlatılmışlığı aşma potansiyeli olan bir tasarı olarak görüyor. Critchley, anlamanın, sahici insan “olma” yetisi ya da potansiyeli ile nitelendiğini belirtiyor. Bu potansiyeli hayata geçirmenin biraz da insanın kendi olmamışlığını ve hamlığını aşmaya dönük bir özsaygıyla ilişkili olduğunu düşünebiliriz bence. Düşünemez miyiz?

Böyle bakınca, domatesin bile kendi varlığına, yani içine atıldığı ya da içinde dünyaya bırakıldığı, yuvarlak ve potansiyel olarak “kırmızı” varlığa bir saygısı var. Pazardan sarımtrak yeşilimsi bir halde alıp getiriyorsun eve ama o dalından koptuğu ve oradan oraya savrulduğu halde olgunlaşma çabasından hiç vazgeçmiyor. Bir müddet daha kendi rengini bulmaya, potansiyelini gerçekleştirmeye çalışıyor. Oysa kimi insanlar dünyaya düştüğü hamlığıyla kalmayı marifet sayıyor.

Kuşkusuz kendi kabuğunun içindeki bir hamlık bu kimselerin yakın çevresinden başkasının derdi olmayabilirdi. Teyzem Nayo’nun deyişiyle, “herkeşin her şeyi herkeşe.” Bu Maden ağzını tercüme edecek olursak, kimin ne yaptığı ya da ne olduğu beni ilgilendirmez diyebiliriz. Ama bu hamlık bir ülkenin yoktan var edilmiş başkentinin başına otuz yıl boyunca çökelek gibi çöküp kalınca, herkeşlerin söz söyleme hakkı da doğuyor ki, Angara ahalisi olarak biz bu hakkı kırk gün kırk gece kullanacağız. Kusura kalmayın.

Melih Gökçek’in özsaygıyla ilgili tutumuna bir bakalım. Mesela onun bir şeyi kendine yakıştırmamak diye bir mefhumu hiç olmadı. Her tür konuşmayı kendine yakıştırabilirdi ve her türden hakaretamiz cümleyi yediden yetmişe herkese karşı kurabilirdi. Gezi döneminde okul bebelerine laf yetiştiricem diye paralamıştı kendini. Ben 23 yıldır bir ülkenin başkentinin belediye başkanıyım, çoluk çocukla yüz göz olmayayım dememişti. Oysa bizim kültürümüzün hele de Melih Başgan kuşağı söz konusu olduğunda, en ehemmiyet verdiği şeylerden biri de yüz göz olmamaktır. Oysa o, başka hiçbir başkan görmemiş çoluk çocukla ve bütün dünyayla yüz göz olmanın gözünü çıkardı... Az biraz vakur olayım, efendi olayım, belediye başkanlığına itibar katayım filan demedi.

Melih Başgan’la hayatımızın postmodern görelilikle damardan flörtleştiğimiz ve henüz bu kadar azapla sınanmadığımız bir evresinde karşılaşmış olsaydık, bir tarihsökücü, betonatıcı veya kitlesel binadikimci olarak ilginç bile bulabilirdik kendisini. Fakat zaman öyle bir zaman değildi. Hiç sevmedik kendisini… Sinemamızın en güzide filmlerinden biri olan Süt Kardeşler’in kült sahnesinde ağır abi Hüsamettin rolündeki Şener Şen, Şaban karakterini canlandıran Kemal Sunal’a, “seni hiç sevmedim süt oğlan” derken nasıl her bir harfin hakkını eze eze veriyorsa, biz de işte O’nu öyle hiç sevmedik. On yıllardır kendisine oy yağdırıp duranlar da sevmemiş olacak ki -Murat Sevinç’in yazısında not düştüğü gibi- istifaya zorlanması karşısında gıkları bile çıkmadı.

İşte böyle Melih Başgan, tuhaf derecede düşük bir seviyeden söyledi her lafını. Bu seviyenin insan olmanın ne denli uzağındaki bir seviye olduğunu Ethem Sarısülük’ün öldürüldüğü yere astırdığı pankartla görmüştük. Bütün icraatlarında da öyle plastikten, naylondan, Çin oyuncağından bir seviyesizlik akıp durdu. Aynı yarı-bodrum seviyesinden istifasını verdi ve gitti. Son konuşması erkekçe çok erkekçeydi herhalde….

Ankara’ya yapılan büyük kötülüklerden biri de küçük, sevimli ve mayhoş sokaklarımızın -Cehape belediyelerinden koparıp, büyükşehir belediyesinin yetki ve sorumluluk alanına dahil edilebilmek için herhalde- birer birer “cadde” ilan edilmesiydi. Bu ele geçirme kültürünün sonucu olarak, birçok diğer sokak gibi, güzelim Yeşil Vadi Sokak da bir gece ansızın Yeşil Vadi Caddesi oluvermişti! Yeşil bir vadiden cadde olur mu? Sokakları öldüren bir zihniyetten hayır gelir mi bir şehre? Siz söyleyin.

Ankara için Melih Başgan buydu. Kendi tasarısından “sahici bir insan” çıkaramayanın adı… Bu yüzden de her şeyi plastikleştirmiş olmasına da hiç şaşırmamak gerek…


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.