YAZARLAR

Türkiye’de sekülerizmin kaynakları-2

Sekülerizm ‘dinsizleşmekten’ ziyade, ‘dine kayıtsızlık’ olarak nitelenebilir. Bu bakımdan laik yasalarla yönetilen bir devlette toplum katmanları deseküler olabilir. Tersinden de dinsel yasalara göre idare edilen bir devletin vatandaşları seküler bir yaşam tarzını sürdürebilirler. Seküler olanın evrensel sınırlarını belirlemek oldukça zor. Bir coğrafyada seküler olanı ifade edebilmek için öncelikle o coğrafyada “dinsel” ve “doğaüstü” olanın ne olduğu bilinmeli.

PROLOG-ÇOCUK İSİMLERİNE EK

Yazıya geçmeden önce eğlenceli bir konuya devam ediyorum. Sonra sizi çok sıkıcı bir mevzu beklemekte. Çocuk isimleri hakkındaki yorumlarıma (Gelenekten Kopuşa Üç Örnek) eleştiri getiren bir okurumuz, ‘modern vatandaşları’ pek eleştirmediğimden yakınmış ve çocuklara Hera, Ares, Artemis, Apollon gibi Yunanca isimler verilmesi hakkında ne düşündüğümü sormuş. Okurumuz bu isimlerin de bir tür gelenekten kopuş ve yabancılaşma örneği olarak gördüğünü belirtmiş.

Bu gayet zihin açıcı ve üzerine pek çok şey söylenebilecek iyi bir eleştiri noktası. Öncelikle bu isimlerin çoğu Yunanca değil. Bu tanrı ve tanrıçaların çoğu Yunanlılardan önce Anadolu’da yaşamış Hatti, Leleg, Karialı, Frig vb toplumlardan kalan isimlerin Yunanlılara geçmiş versiyonları. Ama sonuçta artık Yunan kültürüyle özdeşleştiklerinden bu ayrıntının pek bir önemi yok. Öte yandan ‘millîliklerini’ bilemem ama; bu tanrı/tanrıça isimlerinin ‘yerliliği’ tartışılmaz. Bunlar Anadolu’nun kadim isimleri. Peki, bizde çocuklara eskiden verilen isimler mi? Elbette değiller. Bu anlamda bir ‘yabancılaşma nesnesi’ olarak görülebilirler mi? Olabilir. Ama bu isimleri çocuklarına verenler zaten geleneği yaşatma gibi bir amaç içinde değiller ki. Oysa Arapça isim verenler geleneği yaşattıklarını düşünüyorlar. O yüzden birinci tercihten dramatik hikâye çıkmıyor; ama ikincisinden çıkıyor. Araştırmacılar da doğal olarak çelişkili vaziyet üzerine söz söylemeyi daha cazip buluyorlar. Yoksa birinci öykü yani “öz kültürüne yabancılaşmış, Batıya özenen elitler” zaten Tanzimattan beri işlenen artık herkesin aşina olduğu bir husus. Oysa yine öz kültürüne yabancılaştığı halde kendini tam aksine geleneğin temsilcisi gibi addedenlerin yani Arap dünyasına özenen yeni elitlerin dramatik çelişkisi tam tamına işlenmeye müsait bir mücevher gibi.

Gerçi çocuklara Yunanca isim verilmesi de ilk kez başımıza gelen bir ‘felaket’ değil. Osmanlıda Müslümanlığa geçen Rumlar, eski aile isimlerini (Mihaloğulları, Evrenosoğulları –bu ad Türkçe diyenlerde var-, Zaganos oğulları vb) koruyorlardı. İskender ve Eflatun gibi Arabileşmiş Yunanca isimler de çocuklara yüzlerce yıldır konmaktaydı (İskender çok eski bir Anadolu/Troyalı adıydı).  Türk toplumunda Cumhuriyet sonrasında pek de ‘elit olmayan’ insanlar çocuklarına halk arasında yerleşmiş Yunanca/Latince isimler vermişlerdir. Mesela balıkçı kasabalarında yaygın olan Bora gibi (isim Yunanca kuzey rüzgârı/tanrısı Boreas’tan gelir). Latin yanardağ tanrısı Vulcanus, Volkan adıyla erkek çocuklara verilir. Yine Anadolu mitolojisinden ana tanrıça Kybele, Sibel formuyla kız çocuklarına verilen bir addır. Daphne (Defne), Narkissos (Nergiz) yaygın mitolojik kökenli isimler.

