YAZARLAR

Mazi dediğin: Plağa alınan ilk Türkçe tango ve hatırlattıkları

Tango güzel şey. Unutmamak, unutturmamak gerekiyor. Bildiğim, tango yaşadığı sürece, dünyanın daha güzel bir yer olacağı… Buna inancım tam.

1932 yılında bugün, ilk Türkçe sözlü tango olan “Mazi”, Seyyan Hanım’ın sesiyle plağa kaydedildi. Vikipedya böyle yazıyor. Doğru mu değil mi, bilinmez. Yazık ki bunu teyit edebileceğimiz bir site yok. Olsun ama… Bilginin büyük bölümü doğru: Plağa kaydedilen ilk Türkçe sözlü tango, Necip Celal Andel’in bir bestesi ve bundan 85 yıl önce Seyyan hanım tarafından seslendirildi. Bugünkü yazımda, bu bilgiden yola çıkarak tangonun memleketteki seyrinden söz edeceğim. Etki alanı büyük ama uzun soluklu olmayan bir tür, tango. Bir dönemin en büyük modası olmakla birlikte, sonrasında yazık ki müzelik bir tür olarak görüldü. Tıpkı mehter gibi, o günleri anmak için çalınıyor. Artık yaşamıyor.

Tango, 19. yüzyılın sonlarına doğru Arjantin’de ortaya çıkmış. Avrupa’ya okumaya gelen öğrenciler, onu yanlarında getirmiş. Acıları anlatıyor, dertlerden söz ediyor. Bunun için gurbete gidenlere yoldaş olması şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan, bir anda ve hızla Avrupa’ya yayılmış olması. Yapısı gereği, ortama uyan bir müzik, tango. Fransa üzerinden Türkiye’ye geliyor, yolda değişiyor, farklılaşıyor ve orijinaliyle alakası olmayan yeni bir tür olarak karşımıza çıkıyor. Ağırlıklı olarak yoksulların sesini duyurmak üzere ortaya çıkmış olan tango, “kirli” bir müzik aslında: Acıdan, suçtan, seksten söz eden, küfürlü sözlere sahip. Sadece sözleri değil, dansı da öyle: Alabildiğine sert ve erotik. Oysa Türkiye’de, seçkin gecelerde, en yumuşak hareketlerle yapılan bir dans bu. Arjantin tangolarından eksik olmayan polis, bizim tangolara (olur olmaz her yere girebilme özelliklerine rağmen) girememiş.

Buenos Aires’te doğmuş bir tür, tango. Kıyıda kalmışların, ezilmişlerin dertlerini anlatmak üzere ortaya çıkmış. 1865’ten itibaren sesini duyurmuş, 1917’ye kadar enstrümantal icralarla gelmiş. Sorasında, Carlos Gardel’in önderliğinde, tangolara söz yazılmış. Arjantin Ulusal Tango Akademisi Başkanı Horacio Ferrer, tangoyu, “canlı ve süregelen bir sanat” olarak tanımlıyor: “[Tango] birbiriyle ilişkili dört ana sanatın, müzik, şiir, dans ve yorumun bir araya gelmesiyle oluşmuş, her türlü müzikten yararlanmış ve onu bünyesinde eritmiştir.” Waldo Frank’ın tango tanımı da şöyle: “Tango, hayatın ve trajik duyguların estetik bir biçimde toplumca ifadesidir. Halkın geleneklere ve olağan hadiselere göre gün be gün yarattığı bir öykü, anlamlı bir açıklamadır. Belki de dünyanın en popüler olmuş en derin izler bırakmış dansıdır.”

Cumhuriyet döneminde, bizzat devlet tarafından pohpohlanmış tango. Valsin yanına iliştirilmiş ve gecelerde en özel danslar tango eşliğinde yapılmış. Başta Avrupa usulü tangolar çalınmış, sonra “bizden” tangolar art arda ortaya boy göstermiş. Necip Celal Andel bestesi “Mazi”, plağa alınan ilk Türkçe sözlü tango ama öncesinde bir kısım enstrümantal denemeler var. Muhlis Sabahattin Bey’in, 1928-29 yıllarında yayımlanan bestesi “Tango Türk”, bu anlamda sahiden bir ilk. “Mazi”nin bestelenişi de bu döneme rastlıyor ama kayıt için dört yıl beklenmiş.

