YAZARLAR

Amerika’ya gidemiyoruz ve aşka düşemiyoruz, başka?

Görünen o ki Amerika’ya gidemiyoruz ve şöyle gümbür gümbür, insanı yerden yere vuran aşklara düşme becerimizi epey kaybettik. Amerika işi elimizde değil. İçinde bulunduğu bağlam okyanusunda “derdimiz o olsun, bu daha ne ki…”lik bir durum gibi duruyor şimdilik.

Robert Doisneau’nun ünlü Kiss by the Hôtel de Ville’i (1950)

Amerika’nın vizeleri durdurduğunu duyunca aklıma hemen bir süre önce New York’ta çalışmaya başlayan yeğenim geldi. Bir aksilik olmazsa Mart’ta ziyaretine gitmeyi düşünüyordum. Aile içi birtakım yazışmalar ve yeğen ferahlatma girişimlerinin akabinde kısa bir felaket senaryoları ve klostrofobi evresi yaşadım kendi içimde. Görünmeyen duvarlara pat pat vurma hissi uyandıran bir “ne yani, kaldık mı böyle?” hissi. Aha da kapattılar mı kapıyı üstümüze! Birçok insanın hissettiği de bu olmuştur sanıyorum. Her şeyin giderek kötüye gittiği, hayatın daraldığı, dünyanın kalanından izole edildiğimiz duygusunu güçlendirmesi kaçınılmaz bir durum. Vizeler durdurulmasa Amerika’ya sanki yarın mı gidecek olduğun, kimin hayatta kaç kez Amerika’ya gidebileceği gibi detaylar büyük fark yaratmıyor. Hayatın büyük kısmı hayaller, hayallerse imkânlardan çok ihtimaller üstüne. Murathan Mungan’ın “Avara”da dediği gibi:

“Ve bir gün gideceğimiz bir Amerika vardı

herkesin bir Amerika'sı vardı o zamanlar

herkes gece istasyonlarında

kendi Amerika'sını aradı”

Konunun dış politik, iç politik, jeopolitik, komplo teorisel, üfür üfür ipe dizsel pek çok boyutu var. Ben tabii genellikle yaptığım gibi halet-i ruhiyemizle ilişkileri üzerinde duracağım. Özeti de basit: Yine güldük. Vallahi bak. Öğrendikten yarım saat sonra Twitter’a girdiğimde ilk şok çoktan atlatılmış, espriler tekrara bile düşmeye başlamıştı. Durur muyum, yapıştırdım ben de hemen tweeti.

“Vize haberi simultane çeviri hızında şakalaştırılmış. Bir sabah devcileyin birer geyik olarak uyanacağız sanki hepimiz.” Bu tweeti attıktan sonra aklıma art arda gelen ilgili beş espriyi de yutmak zorunda kaldım tabii, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu olmasın diye.

Bana göre mesele benim de bu tür konuları hızla espriye tahvil edebilecek olmam değil. Cinayet, tecavüz, ölüm, kaza gibi durumlar dışında bu durum bir yanıyla normal de geliyor. Eleştirdiğim şeylerin de zaman zaman yapmaya meylettiğim şeyler arasında olmasına özellikle gayret ediyorum. Çocukluğumdan beri kafaya taktığım, karşısında da kendimi sık sık uzaylı gibi hissettiğim bir şey var çünkü: Keskin, net, neredeyse içgüdüsel bir “biz ve onlar” duygusu. Kötü şeylerin, kötülüğün hep başkalarına, iyiliğin, iyi niyetin, güzelliğin hep “biz”e ait olduğu düşüncesi.

Hayatın çeşitli evrelerinde hep ilgimi çekti bu. İlkokulda çocukların kendi aralarında çabucak kaynaşıp minik minik çetelere bölünebildiğini, bu çeteler arası çatışmaların zaman zaman nasıl da zalimce boyutlara erişebildiğini görüp şaşırıyordum. Herkesin başkalarıyla da takılabildiği ikili üçlü arkadaşlıklar haricinde bir grup üyesi olamıyordum, istemiyordum da bunu. Sonrasında benzer davranışların hayatın tümüne yayıldığını fark ettim. Mesela her şeyin her an değişebildiği özel sektörde özellikle, insanlar, bir işyerinde çalışmaya başladıklarında oradaki ortamı, çalışma arkadaşlarını ve dahi patronlarını önce bir anda çok sevme arzusu içinde oluyorlardı. Hayatlarının işini bulmuşlardı, işte buydu. Öncekiler hep kötüydü, neydi o öyle. Sonra işler istedikleri gibi gitmemeye başladıkça ya da koşullara alıştıkça durum yavaş yavaş tersine dönüyordu. Bu defa içeridekiler düşman, dışarıda flört edilmeye başlanan yeni iş ve şirketler yeni dostlar halini alıyordu. Bunlar olurken de insanlar bir vakit yedikleri içtiklerinin ayrı gitmediği başka insanlar hakkında hunharca dedikodu edebiliyorlardı. Sıkı bir dostluğun olabilmesi için hep bir düşmanlığın da olması lazımdı sanki, “içerde” mutlu olmak, illa bazı pis kötülerin dışarıda olmasını gerektiriyordu.