Bu açıdan Defne veya Nergiz gibi adların ‘yabancılaşmayı’ yansıtması açısından doğru örnekler olmadığı muhakkak, ama ilk kez duyulduklarında belki onlar da yadırganmış ama sonradan benimsenmiş olabilirler. Sonuçta kültür durağan bir olgu değil. Bugün bize tuhaf gelen isimleri on yıllar içinde kabullenebiliyoruz. Bu şimdi bize yabancı gelen Arapça isimler için de geçerli. O nedenle bunların geleneğin içine dahil olup olmayacağını zaman gösterecek. Örneğin Öztürkçe/Moğolca adlar (Subitay, Kubilay vb) ilk yayılmaya başladıklarında yadırganmış olmalı. Halk hafızasında bu isimlerin bir kısmı önceleri zengin şımarık çocuk isimleri olarak algılanırdı. Ya da bu yönde bir propagandanın malzemesi olarak seçildiler. Örneğin Orhan Gencebay’ın kült filmlerinden Dertler Benim Olsun’da (1974) halkın evladı olan karpuzcu Sabahattin (Orhan Gencebay) ile şımarık zengin çocuğu Atilla (Selçuk Özer) arasındaki gerilimi hatırlarsınız. Tersinden eleştiriler de okumuştum. İslami basında şimdi adını hatırlamadığım bir yazar, sinemadaki ‘aklı kıt’ karakterlere bilinçli olarak dini simgesel adlar (Şaban, Ramazan vb) verildiğinden yakınmaktaydı. Türk sinemasında karakter isimleri analizi yaparak bu durumlar aydınlatılabilir; belki de çoktan bu türden bir araştırma yapılmıştır.

Başka bir okurumuz da Kürtçe isimlere değinmiş ve geçmişte Kürtler arasında tabiat esintili isimlerin (çiçek adları, karizmatik avcı kuşlar, dağ, nehir isimleri vb) yaygın olduğunu ama zamanla bunların yerini dini veya siyasi isimlerin aldığını belirtmiş. Bu da enteresan bir araştırma konusu olabilir. Aynı okurumuz bir de politik iddialar içeren isimleri olan çocukların ne kadar zıt hayatlar yaşadıklarına değinmiş. Aslında bu da ana-babalarının suçu. Kendi idealleri doğrultusunda çocuklara taşıması ağır isimler veriyorlar. Çocuğun devrimci, İslamcı, Kürdî, Türkî her neyse adı taşımaktan hoşnut olup olmayacağını önemsemiyorlar. Ana baba sonradan fikir değiştirse de çocuk ömrü boyunca adının sorumluluğunu taşımak zorunda kalıyor. Bence eski Türklerde olduğu gibi çocuğa ‘geçici isim’ verilmeli. Çocuk büyüyünce kendi adını hak ederek kendi kazanmalı. Timuçin’in Cengiz olması gibi...

ASIL KONU: SEKÜLERİZM NEDİR?

