YAZARLAR

'Unutmayı' unutmamak gerekir!

Gaspar Noe, bizi bir kere daha sarsıyor. Ama bu sefer hissettiğimiz, başımızı döndüren, adeta trans geçirmiş gibi sersemleten bir 'şamar' değil; daha çok yavaş yavaş kaynayan bir kazan gibi taşmaya başlayan, ilerledikçe kısırdöngü hissiyatı veren ve giderek tükeniş hissettiren bir tekinsiz hava. Umutsuz mu? Evet! Nihilist mi? Evet! Peki, etkileyici mi?.. Yönetmeni Noe!

'Unutmak' konusu eskiden beri sinemanın vazgeçemediği temalardan biridir. Komedi yapımlarından psikolojik gerilimlere, bilim kurgu filmlerinden dramlara, filmdeki senaryo merkezine değişik nedenlerden dolayı unutmak (veya unutamamak) konusunu koyuluyorsa, anlatılan hikâyeye ayrı bir katman eklenir. Tabii ki bu durum basit bir unutkanlıktan veya anımsayamamaktan çok daha ötedir ve filmin karakterlerinin yaşadığı bu 'kayboluş', hem kendilerini hem de çevrelerinde yaşadıklarını sorgulamalarını sağlar.

Son 20-25 yıldır sinema ve diziler, eskiden beri var olan ama artık günümüzde insan ömrünün uzaması ve tıbbi müdahalelerin ilerleyişiyle daha da göz önünde olan kanser veya Alzheimer gibi hastalıkları işleyen filmleri daha çok sunmaya başladı. Filmlerde özellikle protagonistlerin yaşadığı bu hastalıklar hem senaryoda başkarakterin önüne bir 'engel' daha koydu hem de hikâyeyi kuşkusuz daha dramatik bir hale dönüştürdü.

Gaspar Noe bilindiği üzere, ülkemizde de tanınan, her filmiyle seyirciyi sarsmayı, 'rahatsız' etmeyi hatta belli ölçülerde tahrik etmeyi seven önemli bir yönetmen. Noe’nin filmlerinde sunduğu bu duygu 'roller coaster'ları (biz genelde lunaparklarda Radar olarak adlandırıyoruz), bizi her zaman bir 'pesimist' atmosfere sokmayı, bazen tahammülü güç şiddetli ve kanlı sekanslarla buluşturmayı ve 'çıkışsız', adeta 'boğulan' bir dünyaya 'tepetaklak' olmuş bir şekilde bırakmayı ihmal etmiyor. Bazı yorumcular bu kadar 'uçlarda gezinmede' biraz 'sansasyonel' bir yön bulsa da yönetmen çizdiği doğrultudan hiçbir taviz vermiyor, hatta bu türden eleştirileri ("Climax" filminin afişinde gördüğümüz gibi) umursamıyor bile! Her şeye rağmen bizce yönetmenin kendine ait 'karanlık' bir dünyayı yaratmasındaki yeteneği ve aykırı bir sinema dilindeki hakimiyeti takdire şayan!

Noe'nin 41. İstanbul Film Festivali bünyesinde gösterilen son filmi "Vortex" ise, yönetmenin diğer filmleriyle karşılaştırınca kronolojik açıdan daha düz ilerleyen, daha durağan ve daha 'sakin' bir yapım gibi duruyor. Ancak bu 'sakinlik' bizce bir açıdan yanıltıcı çünkü Noe bu sefer bizi her ne kadar bir 'cehennem çukuruna' salmasa, kanı ve şiddeti nerdeyse hiç kullanmasa ve hikâyesini çok daha gerçekçi temellere oturtsa da her filminde hissettiğimiz, peşimizi bırakmayan, huzursuz edici, 'diken üstünde' tutan, tekinsiz ve bir şeylerin 'ters gittiğini' (veya 'ters' gideceğini) alttan alta hissettiren atmosfer senaryoya bütünüyle hâkim. Karşımızda olan, belki en kişisel, en durgun ama 'buram buram' Noe kokan bir film!

