YAZARLAR

Siz bizi ergen mi sandınız?

Ergen olmaktan ergin olmaya geçiş meşakkatli. Kendiliğinden olmuyor. Bu nedenle olsa gerek neredeyse her topluluğun geçiş ritüelleri var. Ehil kişilerce, üstatlarıyla gerçekleştiriliyor bu ritüeller.

Ergenden ergine. Basit bir harf farkıyla geniş ince ünlü yerine dar ince bir ünlüyle ortaya çıkan iki sözcük, ‘ince’likte bir ‘daralma’. Yaya yaya bir sesten, derlenmiş toplanmış bir sese. Evet, dilbilgisel, sessel. Bakılınca her iki sesi çıkarırken ağzımızın aldığı biçimden hareketle yapılan bir tanımlama en nihayetinde. Her iki sözcüğün işaret ettiği gerçekliği düşünerek çağrışımlarımızı da serbest bırakırsak epeyce şey dökülebilir ortalığa ama: Hamurda bir değişiklik; mayalanmaya bırakılmış ve yayılmış hamuru şöyle bir yoğurup fırına atılacak ekmek haline getirmek mesela. Ya da geniş geniş yayılırken şöyle bir toparlanıvermek, pervasızken, kaygısızken olanı biteni göz ardı etmemek, hesaptan düşürmemek. ‘Umrum olmaz’dan çıkmak. Evrenin merkezi olmaktan çıkıp evrenin sakini olmak. İnceliğe incelik katma diyelim haydi! Denilebilir neden olmasın? Bir fidanın, budanarak toprağı bellenerek meyve veren bir ağaca dönüşmesi, tam da bir inceliğe incelik katma değil de nedir? Dayanıksız, kırılgan bir incelikten damıtılmış usaresiyle yeni bir inceliğe ulaşmak.

Ergen olmaktan ergin olmaya geçiş meşakkatli. Kendiliğinden olmuyor. Bu nedenle olsa gerek neredeyse her topluluğun geçiş ritüelleri var. Ehil kişilerce, üstatlarıyla gerçekleştiriliyor bu ritüeller. Kılavuzluk ediyorlar sadece bu kişiler, ritüele konu olanların yerine bir şey yaptıkları yok. Toplulukların adını hak eden erginlenme ritüelleri birbirinden farklılıklar gösterseler de derinde ortaklaşan özelliklere sahipler: Bir tür sınav bir kere. Maddi ve ruhsal engellerle zorluklarla başa çıkmanın, onların üstesinden gelmenin bir sınavı. Düşünce yeniden ayağa kalkmanın. Dayanıklılığı geliştirmenin. Engellere karşı seçenekleri gözden geçirmenin, karar almanın, sonucunda ortaya çıkacak her bedeli yüklenmenin, bundan kaçmamanın. Payına düşen sorumluluğu üstlenmenin. Sınırlarınla yüz yüze gelmenin, hem fiziksel ve zihinsel hem de duygusal sınırlarınla, onları cesaretle göğüsleyebilmenin sınavı. Ancak sonuç, aklı esas alıp duyguları onun hakimiyetine teslim etmek değil, mesele tam tersi, aklı ve kalbi birlikte eğitip geliştirmek. Hem aklın hem de kalbin özerkliğini kazanmak, bunda ısrar etmek, bundan vazgeçmemek. Görüldüğü üzere ergin olmak zor zanaat vesselam!

Erginlenme ritüelleri bir bakıma topluluğun da canlanması, yenilenmesi anlamına geliyor. Yani topluluğun kendisi için bir varlık garantisi. Ergenlerini yerli yersiz şımartmayıp çoğun ağlatmayan, erginlerini sıkça ‘sen bilmezsin!’, ‘başlatma şimdi!’, ‘sen benim kim olduğumu biliyor musun?’ nidalarıyla inletmeyen bir topluluk daha bir öz-saygı esaslı topluluk sıfatını hak edecektir örneğin. Tersi durum, ergenliği bir kader gibi yaşayan topluluk olmaya mahkumiyet anlamına gelecektir. Dolayısıyla bir topluluğun ergenleriyle nasıl haşır neşir olduğu, onları ergin kılmak için hangi araçları seferber ettiği, hangi düzenekleri esas aldığı, erginleriyle nasıl eylediği, sonuçta da onlara neyi reva gördüğü onun sicilini açık ediyor. Bu sicil meselesi konusunda toplulukları iyiden kötüye doğru sıralamak mümkün pekâlâ, mutlaklık yok tabii burada, göreli bir iyilikten ve kötülükten söz edebiliriz sadece. Hele de ileri modernlik koşullarında bu göreliliğin daha bir arttığını söylemek mümkün. Anlaşılacağa üzere bu görelilik, topluluklar arasında olduğu kadar her topluluğun kendisi için de geçerli.

Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz ve daha olayları ve dünyayı, mucizelere bağlı, “myth”lere bağlı bir şekilde yorumluyoruz en ciddi bir biçimde (1)

Şimdi ergenlerini ergin kılarken düzeneklerin esasını ortalama olanla mı yoksa liyakatle mi örgütlüyor bir topluluk? Ortalamaya dayalıysa ortaya çıkan durum pek de parlak değil maalesef. Liyakate dayalıysa o topluluk, üyelerinin her ne ise yeteneklerini ve dahi sınırlılıklarını gözetiyor ve bunlar üzerinden gerekli düzenlemeleri hayata geçirmeye hazır ya da en azından ona büyük oranda meyyal. En trajik olansa liyakat mekanizmalarını kullanıyor görünüp esasta biteviye ortalama olana hayat imkânı tanıyan topluluklarda yaşanıyor. Bir tür değirmen misali öğütüp duruyor üyelerinin yeteneklerini. İşin gerçeği ortalama esas alındığında çıta sürekli düşüyor, erginleşen değil ergen kalan, ergen bırakılan ya da çokçası erginleşenlerine de ergen muamelesi yapan bir topluluk çıkıyor ortaya. Bir-iki kuşakta bir tırpan sallanıyor, ya bu deveyi güdeceksin ya bu diyardan gideceksin misali bozkır bir hayatı sürdürmeye mahkum oluyor topluluğun üyeleri. En kötüsü bu ergen bırakılma hali tuhaf bir alışkanlık, kanıksama durumu yaratıyor. Ergenlik şu ya da bir biçimde karşılık buluyor çünkü. Her kör satıcının kör bir alıcısı oluyor en nihayetinde. Hiçbir şey yapmasa bile hiç dinmeyen şikayet hali olarak hayat buluyor, duyulmadığı hiçbir tepe, hiçbir vadi kalmıyor bu şikayetlerin. Pek çoğu için ergen bırakılma hali, zaman zaman itiraz benzeri çıkışlar –çoğu zaman oyunda mızıkçılık yapan çocuğun hallerine pek benziyor zaten, bu nedenle ciddiye alınmıyor -olsa da esasen rahatsızlık yaratmıyor. Ne yapılacağının, nasıl yapılacağının kararı başkaları tarafından veriliyor nasılsa, dert etmeye uğraşmaya gerek yok. Aklın başkasına teslim edilmesi değil sadece, kalp de başkasına teslim ediliyor. Küçük adamlar küçük hayatlar dünyası: Mış gibi yapmalar, hep kandırılmış olmalar, ciddi olanı gayri ciddiye, gayri ciddi olanı ciddiye alma halleri, fantazmalara gark olmalar.

Trajik olanın bir yanı ergenliği kabulse diğer yanı ergin olanların dünyası. Neredeyse hep bir ispat hali sanki, saldırılara karşı özerkliğini koruma gayreti, bunun için ses çıkardıkça, adım attıkça yaralanma, bu nedenle de küçük adacıklar yaratma, oralarda sığınak bulma. Bu adacıklarda nefes alınıyor alınmasına da dışına çıkıldığında kabus benzeri durumlara hazır olmak her zaman mümkün olmuyor. Çünkü bu adacıklarda yaşama hali de başka türden fantazmalar yaratabiliyor. Hele bir de ergin olmanın olmazsa olmazı sorumluluk, olana bitene kayıtsız kalmama hali düşünülünce işler daha da sarpa sarabiliyor çoğu kez. Ancak böylesi bir toplumda her şeye rağmen umutsuzluğa kapılmadan yürümek mümkündür erginler için. Beğenelim beğenmeyelim Sisyphos’un gayreti o yollardan bir tanesidir gibi görünüyor:

Sisyphos, Tanrıları yadsıyan ve kayaları kaldıran üstün sadıklığı öğretir. O da her şeyin iyi olduğu yargısına varır. Bundan böyle, efendisiz olan bu evren ona ne kısır görünür, ne de değersiz. Bu taşın ufacık parçalarının her biri, bu karanlık dağın her madensel parıltısı, tek başına, bir dünya oluşturur. Tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter. Sisyphos’u mutlu olarak tasarlamak gerek. (2)

(1) Oğuz Atay (1987). Günlük. S.26

Albert Camus (1988). Sisyphos Söyleni, s.106


Zeliha Etöz Kimdir?

İzmir Karşıyaka’da doğdu. Ege Üniversitesi’nde Sosyoloji okudu. ODTÜ’de yine aynı alanda yüksek lisansını tamamladı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorasına başladıktan sonra, aynı fakültede Sosyoloji kürsüsünde asistan olarak çalışmaya başladı. Biraz yazı çizi, konferans işiyle çokça ders verip sınırlı sayıda tez yönettiği görevinden profesör kadrosundayken 7 Şubat 2016’da yayımlanan 686 sayılı KHK ile atıldı. Şimdi ‘Gazete Duvar’ın dibinde haftalık yazılar yazmaya çalışıyor.