Şimdi konumuza dönelim, biraz sıkıcı ansiklopedik bilgi verelim ve seküler kültürle ne kast edildiğini özetleyelim. Sekülerizm sözcüğü siyasal literatüre 19. yüzyıl ortalarında girmiş. Terim "doğaüstüne dair öğretilerin (ve bu arada dinin) bireysel ve toplumsal düzeydeki prestijlerinin ve gündelik yaşamı şekillendirme güçlerinin azalması”[1] anlamına gelmekte. Sekülerizm ‘dinsizleşmekten’ ziyade, ‘dine kayıtsızlık’ olarak nitelenebilir. Nitekim terim, başlangıçta Avrupa’da dindar Hıristiyanlar (teistler) ve dini reddedenler (ateistler) arasında kalan, dinin geçerliliğini/doğruluğunu ve toplumsal fayda açısından gerekliliğini reddetmemekle birlikte; dini seremonilere katılmayan, dinsel coşkunluk karşısında kayıtsız kitleleri ifade etmek için kullanılmış.[2] Bu konunun uzmanları şöyle diyor: “Sekülerizm, hukuki ve siyasal bir kavram olan laiklikle karıştırılmamalıdır. Laiklik, devletin ve hukukun din karşısındaki tavrına göre ölçülürken, sekülerizm daha çok toplumun tavır ve ölçütlerini ele alır."[3] Bu bakımdan laik yasalarla yönetilen bir devlette toplum katmanları deseküler olabilir. Tersinden de dinsel yasalara göre idare edilen bir devletin vatandaşları seküler bir yaşam tarzını sürdürebilirler. Örneğin Avrupa’da anayasal olarak laikliğe önemli vurgu yapılan Katolik ülkelerde halkın Kiliseye olan ilgisi daha yüksekken, yasalarında laikliğe vurguların daha zayıf olduğu Protestan ülkelerde ise Kiliseye giden ibadetlere katılan insanların oranı daha düşüktür.

DİNSİZ AVRUPA

Gerçekten de Avrupa’da inançla ilgili araştırmalarda Tanrı’ya inanıyor musunuz? Kiliseye gider misiniz? gibi ahretlik sorulara olumlu cevap verenler genellikle Katolik ve Ortodoks ülke halkları. Mesela Tanrıya inanıyorum diyenlerin oranı Yunanistan ve Portekiz'de yüzde 81, Polonya’da yüzde 80, İtalya’da ve İrlanda'da yüzde 73’müş. Bu ülkelerdeki ateisterin oranı ise yüzde 1 ila yüzde 4 arasından değişiyor. Geri kalan yüzde 15-20’lik nüfus ise kendince bir yaratıcıya inanmakla birlikte bunu Hıristiyan gelenekle bağdaştıramıyor. Protestan ülkelerde Tanrıya inananlar oldukça düşük; Almanya ve İngiltere’de yarı yarıya gibi, Hollanda’da yüzde 34, Danimarka’da yüzde 31, İsveç’te yüzde 23. Bu ülkelerde halkın yüzde 20 kadarı ateistmiş. Norveç’te bazı araştırmalarda ateistlerin oranı –agnostiklerle birlikte- yüzde 72’ye kadar çıkıyor. İsveç’te ise ülkenin yüzde 84’ünü ateist olarak ölçen araştırmalar da var. Bir de uzak doğu ülkeleri var elbette, Japonya, Kore Çin gibi. Oralarda da ateist veya dinsiz oranları bazı araştırmalara göre yüzde 50 ve üzeri.[4] Gerçi onlarda zaten Akdeniz’deki anlamıyla bir din hiçbir zaman olmadı bu da başka konu.

Derslerde ne zaman bu konu açılsa: “Arkadaşlar bir ülke düşünün ki milletin yarısı ateist, geri kalanı agnostik, deist; dinsiz vb sizce burası nasıl bir yer olabilir” diye sorardım. Doğal olarak gelen cevaplar oldukça menfi ve fantastikti; herkesin herkesi öldürdüğü, kuralsız, kanunsuz, suç ve dehşet dolu bir ülke tasviri yaparlardı. Böyle bir ülkede cinayetlerin, tecavüzlerin, hırsızlıkların vb önü alınamazdı. Yani halen Ortaçağ ahlak geleneğine bağlı olduğumuzdan dinsizliği kanun tanımazlıkla eş anlamlı kullandığımız görülmekteydi. Halbuki dünyadaki en ‘ateist-dinsiz’ ülkeler olan Norveç, İsveç, Danimarka ve Japonya gibileri aynı zamanda suç oranlarının en düşük olduğu, rüşvet, kayırmacılık, yolsuzluk gibi alanlarda da en temiz, ortalama ömrün en yüksek olduğu ülkeler. Halkın yüzde 99’unun inançlı olduğunu iddia ettiği Müslüman ve Katolik ülkeler ise tam aksine suç şampiyonları. Mesela filmlerden ve belgesellerden gördüğüm kadarıyla dünya kokain ticaretini tekelinde tutan Kolombiya, Venezuela ve Meksika mafyası pek bir dindar. Adamların vücutları İsa ve Meryem dövmeleriyle dolu. Her çatışmadan önce mutlaka bir dua edip ikonları öpüyorlar. Rus mafyası da öyle. Boyunlarında haç eksik değil vücutlarının her yerinde haç figürleri ve koruyucu azizlerin tasvirleri, kanatlı melekler falan var. Her Pazar hepsi mutlaka kiliseye gidiyorlar. Paralarının bir kısmıyla kilise de yaptırıyorlar. Neyse bu mevzunun açıklanmasını sosyologlara bırakıp konumuza dönelim.