Hikâyeden bahsedecek olursak: Yaşlı bir çift, Paris’teki dairelerinde sakin ve huzurlu bir yaşam sürmektedirler. Adam, bir sinema tarihçisi ve yazar, eşi ise emekli olmuş bir psikiyatrdır. Hala birbirine derin bir sevgiyle bağlı bu yaşlı çiftin hayatı, kadında Alzheimer hastalığının belirtilerinin başlamasıyla sarsılır. Üstelik onlara bu esnada yardım edebilecek tek kişi olan oğulları da uyuşturucu ve boşanma gibi kişisel sorunlarla boğuşmaktadır.

İÇERİK AYNI, BİÇİM FARKLI

İlk bakışta "Vortex", içerik ve işlediği konu açısından bir başka önemli yönetmen Michael Haneke’nin Altın Palmiye ödüllü "Amour" filmini büyük ölçüde andırıyor: İki hikâyede de yalnız yaşayan, dışarıyla bağlantıları kısıtlı bir yaşlı çift var. Birbirilerine hala aşıklar ve huzur içinde yaşamlarını sürdürüyorlar. İki filmde de bu mutlu yaşam, kadının Alzheimer’a yakalanmasıyla allak bullak oluyor.

Ancak iki film ana hikâye açısından benzerlikler taşısa da bunu sunma biçimleri açısından ciddi farklılıklar barındırıyor: Haneke filminde bu yaşlı çiftin, evlerine kapanıp cesur ve kararlı bir şekilde bu amansız hastalıkla mücadelesini anlatırken, "Vortex" bu olayı adeta 'orta' yerinden yakalıyor ve hikâyede hastalığın başlama ve belirti süreçlerini geçip, sanki ‘zirve yaptığı’ bir evi bulamama sekansıyla açıyor. Filmdeki yaşlı çift, bir anlamda bu hastalığa karşı "Amour" filmindeki çiftten çok daha sert ve hazırlıksız bir şekilde yakalanıyorlar.

Noe, bu sekansta da beklenmedik bir şey yapıyor ve görüntüyü ikiye bölüp (split screen) eş zamanlı bir şekilde adamın ve kadının o sabah neler yaptıklarını ve nasıl zaman geçirdiklerini gösteriyor. Sokakta, giderek kendini daha çok kaybolmuş bir şekilde hisseden kadının ve bir süre onun adeta dedektif gibi izini süren kocasının eş zamanlı süreçleri, bu iki insanın kalp olarak aynı yerde olsa da, akıl sağlığı açısından ne kadar ayrı yerlerde olduklarının altını çiziyor. Bu aşamada belirtmemizde yarar var: Hatırlanacağı üzere Noe filmlerinde inanılmaz kamera açıları ve hareketleri kullanarak seyirciye hem 'yönünü kaybettiren' hem de karakterlerinin içinde bulundukları ruh halini hissettiren, çok güçlü görüntüler yakalar. Burada da, hareketli bir kadraj içerisinde ağır aksak, her şeye yabancı kalmış, yönümüzü şaşırmış bir şekilde kadın karakterin peşinde dolanmamız, kuşkusuz normal ve sabit bir planda ona karşı hissedebileceğimiz yakınlığı ve empatiyi çok daha üst bir seviyeye çıkarıyor.

.

DAİRENİN MÜDAHİL OLMASI…

Yaşlı çiftimizin oturdukları daire de belirgin bir 'dördüncü' başkarakter olarak ön plana çıkıyor: Bu daire kuşkusuz belirli bir zevke ve sıcaklığa sahip ancak mekandaki kitap 'yığınları' normal entelektüel bir çiftin evindekinden çok daha fazla. Neredeyse 'istifçilik' sınıfına girebilecek bu tutum, ezelden beri oturulmuş gibi duran (aslında stüdyoda imal edilmiş), anıların ve bilgilerin biriktirildiği bu dairenin her köşesinde hissediliyor. Ve belki de bütün dengeleri bozan hastalık, adamın zaten var olan tıkanmışlığını ve eşinin (hastalık dışındaki) hassasiyetini gün yüzüne çıkarıyor.

