Ucuz bir poetika: Hayatlarınızdan Alacaklıyım

Tunç Kurt'un Sennur Sezer Emek-Direniş Şiir ve Öykü Ödülleri’ne değer görülen 'Hayatlarınızdan Alacaklıyım' adlı öykü dosyası Manos Kitap tarafından yayımlandı.

Google Haberlere Abone ol

Yusuf Yağdıran

Sanatın varlık nedenine dair kadim soruya genel kabulü içeren bir yanıt vermek olanaksız. Tarihsel deneyim, muhtemel yanıtlarla vücut bulan edebi akımlar ve dönemlerle yüzleştirir okuru. Disk Gıda-İş Sendikası ve Manos Kitap tarafından düzenlenen Sennur Sezer Emek-Direniş Şiir ve Öykü Ödülleri’ne değer görülen Tunç Kurt’un 'Hayatlarınızdan Alacaklıyım' adlı öykü dosyası, söz konusu soruya verilen yanıtların yarattığı yarıkta ne bireysel duyarlığı es geçiyor ne de toplumsal duyarlığı. Diyalektiğin gereği olarak toplumdan bireye, bireyden topluma ve nihayet yaşanılan çağdan tarihsel bağlama kopmaz bir köprü kuruyor.

'Hayatlarınızdan Alacaklıyım' dosyasında ilk iki öyküsüyle toplumsal duyarlığı estetize eden yazar, "Ucuz Poetika" adlı öyküyle kendisini hiçbir kısır döngüye mahkum etmeyeceğini vurguluyor. Bir parçası olduğu toplumdan kopmadan onun genel kodlarına da teslim olmayacağını fısıldıyor. Tam da bu poetik tavırla Can Yücel’i anımsatıyor okura: "Ne kadar rezil olursak o kadar iyi." Öyle ya anlamın kısırlaştırıldığı, genel kabulün birey iradesini yok saydığı, rıza tahakkümünün otokontrol mekanizmasına dönüştüğü çağda bireyin kendi gölgesinden kurtulmasından başka harita mı var? Her şeyin anlama eğilimli oluşu sanat ürününü ideolojik kılsa da bu, hiçbir kurumdan, yapıdan, alışkanlıktan ödünç alınamayacak bir özgünlüğe içkin değil mi sonuçta? Sanat bilgisi olarak okunması gereken estetik, mülke karşıt özgül bir ideoloji değil mi?

Hayatlarınızdan Alacaklıyım, Tunç Kurt, 66 syf., Manos Kitap, 2021.

Kaldı ki alabildiğine yayılan ve bünyeyi sardıkça içten içe çürüten yaşam döngüsü, bir tek kulak oylumunu ihmal ediyor belki de. Neleri katmıyor ki girdabına? Aşk, çalışma yaşamı, sanatsal formlar, dostluk-yoldaşlık hukuku… Her birinde derin kırıklar bırakıyor arda kalana. "Neva Gazel" ve "Diğer Mevta" öyküleriyle can buluyor Hallac’ın ölümsüz feryadı: Cehennem acı çektiğimiz yer değildir, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir. Tam da bu noktada kitlesel sıradanlığın varoluşun önündeki en büyük engel olduğunu anımsatıyor bize Tunç Kurt. Bu engeli bir eşiğe dönüştürmekten başka yol olmadığı gerçeği etrafında örgütlüyor okurunu. İnsanların içine sindirdiği, uyum sağladığı, alıştığı bu her şeye karşı avaz avaz bağırıyor. Bu keskin çığlıkta sınırlarına çarparak hiçbir yerdeliğini keşfeden insanın bunaltılı arayışları var en nihayetinde. İnsanın en uyanık hâliyle gördüğü bir rüya hâli gibi tüm öyküler.