YANLIŞ TANIMLAR

Aslında tüm dünya için geçerli bir sekülerizm tanımı yapmak ve seküler olanın evrensel sınırlarını belirlemek oldukça zor.  Bir coğrafyada seküler olanı ifade edebilmek için öncelikle o coğrafyada “dinsel” ve “doğaüstü” olanın ne olduğu bilinmeli. Örneğin kılık kıyafetle ilgili normları olmayan bir dinin yaygın olduğu bir coğrafyada insanların istedikleri giysileri giyebilmeleri sekülerizmin alanına girmez. Ancak inananlarına çeşitli giyim biçimleri dayatan dinlerin baskın olduğu ülkelerde de bireyin giyinme tarzı da doğal olarak sekülerizmin alanına girecektir. Bu nedenle başörtüsü takmak istemeyen bir Sih erkeğin ya da ipekli giysi giymek isteyen bir Müslüman erkeğin tavrı kendiliğinden seküler bir tavır olarak algılanacaktır.

Sekülerizmi sadece belirli bir coğrafyadaki baskın din veya dinler üzerinden tanımlamak sekülerizm tartışmalarını içinden çıkılmaz alanlara sürükleyebilmektedir. Zira gerçekte sekülerizm baskın din veya dinlerin yarattığı kültür iklimi kadar bu dinlerle ilgili olmayan doğaüstü inanç biçimleri ve davranış kalıplarına da mesafeli olunmasını ifade eder. Ayrıca “baskın” dinden neyin kastedildiği de önemlidir. Bu bakımdan Türkiye gibi bir ülkede baskın dinsel kimliğin Sünni/Hanefi İslam olduğu kabul edilirse, bu darlaştırılmış kümenin dışında kalan inanç biçimleri veya tavırlar yanlışlıkla seküler olarak nitelenebilmektedir. Öte yandan Sünni/Hanefi ekole uymayan davranışların peşinen sekülerizmi temsil ettiği ön kabulü (veya hatası diyelim) daha ziyade kendi saflarını şişirmeye çalışan seküler çevrelerin değil; tam aksine toplumun dinsel davranış biçimlerini yeterli bulmayan politik İslamcıların alışkanlığı. Politik İslamcılar kendi zihinlerindeki kalıpların keskinliği nedeniyle İslam dışı olarak görülen veya gerçekten de öyle olan, ancak seküler olduğu da tartışmalı olan eylem ve düşünceleri “dindışı”, “din karşıtı” vb olarak gördüklerinden bilerek ya da bilmeyerek seküler hareketler olarak algılanan yelpazenin genişlemesini sağlamaktalar.[5]

