YAZARLAR

Biz korkacağız sayın sözcü, tedbiri siz alacaksınız

Bu tür katliamlardan sonra, devletin en tepesinden başlayıp güvenlik bürokratlarına, muhtarlara kadar herkes terörü lanetleyip hamasi 'birliğimiz-kardeşliğimiz' nutukları attığı ama üstünden birkaç gün geçmeyegörsün, yeniden toplumun bir büyük kesimi 'Bunlaaar', 'biliyorsunuz Alevi', 'Zerdüşt', 'eğlenceleri gayrımeşru', 'kökleri dışarıda' ilan edilebildiği için korkuyoruz.

Ülkemiz, o kadar çok felaketin göstere göstere geldiği bir ülke haline geldi ki, Marquez’in romanına gönderme yapılarak kullanılan “Kırmızı Pazartesi” metaforu, neredeyse bir ‘klişe’ haline dönüştü. Küçük bir Kolombiya kasabasında, olacağını herkesin bildiği ama kimsenin engel olmadığı/olamadığı bir “namus cinayeti”ni, Santiago Nasar’ın göz göre göre öldürülmesini anlatıyordu Marquez… Bu etkileyici ve gerçek hikaye, ne yazık ki bir kez daha durumumuzu çok iyi anlatan bir metafora dönüşüyor. Azıcık muhakeme yeteneği olan herkesin, yılbaşı gecesi, olmasından korktuğu ve olacağını bildiği katliam Ortaköy’deki bir eğlence kulübünde gerçekleşti. Hayatımızı kaplayan “Kırmızı” pazartesiler, çarşambalar, cumartesilere bir “Kırmızı Yılbaşı” eklendi; gelen yılın da kanlı ve ürkütücü bir “Kırmızı 2017” olacağının uğursuz işaretini de vererek…

Sanırım şu belli oldu ki, bu ülkenin yurttaşları olarak uğrayacağımız saldırıları ve aşağı yukarı bunun zamanını tahmin eder hale geldik. Sadece tam olarak “hangi noktaya” ve “ne ile” saldıracaklarını bilemiyoruz. Bu haliyle de ülkenin istihbarat ve güvenlik kurumlarından farklı bir pozisyonda değiliz. Onlar da biz sıradan yurttaşlar kadar “sezgi ve tahmin” ile hareket ediyor olmalılar ki, bir saldırı için ilk akla gelecek yer olan İstiklal Caddesi’nin, Tunalı Hilmi’nin girişlerini trafiğe kapatıyorlar ama en ünlü gece kulübünün önünde 21 yaşındaki tek bir polis memuruyla “önlem” alıyorlar.

Ortaköy Katliamı (da) o kadar göstere göstere geldi ve buna rağmen önlenemedi ki, benzer durumlarda “önleyici istihbarata” ya da “güvenlik tedbirleri”ne güvenip kendimizi güvende hissetmemiz olanaklı değil. Böyle olunca, sözgelimi İstanbul gibi bir metropolde yaşayan, her gün işine, okuluna gitmek, dolayısıyla “dışarı” çıkmak zorunda kalan bir yurttaşın yapabileceği tek şey kalıyor: Güçlü sezgilerle saldırının nereden ve nasıl gelebileceğini tahmin etmeye çalışmak!

Durumumuz bu kadar çaresizken işimize yarayabilecek, çok “ilkel” bir silahımız var: Korku! Evet, doğanın güçleri ve vahşi yaşamın tehlikeleri karşısında şimdikine oranla çok savunmasız olan en eski atalarımız, zekalarının da bir ürünü olan ‘korku’ ile savundular kendilerini. Muhtemel bir tehlike karşısında kaygı duymak anlamında korku, bu haliyle ‘sezgi’den de beslenen ilkel ama etkili bir savunma aracı. Bizim şimdilerde, çocuklarımız, sevdiklerimiz, dostlarımız ve kendimiz için duyduğumuz kaygı da böylesi çaresiz bir savunma güdüsü. Ve elbette o korku, belki daha dikkatli, daha tedbirli olmamızı sağlıyor; dikkat ve tedbir konusunda esas sorumlular bu sorumluluklarını yerine getirmezken üstelik.

Ama işte tam da böyle bir anda, memlekette tüm olanlardan, siyasi önderlerinin çok sevdiği bir deyişle “Fırat’ın kıyısında kaybolan her bir kuzudan” kendini mesul hissettiği sanılan hükümetin sözcüsü “korkmayın” diyor bize! İstanbul’un kalbinde, tek bir polis memuruyla “tedbir” alınmış bir mekanda onlarca insan öldürüldükten saatler sonra kamuoyunun karşısına çıkıyor Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş, bir gazetecinin “İstanbul için başka saldırı uyarısı var mı” sorusu üzerine, kelimesi kelimesine şöyle diyor: “Terör tam da bunu yapmak istiyor. Millet korksun ürksün, millet rutin hayatını terk etsin. İnsanlarımız bu anlamda tedbirli olsunlar evet ama kimse korkarak içine kapanarak yaşamasın.”

Hayır sayın sözcü, tedbirli olması gereken sizsiniz ve bu yüzden bizim payımıza düşen de korkmaktır bu cehennemde…

Bu korkunç katliama sevinenleri gördüğümüz ve sayılarının hiç de az olmadığını bildiğimiz için korkuyoruz.

Bir stadyum dolusu insan, Ankara’daki barış mitinginde katledilen 100’ü aşkın insanımızın anısını yuhalayıp dinci sloganlarla o katliamı savundukları ve bu haliyle de “millet” sıfatından zerre kaybetmediklerine tanık olduğumuz için…

“Terk etmeyin” dediğiniz “rutin” hayatımız, artık her birinde otuz, kırk, elli canımızı verdiğimiz saldırılar, patlamalar, katliamlarla dolu ve aslında bunu önlemesi gerekenler hiçbir sorumluluk almadığı, bunca kan gölünün ortasında bir ilçe emniyet müdürü olsun istifa etmediği için…

Bu tür katliamlardan sonra, devletin en tepesinden başlayıp güvenlik bürokratlarına, muhtarlara kadar herkes terörü lanetleyip hamasi “birliğimiz-kardeşliğimiz” nutukları attığı ama üstünden birkaç gün geçmeyegörsün, yeniden toplumun bir büyük kesimi “Bunlaaar”, “biliyorsunuz Alevi”, “biliyorsunuz Zerdüşt”, “eğlenceleri gayrımeşru”, “kökleri dışarıda” ilan edilebildiği için…

Dinci terör hakkında toplumu uyarmaya çalışan gazeteci arkadaşlarımız tutuklanırken, tek meziyeti hükümetinizi koşulsuzca desteklemek olan ve bu nedenle “yayın yönetmenliği” ile taltif edilen tetikçiler, bu katliamı, sırf muhalif diye, başka gazetecilerin, sanatçıların üstüne yıkmaya çalıştığı ve bunu bir dahakine yine yapabileceğini bildiğimiz için…

Bu koşullarda korkması gereken biz, tedbir alması gereken SİZ olduğunuz için… Ve belki de en çok bu sonuncusu yüzünden, korkuyoruz!

Ve korkumuz, korkuya teslim olacağımız anlamına gelmiyor.


Hakkı Özdal Kimdir?

1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.