Cemal Ünlü, Kalan Müzik tarafından yayımlanan Seyyan Hanım albümünün kartonetinde yer alan “Yüzyıllık Tango Serüveni” başlıklı yazısında şunları söylüyor: “Cumhuriyet’in yeniliklere ve Batı’dan gelen etkilere açık yaklaşımı, bu akımla kesişti. Kadın-erkek ayrımının giderek ortadan kalktığı bu günlerin sembolü, tango oldu. (…) Tangoların sözlerinde aşk, aşk acısı, kırgınlık, kavuşamama, yitirilen bir şeyin ardından yakınma temaları işlendi. Orkestralar çoğu zaman piyano, keman, akordeon, bateri, kontrbas gibi çalgılardan oluşuyordu.” Fehmi Akgün, “Yıllar Boyunca Tango 1865-1993” adlı kitabında (Pan Yayıncılık, İstanbul 1993), Selim İleri’nin bir tespitini anarak tangonun o dönemki popülaritesine dem vuruyor: “Tango devrim olsaydı, ‘hiçbir devrimimiz Türkçe tangolar kadar benimsenmemiştir’ derdik.

İlk tangoları besteleyen, Necip Celal Andel. Fehmi Ege ve Necdet Koyutürk, ardından geliyor. Andel’in bilinen onbir tangosu var. İstanbul’da tanıştığı Alman film yıldızı Evelin Hold’a ithaf ettiği “Özleyiş”, belki de en önemli tangosu. “Sevdim bir genç kadını” sözleriyle başlayan ve ekseriyetle öyle bilinen bu tango, Seyyan Hanım tarafından plağa alınan tangolardan. Sözlerini (Andel’le birlikte) Bedri Noyan’ın yazdığı “Özleyiş”, Türkçe dışında dört dile çevrilmiş tek tango: Almanca (Fritz Schwanberg’in sözleriyle “Sehnsucht”), Fransızca (Fazıl Sarper’in sözleriyle “Amertume”) ve İspanyolca (J.G. Blanca Villata’nın sözleriyle “Te Esperaba”) seslendirilen bu tangoyu, Ayten Alpman, “Tango Tomorrow” adıyla ve İngilizce sözlerle seslendirdi.

Fehmi Ege, çalışkan bir besteci: 100’e yakın tango bestelemiş. “Ayrılık”, “Emelim”, “En Son Hatıra”, “Gönülden Şikâyet”, “Mehtaplı Bir Gecede”, “Sana Nerden Gönül Verdim”, klasikleşmiş tangolarından sadece birkaçı. Tangoları kadar, orkestrasıyla İstanbul Radyosu’nda yaptığı emisyonlar da önemli. Necdet Koyutürk, radyo aracılığıyla tangoyu sevdiren bir başka isim. 1940’lı yıllar boyu, pek çok tangoya ses verdi. Besteciliği 1938’e uzanıyor. Toplam yirmi tangosu var. Batı müziğini yerli motiflerle besleyerek farklı bir senteze ulaşmış, tangoda yeni bir hat açmış. En bilinen tangosu, “Papatya”.

“Anneme” ve “Sarhoş” adlı tangoların bestecisi Kadri Cerrahoğlu, sevgilisi Adile için yazdığı “Elida” adlı tangoyla hafızalara kazınan Ziyaettin Sarıkartal, “Senden Uzak”la ünlenen Nusret Rıfkı, “Bir Martı Gibi” ile tanıdığımız Mustafa Şükrü Alpar ve “mavi kanatlarınla yalnız benim olsaydın” dizelerinin sahibi İbrahim Özgür, dönemin diğer bestecileri. Cemil Başargan, Fritz Kerten, Halid Bedi, İrfan Kipman gibi isimleri de yanlarına iliştireyim. Tek tük tango besteleyenler bir yana, tangoyu bugüne taşıyan isim, kendi bestelerini seslendiren Mehtap Meral ama onun çalışmaları, tangoyu yaşayan bir tür kılmak için yeterli değil.

Seyyan (Oskay) Hanım ilk popüler tango solisti. Genç yaşta konservatuvara giren, Kaptanzade Ali Rıza’nın dikkatini çeken ve ilk plaklarında onun (“Yıldızların Altında” gibi) kimi eserlerini seslendiren Seyyan Hanım’ın yaptığı ilk tango plağı, “Mazi”. Sonrasında plaklar çoğalır ve Seyyan Hanım, dönemin ünlü gazinolarında sahneye çıkar. Teğmen Sait Oskay’la evlendikten sonra Sarıkamış’a gider, arada bir plak doldurmak için İstanbul’a gelir. 1942 yılında plak yapmayı bırakır. 1 Kasım 1978’de, İstanbul Radyosu’nda, Necdet Koyutürk Orkestrası eşliğinde bir emisyona katılır. 17 Ocak 1979’da, Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlenen Fehmi Ege’yi Anma Gecesi’nin onur konuğu olarak sahneye çıkar. Bu, son sahneye çıkışı. Seyyan Hanım, on yıl sonra, 16 Mayıs 1989’da sessizce aramızdan ayrılır.

Tangoyu bugüne getiren çok solist var: Afife Hanım, Ayla Büyükataman, Bedriye Tüzün, Birsen (Alan) Hanım, Fazilet Hanım, Mahmure Hanım, Mefharet Atalay, Necla İz, Nevzat Yalaz, Nezahat Onaner, Saime Kentmen Şerbetçi, Saime Şengil, Seyyide Poroy, Tülin Yakarçelik, Yaşar Güvenir ve yakın zamanda kaybettiğimiz Zehra Eren… Celal İnce ve Şecaattin Tanyerli, bu türün assolistleri olarak ayrıca anılmayı hak ediyor.

Memlekete giren ilk popüler Batı müziği türlerinden, tango. 1930’lu yıllarda yükselmeye başladı, ‘50’li yıllara kadar altın çağını yaşadı lakin ilgi, ‘60’lı yıllarda, Batı müziğinin tüm türlerinde ürünler verilmeye başlanınca azaldı. Nedim Erağan, “Tramvaylı Günler ve Eski Tangolar” adlı kitabında (Altın Kitaplar, İstanbul 1994), 1937-38 yıllarında Şirket-i Hayriye vapurlarında tango plaklarının çaldığını söylüyor. Bu, tangonun o yıllardaki saltanatını gösteren güzel bir örnek. Yazık ki ‘70’li yıllarda unutulmaya yüz tuttu tango. Neşe Karaböcek, Ömür Göksel, Armağan Şenol gibi isimler plaklarında tango seslendirdi ama bunlar, münferit hareketler olarak kaldı. Esin Engin, bu yıllarda tangoyu yeniden gündeme getirdi ama bu, tartışmalara da sebep oldu. Eski tangocular, Esin Engin’i, bu güzel müziği poplaştırmakla suçladı. Tangoyu hiçbir zaman bırakmayan Şecaattin Tanyerli’nin aynı yıllarda yaptığı iki plaklık “Ölmeyen Tangolar” albümü, bu eleştirilerden nasibini aldı. ‘80’li yıllarda, münferit örnekler devam etti: Beş Yıl Önce On yıl Sonra, Attila Atasoy, Neco, Gökben, Sezen Aksu, Nilüfer gibi isimler tangoyu unutturmayacak hamleler yaptı. Yakın dönemde bu çalışmalara yenileri eklendi ama tango, hep müzelik bir tür olarak kaldı.

Oysa memlekette bütün düğünler bir tangoyla başlar. En azından, yakın zamana kadar öyleydi bu: “La Cumparsita”, resmî düğün marşımız gibiydi. Astor Piazzola, 1988 yılında konserler vermek için geldiğinde, bunu “kötü bir şaka” olarak nitelendirmişti.

Tango güzel şey. Unutmamak, unutturmamak gerekiyor. Bu ara, her şeyin politikleştiği dönemde tango da bundan nasibini aldı. Geçtiğimiz yıl, Mayıs ayının sonlarında, Eskişehir’de düzenlenen Uluslararası Ahşap Heykel Festivali bünyesinde (kültür merkezi olarak kullanılan) Kurşunlu Külliyesi’nde yapılan tango gösterisi, iktidar partisine mensup hanımlarca eleştirilmiş, yapılan açıklamada şunlar söylenmişti: “Külliye içinde maneviyatımıza hakaret içerikli ça-ça, tango, Hint ve modern dans gösterileri yapılmasını istemiyoruz. Bir daha külliyemizde, İtalya’nın, Fransa’nın, İspanya’nın kültürünü dayatmanıza asla ve asla izin vermeyeceğiz. Ne pahasına olursa olsun bir daha külliyede dansa, tangoya, çaçaya asla ama asla müsaade etmeyeceğiz.” Tangonun içeriğindeki “maneviyatımıza hakaret” nedir bilemem. Sadece aşktan söz eden bir müziğe duyulan tepkiyi anlamam da mümkün değil. Bildiğim, tango yaşadığı sürece, dünyanın daha güzel bir yer olacağı… Buna inancım tam.

Günün hatırlattığı üzerinden ilerledim, memleketteki tango seyrini anlatmaya çalıştım. Bitirmeden önce, bugünün, Charlie Chaplin’in, aralarında Douglas Fairbanks’ın da bulunduğu bir grup arkadaşıyla, United Artists’i kurduğu gün olduğunu hatırlatayım. “Rocky”lerin, “Pembe Panter”lerin, ilk James Bond’ların, “Paris’te Son Tango”nun, “Yağmur Adam”ın ve The Beatles filmlerinin yapımcısı olan şirket yani… 1919’da kurulan stüdyonun ilk büyük işlerinden biri, “Asrî Zamanlar” adıyla bilinen “Modern Times”, 1936’da bugün, şirketin 17. kuruluş yıldönümünde gösterime girmiş. Müzikleri dahil her şeyini Charlie Chaplin’in yaptığı film, son “sessiz” filmlerden. Sessizliğine aldanmayın, filmin sonunda perdede beliren son replik, motto yapılabilecek kadar güzel: “Buck up – never say die. We’ll get along!”

Güzel günler göreceğiz. İnancım tam. Gidişatımız “hayır”lı olsun, yeter. Şimdilik bu yazı, bir hatırlatma yazısı olarak kenarda dursun. Gün geldiğinde, eski tangoları, yenilerini ekleyerek, hep bir ağızdan söyleriz nasılsa.


Murat Meriç Kimdir?

1972’de doğdu. Çanakkale ve İzmit’te okudu. Ankara’da kimya mühendisliği eğitimi alırken, dinlediği müziğin tarihine merak saldı ve oradan ilerledi. Kendini bildi bileli plak topluyor; okuyor, dinliyor, dinlediklerini yazıyor, sevdiklerini çalıyor. Kedi gibi meraklı. Rakı, roka, bamya, erik seviyor. Çanakkale - İstanbul arasında yaşıyor ama Ankaracı. 1996’da Müzük adlı dergiyi çıkartan ekipten. Sonrasında Roll mürettebatına katıldı. Mürekkep, Birikim, Milliyet Sanat, Virgül, Bant gibi dergilerde yazıları yayınlandı. Yeni Binyıl, Radikal ve BirGün'ün yazarlarındandı. Ankara’da Radyo Arkadaş’ın kuruluşuna katıldı, radyo programları başta TRT, pek çok radyoda yayımlandı; kimi televizyon programlarının danışmanlığını yaptı, metnini yazdı. 2002 - 2003 yıllarında TRT için Kırkbeşlik adlı televizyon programını hazırladı ve sundu. Kalan Müzik için bir Tülay German albümü (Burçak Tarlası 64 – 87, 2001) derledi, pek çok albüme yazar ve danışman olarak katkıda bulundu. Pop Dedik / Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği (İletişim Yayınları, 2006), 100 Şarkıda Memleket Tarihi (Ağaçkakan Yayınları, 2016), Yerli Müzik (bi'bak Berlin, 2018) ve Hayat Dudaklarda Mey / Memleketin Anason Kokan Şarkıları (Anason İşleri Kitapları, 2019) adlı dört kitabı, üzerinde çalıştığı pek çok projesi var. Üniversitelerde ve kültür merkezlerinde müzik tarihi üzerine seminerler verdi, veriyor. Düzenli olarak Gazete Duvar'da, arada bir Kafa’da yazıyor; Açık Radyo için hazırladığı Harici Bellek başlıklı program salı günleri 19.30'da yayımlanıyor.