"Çürümek" öyküsüyle başlayan huzursuzluk hâli, "Güvercin" öyküsüyle bir bulantı hâline evriliyor. Sartre’ın insanlığa emaneti olan eşik sendromunu Edip Cansever’in Çağrılmayan kahramanından el alıp ete kemiğe büründürüyor. Kim demiş “varoluşçuluk, diyalektik materyalizmle uzlaşamaz” diye. Kendi gölgesinden kurtulmak isteyen birey, toplumsal çürümenin de dışına çıkmakla mükellef kılmıştır benliğini. Mevcut bunaltı, her şeyden önce anamalcı düzenin genelgeçer kodlarıyla kavgadadır. Ve kavga, çemberin dışına çıkmakla nihayete ermeyecektir elbet. Tıpkı "Kusursuz Çember" öyküsünde olduğu gibi bir metafor olmanın çok ötesinde bir devrimi işaret etmektedir okura. Eşiği geçemeyecek olanın uğraşı, bir Fak’ın azgın dişlerinde bulacaktır yazgısını.

Okurun alanına girmeyip aşırı yoruma kaçmadan sezdirmeye çalıştığımız dosya içeriği, yapıtın söz konusu ödüle değer görülmesi hakkında yeterli izlenimi yaratmıştır. Geriye öykülerin hakkını verecek okura ulaşması kalıyor.

Manos Kitap tarafından yakın geçmişte yayımlanan 'Hayatlarınız Alacaklıyım', dil ve anlatım bağlamında da kayda değer pek çok vasfa sahip. Yalın, duru ve akıcı bir anlatımı benimseyen Tunç Kurt, ağdalı söyleyişten ısrarla kaçınmış. Sezgi, duyarlık, gözlem, bilgi, susma, geri çekilme, kendini saklama, doğayı dinleme ve yalınlaşma gibi birçok öğeyle gelenekten beslenmiş olmanın kazanımlarını aynı potada eritmeyi başarmış yazar. Sıradanlığa, tekrara, karmaşıklığa, dolaylamaya, gereğinden fazla açıklamaya düşmeden bir üst dil kurma yetisine dayamış sırtını. Her şeyi ele geçirme çabasındaki iktidarlara karşı kuşkuyu diri tutma gereğini göz ardı etmemiş. Tekrarlardan arınarak ve şifreleyerek yazma, slogandan ve yüceltmeden kaçınma, nostaljiden uzak durma gibi temel disiplinleri de hakkıyla uygulamış. Ortalama bir anlam için kodlanmış ve yaşamın ortasına savrulmuş-yerleştirilmiş imajların kurguya asla yetmeyeceğinin bilinciyle yazmış her öyküyü. Söyleyişin içeriği gölgelemesine izin vermediği gibi okurun kolaycılığa kapılmaması için de bilinç akışı ve zaman geçişleri gibi farklı anlatım biçimlerini yerinde ve incelikli bir şekilde kullanmış.

Yazar, postmodern anlatının yapıtaşlarından olan pastiş, parodi ve üst kurmaca gibi yöntemleri öykülere yakışan bir bezeğe dönüştürmeyi başarırken söz konusu edebi manipülasyonun hilelerinden arınık durmayı da layıkıyla gerçekleştiriyor. Nedensellik bağını hem metin içi kurgu vasıtasıyla hem de metnin gerçeklikle ilişkisi aracılığıyla yapılandırıyor. Bu bağlamda kendinden menkul öyküler denemeyecek bir toplamı var ediyor. Dirime tüm kökleriyle tutunmuş bir dosya karşımızdaki. Dil ve anlatımın doğallığı ve samimiyeti, içeriğin canlılığını bütünlüyor. Okunduktan sonra da yaşamaya devam eden öyküler can buluyor bu yolla. Sudenaz’ın Salonu, Dede’nin Delice Uykusu, ayva ağacında yankılanan Yaşar, adı bize de kalan Rojda ve diğerleri…

Son sözü Yakup söylesin: Ve sabah bunları bir bir kendime anlatacağım.