YAZARLAR

Huzurda şiddet vardır!

Saraylarımız, köşklerimiz birilerinin kanı pahasına, açlığa teslim edilmiş bedenler pahasına ayakta durmaktadır aslında. Birilerinin yıkımları kimilerinin hükümleridir. Anlarız ki hüküm de mülk de incinen, yaralanan, katledilen bedenler varsa vardır. Aksi takdirde yok!

Z. Puškarovič, Huzurdaki Şiddet, Kolaj, 2005 Z. Puškarovič, Huzurdaki Şiddet, Kolaj, 2005

Yıllar önce şöyle bir manzaraya şahit olmuştum: Ezeli rakip Gençler Birliği-Ankara Gücü maçı sonrasında yenilen Ankara Gücü’nün gecekondu taifesinden 5-6 genç, dirsek attıkları, sanki bile isteye çarptıkları maçtan çıkmış insanların kortejini yara yara, söylediklerini anlaşılmaz kılan canhıraş haykırışlarla koşuyorlardı. Hoyratlığa hoyratlıkla karşılık veriyorlardı bir nevi. Sadece maçtaki yenilgiye itirazla değil, hayatlarındaki her türden yenilgiye isyanla görülmeme perdesini yırtıyorlardı sanki. “Siz görmeseniz de biz buradayız, size rağmen biz buradayız” dercesine. “Ne bu şimdi, nasıl bir kabalıktır bu, öf ya, cık cık, bu kadarı da olmaz canım, hazmedemediler tabii, ne sanıyorlar kendilerini?!” türünden mırıldanmalarla dile gelen rahatsızlığın nesneleriydiler, huzuru huzursuzluğa taşıyorlardı var oluş biçimleriyle. Yarattıkları rahatsızlığın kaynağı her huzurda bir şiddetin çöreklendiğini açık etmeleriydi belki de. Huzur denilen şeyin çok çeşitli türden şiddetlere amil olanla vücut bulduğunu sezinletmeleriydi. Bir görülmeyen olarak bakan gözlerin görmeyi reddettiği, inkar ettiği şeyin karanlığına tüm kabalıklarıyla işaret ediyorlardı. Karanlık hiç istifini bozmadan görülebilir mi, karanlığı kapatan perde kabalıkla donanmamış bir hareketle yırtılabilir mi?

tacirler-ic H. Holbein, Tacirler, 1533.

Hepimizin malumudur her halde huzurdaki şiddet suhuletle nazik dokunuşlarla açık edilemez. Sükûnet çığlık atılmadıkça, hiçbir pürüz yokmuş gibi adımlanan sakin yürüyüş önüne düşen taşlar olmadıkça, incelmiş nidalar gırtlağı yırtan parazitli sesler ortalığa dökülmedikçe, hayranlığın hakimiyetindeki bakış, açısını sekteye uğratan leke yoksa içerdiği haşinlikleri nasıl görünüşe amade kılabilir ki? Holbein’in Elçiler tablosu, resmettiği lekeye yamuk bakılmadıkça temsil ettiği dünyanın ancak şiddetle kurulabildiği, sürdürülebildiği gerçeğini görebilmemize, idrak etmemize yardımcı olabilir mi? Hakimiyetin onu mümkün kılan bilgiyle estetize eden pratiklerle zamanı ve mekanı düzenleyen aygıtlarla harmanlanmış gerçeğinin, canı kanı soğrularak iskelete dönüştürülen bedenler sayesinde, onlara basarak var olabildiğini, sanki bunlar olmaksızın içine çökeleceğini söylüyor bu tablo desek çok mu abartmış oluruz? Her eserin her halükarda yaratıldığı koşulların yükünü taşıdığı gerçeği ortadayken niye aşırı yorumla suçlanalım ki? Üstelik aşırılık, abartı tam da güvenli korunaklarda sakin sakin yaşayıp duranın gözünden tanımlanmış değil midir çoğu kez? O zaman aşırı, abartı denilene bakmalı inatla cesaretle!

Öyleyse ısrarla görülmeyene, gözlerden gizlenene, göz ardı edilene bakmalı, onun peşine düşmeli! Ama nasıl? Görülemiyorsa onun peşine nasıl düşünülür? Gizlenen bakışa nasıl sunar kendini? Zorlu da olsa vardır bir yolu elbet. Misal rahatsızlık yaratanlar, midemizi bulandıranlar, keyfimizi kaçıranlar, kafamızı çevirdiklerimiz, yolumuzu değiştirmemize, koşar adım kaçmamıza vesile olanlar, kısaca böyle olmadığına yemin billah etsek de düşman saydıklarımız yolumuzu aydınlatacak iyi birer ipucu değil de nedir bu açıdan? Bunlara çevirirsek bakışımızı, birer ikişer yakalarız üzerinde durduğumuz zeminin yarattığı yanılsamaları, onlarla sakatlanmış olduğumuzu. Mazeretleri peşi sıra sıraladığımız durumları, ahlaka mugayir bulduklarımızı, suçlamalarımızı yönelttiklerimizi, kendimizi güvendeymişiz hissi yaratan korunaklarımızı, cennetlerimizi nasıl, niçin sorularına bir kez tabi tutmaya görelim gizlenen, göz ardı edilen kendini bakışa sunmaya başlar yavaş yavaş. İşte bunda ısrar etmeli! Israr ettikçe de görmeye başlarız görülmez olanı, rahatımızın, keyfimizin ne tür bedeller pahasına gerçekleşmiş olduğunu. Keyfimizin çoğu kez birilerinin hesabına keyifsizlik yazıldığı için gerçekleşebildiğini kolay kolay görmezden gelemeyiz artık. Daha bir açıklıkla görürüz cennetlerimizin üzerine yükseldiği zeminin iskeletlerle berkitilmiş olduğunu, ancak birilerinin cehennemî hayatlarıyla kurulabildiğini. Cennet diye saydığımızın aslında meşum kovuklar olduğunu. Saraylarımız, köşklerimiz birilerinin kanı pahasına, açlığa teslim edilmiş bedenler pahasına ayakta durmaktadır aslında. Birilerinin yıkımları kimilerinin hükümleridir. Anlarız ki hüküm de mülk de incinen, yaralanan, katledilen bedenler varsa vardır. Aksi takdirde yok!

E. Munch, Çığlık, 1895. E. Munch, Çığlık, 1895.

Görülmeyen ortalık yerdedir, dibimizdedir, burnumuzun ucundadır çoğu kez. Uzağa gitmeye gerek yoktur. Etrafımızda dolanır durur. Gölgesi düşer üzerimize. Ancak ısrarla görmezden geliriz, göz ardı ederiz. Çığlıktır, ısrarla duymayız. Çığlığın sahibi sesini duyurma umuduyla canhıraş bir çığlık için kulaklarını kapatırken biz o çığlığı duymamak için kulaklarımızı kapatmışızdır. Bakışımız, kulağımız başka yöne çevrilmiştir, korkularla korkuluklarla yönlendirilmiştir, koşullandırılmıştır. Bakışımız, bedelleri büyük küçük pazarlıklarca çerçevelendirilmiştir adeta. Üst perdeden düzen diye diye bir iç sese dönüştürülen yasa, çerçevenin omurgasıdır, mıhlarıysa şiddet. Düzen denilen şeyi kim için, ne için diyerek seyrelttikçe mıhlar yerinden oynamaya, omurga çatırdamaya başlar.

Yanı başımızda duran görülmeyene bakarsak ve onu görürsek ne olur peki? Kör mü oluruz? Kulak kabartırsak sağır mı oluruz? Evet. Ancak neye kör neye sağır oluruz? Şüphesiz ki başka türden bir körlük ve sağırlıktır bu artık. Her şeye değil bir şeye ya da bazı şeylere kör olmak, sağır olmaktır. Türlü hile ve desiselerle kendilerini alacaklı diye kaydedenlerin üzerini silip hesaptan düşürmektir. Belki de körlük, sağırlık olarak tanımlamamalı bu durumu. Gözün perdesini kaldırmak, kulağın pasını silmek demeli. Bir yanıyla gözün, kulağın sağaltımı anlamına gelir en nihayetinde bu. Başka türlü söylersek görülmeyeni görerek, duyulmayanı duyarak, bu ana kadar koşullandırılarak muhatap almak durumunda kaldığımızı muhataplıktan çıkarmaktır. Görülmeyeni gördüğümüzde, çığlığını işittiğimizde kör ve sağır olduğumuz şey, tam da görülmeyeni görülmezliğe mahkum edenler, gözlerden ırak tutanlardır artık. Onlar kendilerinde kıstırılmışlardır. Hayat denklemimizi, gelecek tahayyülümüzü sekteye uğratanları oyun dışı bırakmaktır bu. Tuhaf kaçacak belki ama pivot eksenli olmayan oyunlar kurmaya girişmektir. Kolay değildir böylesi bir oyunu kurmak ve sürdürmek elbet. İmkânsız da değildir. Yeter ki yasaya değil adle boyun eğenlerle ve bunda ısrar edenlerle bir araya gelelim, onlarla bir kavşakta buluşalım.


Zeliha Etöz Kimdir?

İzmir Karşıyaka’da doğdu. Ege Üniversitesi’nde Sosyoloji okudu. ODTÜ’de yine aynı alanda yüksek lisansını tamamladı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorasına başladıktan sonra, aynı fakültede Sosyoloji kürsüsünde asistan olarak çalışmaya başladı. Biraz yazı çizi, konferans işiyle çokça ders verip sınırlı sayıda tez yönettiği görevinden profesör kadrosundayken 7 Şubat 2016’da yayımlanan 686 sayılı KHK ile atıldı. Şimdi ‘Gazete Duvar’ın dibinde haftalık yazılar yazmaya çalışıyor.