Aynı şey aşk ilişkileri için de geçerliydi. Dillere destan aşklar, sev sev bitirilemeyen sevgililer ayrılık döneminde hızla hayatın hatasına dönüşüyor, haklarında edilmeyen söz kalmıyordu. Bu da irkiltici geliyordu bana. Birliktelik bir tercihin sonucuysa bir zaman yerlere göklere konulamayan insan ayrılık sonrasında nasıl bambaşka birine dönüşebiliyordu? Baş tacı olmakla üstünde tepinmek istemek arasında neden başka aşamalar, başka oluş, ilişkilenme, seviş ya da artık sevemeyiş biçimleri yoktu? İnsan böyle olunca kendine, hayatının bir dönemine de haksızlık etmiş olmuyor muydu? Neden ya çok sevmek ya da nefret etmek zorundaydık? Aşkın zıddı neden artık aşık olmamak olamıyordu? Bu konuda kendimi bildim bileli Sezen Aksu şarkısındaki gibi galiba düşüncem: “Ben bu yüzden hiç kimseden gidemem, gitmem. Unutmam acı tatlı ne varsa hazineemdiir” diyor ya hani.

Şahsi ilişkilerde durum böyleyken daha genel hayati meselelere, siyasi konulara, hayatın genelinde “ötekiler”e bakışın böyle olması da kaçınılmaz. Kendinden olanda her kusuru affedip kendinden olmayana gözleri velfecri okuyan boğum boğum, boğucu bir “mahallelilik” bizde maalesef her kesime damga vuruyor. İstisnası var ama az (ama olsun, kaideyi kurtaran da o istisnalar).

İşte tüm bu “bizler/onlar”cıları ve “ne onlar ne biz olamayanlar”ı birleştiren bir hâl gelişti son dönemlerde. Hayatı sinsice ele geçiren bir “gerçekdeğilmişgibilik” hissi. Bu nedenle işte, sanırım en acı olaylar bir çırpıda espriye dönüşebiliyor. Giderek üzerimize kapanan duvarlar içinde nefes alamazken kahkaha atmaya çalışıyoruz. Yaşama içgüdüsü herhalde. Bazı cenazelerden sonra da böyle oluyor. Kayıp kahkahaya dönüşüyor.

Gidemiyoruz merkez, buradayız. İşin kötüsü, sevemiyoruz da. Tanıdığım insanların (ki çok da tatlış insanlar çoğu) büyük kısmı “yeterince hissedememek”ten şikayetçi. Aşk ihtimalleri belirdiği hızda kayboluyor, herkes bir çırpıda önündeki maçlara bakıyor. Aşk acısı mesela büyük enayilik bugünlerde. Kimse bunu yapmasa da üç günden fazla acı çekeni at gibi vurası geliyor ortak halet-i ruhiyenin. “Dünyada ve ülkemizde bu kadar acı varken,” de değil mesele, o, işin bahanesi. Kimse o yoğunluğa, o konsantrasyon düzeyine katlanamıyor. Aşkı ve acısını safra gibi atıyoruz içimizden. Kafa kaldırmıyor. Bu hızda, bu keşmekeşte, bu belirsizlikte, çok fazla geliyor. Yontma imkanının da olmadığı dev bir elmas gibi. Değerli olduğunu biliyorsun da nereye (nerene) koyacağını bilemiyorsun.

Call Me by Your Name filminden

İşte hal böyleyken her sene bir aşk anlatısı da çıkıp hayattan hızla yiteni hatırlatarak burun direğini sızlatmayı başarıyor. Son zamanlarda bu benim için Filmekimi’nde izlediğim Call Me by Your Name filmi oldu. André Aciman’ın aynı adlı romanından uyarlanan film, büyüsü havaya karışmasın diye çıkınca birkaç dakika nefesi idareli aldığın filmlerden. Harika bir ilk gençlik, yetişkinliğe geçiş ve aşk hikayesi. Luca Guadagnino’nun tensellik ve masumiyeti iliklere kadar duyuran rejisi, James Ivory’nin incecik, muzip, yoğun senaryosu, Armie Hammer ve Timothée Chalamet’in olağanüstü oyunculuklarıyla iç ışıldatıyor. Eşcinsel bir aşk hikayesi ve bu konuda da oldukça başarılı ama filmi (sırf) bu nedenle övmek de yermek de haksızlık olur. Cesareti temasında değil çünkü. Aşk üzerine, aşk gibi ve aşkı hatırlatan bir film. En doğal, en komik, en zıt, en çelişkili, en yoğun, en can acıtan, en çok gülümseten haliyle ruhumuzun nesli tükenen hayvanı olan aşkı. Bu yönüyle de herkes için, hepimiz için yeterince vurucu ve hatırlatıcı.

Görünen o ki Amerika’ya gidemiyoruz ve şöyle gümbür gümbür, insanı yerden yere vuran aşklara düşme becerimizi epey kaybettik. Amerika işi elimizde değil. İçinde bulunduğu bağlam okyanusunda “derdimiz o olsun, bu daha ne ki…”lik bir durum gibi duruyor şimdilik. Aşk konusundansa emin değilim. Aşkı hikayelerde işlenen bir şey olmaktan çıkarıp şimdiki bu tuhaf hayatımızın içine daha fazla yerleştiremezsek hayatın bir manasının kalıp kalmayacağından da. Kendi tarzımda epeyce romantiğim, kabül. Ama, gerçekten, aşksız hayatın ne manası var yahu?

Filmdeki nefis baba-oğul konuşmasından, aklımda kaldığı biçimiyle, cümlelerle bitirmek istiyorum bu yazıyı.

“Aşkın acısını atlatmaktaki sabırsızlığımız yüzünden kalbi iflas ettiriyoruz. Acıyı söndürme, neşe de onunla söner.”


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.