Bu konuyla ilgilenirken bazı bilimsel makalelere baktım ve tam olarak bu ‘köşede’ itiraz ettiğim fikirlerin savunulduğu bir yazıya rastladım. Hatice Rümeysa Dursun imzalı yazı 2015’e ait. Rümeysa Hanım şöyle diyor: “Toplumların modernleştikçe sekülerleşeceğini savunan bir yaklaşım özellikle 60’lı ve 70’li yıllarda yaygın bir şekilde kabul görmekle beraber, bu anlayış daha sonraki yıllarda eleştirilmeye başlanmış ve yeniden gözden geçirilmiştir (...). Sekülerleşmenin kaçınılmaz olduğunu savunan klasik yaklaşım artık geçerliliğini koruyamamaktadır. Ortadoğu’da son yıllarda yaşanan demokratik değişim süreci on yıllardır laik, otoriter rejimler tarafından yönetilen halkların kendi değerlerine ve haklarına sahip çıktığını açıkça göstermektedir. Bu açıdan Arap Baharı süreci, tepeden inme bir şekilde sekülerleşmeyi tüm topluma dayatan Arap yönetimlerinin de başarısızlığını ortaya koymaktadır. (...) Batılı ülkelerle işbirliği içindeki otoriter ulus-devletler Müslüman halklarını tarihi geçmişlerinden koparmış ve İslamcılık ise bu baskılara bir tepki olarak gelişmiştir."[6]

Akademik Ortadoğu adlı dergide yayınlanan bu cümleler mevcut dönemde akademide yaşanan büyük kafa karışıklığını gözler önüne seriyor. İlk olarak toplumların -Müslümanlar da dahil- giderek sekülerleştiğini tartışmanın bir manası yok. Bu zaten tartışılmaz bir gerçek. Politik İslam’ın yükselişi ya da halkın dini simgeler olarak gördüğü birtakım nesnelere sarılması bu gerçeği değiştirmiyor.  Bir söz vardır, ileri doğru giden bir gemide siz ne kadar geriye koşsanız da ilerlemiş oluyorsunuz. Bundan 100-150 sene önce İslam dünyası resim ve fotoğrafın günah olup olmadığını tartışıyordu. Enver Paşa Tacikistan’dan karısına yazdığı bir mektupta “Naciyem, Sultanım senden bana hatıra kalan tek fotoğrafını da yakmak zorunda kaldım. Bura halkı çok tutucu fotoğrafı günah sayıyorlar, aman Paşam görmesinler diye beni uyardılar” demekteydi. Şimdi herhalde Rümeysa Hanım fotoğraf çektirirken bu türden sıkıntılar yaşamıyordur. 150 sene önce ulema müziğin ve müzik aletlerinin şeytan icadı olduğunu savunuyordu. Mikroskop ve teleskop gibi gavur icatları görüldükleri yerde kırılmaktaydı. Bisikletin de (velespit) şeytan icadı olduğuna inanılırdı. Özellikle kadınların bisiklet ve motorsiklet kullanmalarına izin verilmezdi. Zira kadın dediğin bacaklarını açarak bir bineğe binemezdi. Ata veya bisiklete binilecekse yan oturulup diz kapakları birleştirilerek binlerlerdi (halen de bu biniş tarzına rastlanılır). Lale Devrinde ilk kez kadınlara has mesireler açılıp kadınlar salıncağa bindiklerinde ulema bunu da protesto etmiş ve bu mesire alanlarına yasak getirtmişti. Makyaj yapmak, rastık çekmek, saç boyamak, kaş almak, gürültü çıkaran ayakkabı giymek, kocası da olsa bir erkekle el ele kol kola yürümek, sokakta mahremi olmayan bir adamla konuşmak, koku-parfüm sürmek -neyse içim şişti- tüm bu listedekiler ve daha fazlası ulema tarafından hadislere dayandırılarak yasak edilmekteydi.

O nedenle sekülerleşmenin başarısız olduğu iddiası ancak gülünç bir çıkarım olabilir. Çağımızın ‘muhafazakarları’ kendilerinin gerçekten muhafazakar olduklarını sanıyor olabilirler. Ama onlar bu çağın ‘modern muhafazakarları’. Zaman makinesiyle 150 sene evvele gidecek olsalardı ‘gerçek muhafazakarlık’ nasıl olurmuş görürlerdi. Aslında yine de görebilirler. Yukarıda yasakları uygulayan çok sayıda ülke halen var. Ben mesela İran’dayken cebimden Türkiye’den getirdiğim kolonyayı çıkarıp şöyle bir elime döküp kokladığımda etrafımı insanlar sarıp merakla elimdeki acaip nesnenin ne olduğunu sordular. Biri “bu içiliyor mu” dedi. Genç bir kadın “yok ben bunu biliyorum ellerine sürüyorlar” dedi. Başka biri de cep telefonuyla, hayatında ilk kez gördüğü soyu tükenmekte olan bir canlının resmini çeker gibi kolonyanın fotoğrafını çekti. Bazı samimi dindarlar alkol yasaklanınca sadece alkollü içkilerin yasaklandığını sanıyorlar, halbuki bu yasakların devamında sağlık ürünleri, ağız losyonları, parfümler ve kolonyalar da yasaklanıyor.

Neyse yukarıdaki alıntıda insan hangi hatayı düzelteceğini bilemiyor. Arap baharı demokratik haklar ve kendi değerlerine dönüş için çıkmış. Kendi değerleri derken ne kast ediliyor? Her halde bu insanlar bisiklete binmenin, teleskopun, fotoğraf makinesinin yasaklanması için Tahrir Meydanına dökülmediler. Tam aksine bir ‘Batı icadı olan’ demokrasiyi istemekteydiler. Arap baharında insanlar Suudi Arabistan gibi olmak için değil Batılılar gibi yaşamak için isyan ettiler. Bu nedenle Arap baharı asla ‘İranvari’ bir öze dönüş hareketi değildi. Rümeysa Hanım’ın iddiasının aksine politik İslamcılık da bu ülkelerde Batıya karşıtlığın sonucu olarak değil Batının destekleriyle yükseldi. Son üç asırdır Batı Arap dünyasındaki modern seküler adımları daima engelledi. Nasır’ı devirmek, Arap milliyetçiliğini yok etmek onlar yerine teokratik petrol krallıklarının ideolojisini tesis etmek Batının temel çabasıydı. Nerede bir ‘İslami diriliş’ varsa Batılılar onun arkasında hemen toplaşıp durdular. Bu iş için Britanya’da, Almanya’da, Rusya’da muazzam zekalara sahip uzmanlarca onlarca oryantalist kürsü kuruldu, Arapça, fıkıh, hadis çalışmalarına binlerce öğrenci on binlerce saat ayırdı. Neyse bunlar derin mevzular. Ayrıca bu ‘Akademik Ortadoğucu’ yazıları yorumlarken de artık bana da bir yılgınlık geliyor. Neyse ki tarihsel gidişat beni fazla yormadan hakikati gözler önüne seriyor.

NOTLAR: 

[1] Volkan Ertit,Sekülerleşme Teorisi, Liberte, Ankara,2019,S.47,76.

[2] Talal Asad, Sekülerliğin Biçimleri. Hıristiyanlık, İslamiyet ve Modernlik, Çev. Ferit Burak Aydar, Metis Yayınları, 206, s.36-37

[3] Ertit, a.g.e.s.83.

[4] https://tr.wikipedia.org/wiki/Dinsiz_nyüzde C3yüzde BCfusa_gyüzde C3yüzde B6re_yüzde C3yüzde BClkelerin_listesi.

[5] Ertit, a.g.e.s.72.

[6] Hatice Rümeysa Dursun, “Sekülerliğe Farklı Bir Bakış: Talal Asad’ın Perspektifinden Din Ve Sekülerliği Okumak-Arap Baharı’nda Tunus Deneyimi” Akademik Orta Doğu, Cilt 9, Sayı 2, 2015 s.76-79.


U. Töre Sivrioğlu Kimdir?

1980 yılında Gönen'de doğdu. Ege Üniversitesi'nde arkeoloji bölümünden mezun oldu. Arkeoloji alanında yüksek lisans ve tarih alanında doktora eğitimi aldı. Türkiye'nin çeşitli illerinde ve İran, Özbekistan, Afganistan gibi ülkelerde kazı ve araştırma projelerine katıldı. İran, Bizans, Osmanlı/İslam sanatı ve arkeolojisi üzerine çeşitli araştırmaları yayınlanmıştır. Arkeoloji ve tarih temalı atölyeler yapmaya devam etmektedir.