Tekrar "Vortex"in hikâye açısından "Amour" ile olan farklılıklarına bakacak olursak: "Vortex"teki çift her ne kadar huzurlu görünse de yine içlerinde bastırılmış bir kızgınlık hissediyoruz. Sanki kadın biraz erken emekliye ayrılmış olmanın sıkıntısını, adam da kafasında olan son kitabını bir türlü toparlayamamış olmanın yorgunluğunu yaşıyor.

Bir de tabii adamın çok ilerlemiş yaşına rağmen asla tam olarak unutamadığı, sürekli görüşmese de bağlantısını koparmadığı, 20 senelik bir gizli aşkı var. Üstelik bu kadının da belli bir yaşta olduğunu göz önüne aldığımızda, belli ki bu gizli aşk basit bir gönül eğlendirme veya sıradan bir aldatma değil, aksine çok daha derin bir bağ taşıyan bir olay. Bu açıdan da filmin "Amour"daki sadakatli aşktan ciddi bir farkı var.

Hikâyeyi daha da ümitsiz kılan belki de çifte en önemli yardım elini uzatacak kişi olan oğullarının da 'aciz' durması… Bütün iyi niyetine ve çabasına rağmen hayatını bir türlü rayına oturtamamış, parasız, ciddi bir işi olmayan ve hala uyuşturucu problemleriyle boğuşan bu oğul, "Amour"daki soğuk ama sorumluluk ve güç sahibi, ailenin kızı Eva’dan (Isabelle Huppert) çok farklı…

Belki de iki filmde de yaşlı çift maddi açıdan sorunlu değil ama en azından bir şeyleri kolaylaştırabilecek, hızlandırabilecek üçüncü bir kişinin eksikliği burada hissediliyor, çıkışsız durum daha da vahim bir hale geliyor.

NOE’NİN BELKİ DE EN KİŞİSEL FİLMİ

"Vortex"te, bilinçli olarak adını asla öğrenmediğimiz 'anne'yi usta oyuncu Françoise Lebrun, oğlu Stephane’ı ise Alex Lutz canlandırıyor. Özellikle filmdeki birçok konuşmanın ve oyunun doğaçlama olduğunu düşündüğümüzde (yönetmenin açıklamalarından biliyoruz) Lebrun’nün performansı kusursuza yakın gibi duruyor. Ancak bizi oyuncu seçimi olarak asıl şaşırtan yönetmenin, 'baba' rolünü efsanevi bir yönetmenlik kariyerine (başta "Suspiria" ve "İnferno" filmleri olmak üzere…) sahip ama oyunculuk açısından figüranlık dışına çıkmamış Dario Argento gibi bir isme teslim etmesi. Argento, bu ilk 'gerçek' rolünde inanılmaz bir performans sergiliyor; karakterinin bütün kırılganlıklarını, saplantılarını, üzüntülerini, ısrarlarını kısaca bütün katmanlarını çok başarılı bir şekilde sergiliyor.

Noe, filminin başında "Aklı kalbinden daha önce çürüyecek herkes için" cümlesiyle bizi karşılıyor. Belli ki bu filminde işlediği konuyu son derece kişisel görüyor nitekim açıklamasında annesini ne yazık ki Alzheimer hastalığına yakalandıktan sonra kaybettiğini dile getiriyor.

Kısaca Noe, bizi bir kere daha sarsıyor. Ama bu sefer hissettiğimiz, başımızı döndüren, adeta trans geçirmiş gibi sersemleten bir 'şamar' değil; daha çok yavaş yavaş kaynayan bir kazan gibi taşmaya başlayan, ilerledikçe kısırdöngü hissiyatı veren ve giderek tükeniş hissettiren bir tekinsiz hava. Umutsuz mu? Evet! Nihilist mi? Evet! Peki, etkileyici mi?.. Yönetmeni Noe!


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .