Türkiye’de iktidarın yeni silahlı - insansız siyaseti

Gözlerini silahların parlayan zırhlarından çevirdiklerinde görecekleri şey çökmüş bir ekonomi, toplum ve devlet yapısı ile bölgesel hatta küresel bir soruna dönüşen Kürt meselesi olacaktır.

Google Haberlere Abone ol

Yusuf Uygar*

Stanley Kubrick’in 1968 yapımı ve ismi Türkçeye “2001: Bir Uzay Macerası” şeklinde çevrilen “2001: A SPACE ODYSSEY” filminde primatlara benzeyen maymunumsu canlıların ilk “silahlarını” keşfetmesi, içinde birçok gönderme bulunan ikonik bir sahneyle anlatılır. Büyük bir uyluk kemiğini silah gibi kullanmayı öğrenen primat, bu silahla avlandıktan ve karşı kabilenin üyelerini öldürdükten sonra kemiği havaya fırlatır ve kemik havada süzülürken bir uzay mekiğine dönüşür. Kuşkusuz ki birçok başka anlamların yanında burada temel vurgulardan biri de ilerleme, aydınlanma fikrinin kendisinedir. Kubrick’in çocukluğunun şekillendiği yıllarda tam da ilerleme ve aydınlanma adına kutsanan tekniğin nasıl bir ölüm makinasına dönüştüğü bütün dünyaca müşahede ediliyordu. Primatın havaya attığı kemik, sofistike toplu öldürme biçimlerine, devasa kentleri yerle bir eden atom bombalarına dönüşmüştü. Oysa ki bütün bir ilerleme fikri, daha barışçıl, müreffeh ve mutlu yarınlara yolculuk yaptığımız üzerineydi. Peki, nasıl oldu da bu büyük bilimsel atılım yılları insanlığı korkunç bir tarihsel momentin içine sürüklemişti?  Kendisi de bizzat bu kıyıcı “teknik” makinanın kurbanı olan Walter Benjamin’e göre “Faşizm, talihini biraz da, hasımlarının ilerleme adına onu tarihsel bir norm gibi görmelerine borçludur. Yirminci yüzyılda bu yaşadıklarımızın 'hâlâ' nasıl mümkün olduğuna şaşmak, felsefi bir bakış değildir. Bu şaşkınlık bizi, herhangi bir bilgiye de götürmez, tek bir bilgi hariç tabii: Kaynağındaki tarih anlayışının iler tutar tarafı olmadığı.”[1] Büyüleyici makinaların, yükselen bilimin bizi kendiliğinden bir asrı saadete götüreceği yanılgısı faşizmin lokomotiflerinden birine dönüştü. İnsanlığın büyük bir arzu ve hızla talep ettiği bu ilerleme fikri için Horkheimer ve Adorno “Durdurulamaz ilerlemenin laneti durdurulamaz gerilemedir.” diyeceklerdi.[2]

Dünyayı devasa bir ölüm çukuruna dönüştüren faşizmin en temel motivasyon noktalarından biri savaşın özellikle teknik aracılığıyla estetize edilmesiydi. Nazi Almanya’sı “ayrıksı otlardan”, “hastalıklardan” yani bütün bir Alman olmayan unsurlardan arınmış yekpare saf bir ırk olarak Almanlığı inşa ederken diğer taraftan kusursuz ölüm makinaları üretmeye koyuldu. İlk defa üretilen ve kullanılan devasa toplar, uçaklar, tanklar vs. bütün bir Nazi savaş makinasının suretlerini oluştururken mekanik aksamın kendisi bir sosyal form olarak görünmekteydi. Devasa askeri törenler sırasında subayların savaş makinalarına adeta eklenti biçiminde eşlik etmesi söz konusu bu formun biçimine dair somut bir izlenim sunuyordu. Baudrillard ve Haraway etrafında sürdürülen tartışmaları göz önüne aldığımızda insanın protezi olarak tasarlanan mekanizmalar özgürleşme potansiyelleri taşısa da insanın kendisini de bizzat proteze dönüştürebilmekteydi. Marcuse’un ifadeleriyle; "Belki de teknik akıl kavramı bizzat ideolojidir. Tekniğin salt kullanımı değil, bizzat kendisi de (doğa ve insan üzerinde) iktidardır, yöntemli, bilimsel, hesaplanmış ve hesaplayan iktidar! İktidarın belirli amaçları ve ilgileri tekniğe ancak 'sonradan' ve dışarıdan empoze edilmiş değillerdir- onlar bizzat teknik aygıtın yapısına dâhildirler; teknik her defasında tarihsel-toplumsal bir tasarımdır ve onda bir toplumun ve ona hükmeden ilgilerin insanlara ve şeylere yaklaşımları yansıtılmıştır. İktidarın amacı 'maddi'dir ve bu bakımdan bizzat teknik aklın biçimine aittir."[3] Özcesi iktidarların tasarladığı silahlar, zamanla silahların tasarladığı toplumsal durumlar ortaya çıkarabilmektedir.

Türkiye’de de tıpkı İran’da, İsrail’de, Afganistan’da ve daha birçok ülkede olduğu gibi baskı rejimiyle paralel bir şekilde yükselen namlular, muştulanan ölüm makinaları, mabede çevrilen silah festivalleri iktidarın temel politik argümanı haline geldi. 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası iktidarını kaybeden AKP Genel Başkanı ülkedeki ulusalcı, milliyetçi eski-yeni devlet yapılarıyla kurduğu ittifaklarla beraber diğer bütün benzer rejimlerde olduğu gibi siyasi ve ekonomik çöküşe karşı savaş sanayisini ve bununla beraber düşmanlık politikalarını başat siyasi malzemesi haline getirdi. Esasen birçok İslamcı yapıda mevcut olan ve “batının kültürünü, siyasal geleneğini, ahlakını almayalım ama tekniğini, bilimini alalım” şeklinde ifade bulan muhafazakâr mühendislik sevdası bu yeni politikalara hızlıca eklemlendi. Erbakan’ın mühendisliğinden bilgisayar kullanan Müslüman gençlik söylemine “batı” karşısında “ezilmenin” sebebini sadece teknik gerilemede bulan söz konusu gelenek, tarihsel açıdan da Osmanlı başta olmak üzere İslam dünyasının askeri ve siyasal yenilgilerini de yeterli düzeyde gelişmiş silah kapasitesi olmamasına bağlamaktadır. Bu düşünce biçimine göre kadınların toplumdan soyutlanması, düşünce özgürlüğünün yok edilmesi, demokratik işleyişin olmaması gibi batılı meseleler önemsiz hatta İslam toplumları için tehlikeli birer öğedirler, hiçbir şey büyük bir ölüm makinasına sahip olmak kadar etkili olamaz. Faşizmin genel düsturu bu durumda doğal bir fikre dönüşmekte maymunsu primatın durumunda olduğu gibi en büyük silahı eline geçiren dünyaya hükmünü geçirecektir. IŞİD’in bütün çağdışı uygulamalarına karşın çok ileri seviye çağdaş savaş ve medya teknikleri kullanması hatta gayri nizami harp tarihine etki edecek ölçüde teknik kullanması tam da bu fikrin hakimiyetinin bir yansımasıdır. Taliban yönetimindeki Afganistan, üniversiteye gitmek isteyen kadınları kırbaçlayıp, eğitim haklarını ellerinden aldığı hafta yerli ve milli otomobilini tanıtmaktaydı. Hitler Almanya’sından Siyonist İsrail yönetimine, saçı göründü diye kadınları katletmekten geri durmayan İran’dan Kürtleri bastırmak için IŞİD’le ortaklık kurmaktan çekinmeyen Türkiye’deki iktidar blokuna kuşkusuz her faşizan yapı yanına sofistike ölüm makinaları almadan yol alamazdı, öldürme yeminleri eden yönetimlerin elbette eline baltayı alması kaçınılmaz. Türkiye’de bu durum aynı zamanda başka bazı sonuçları ortaya çıkardı; maneviyat naraları atan sayısız İslamcının karşıt gibi göründüğü düşmanlarına birebir benzemiş olması bunlardan biri. Afganistan’da ABD’nin sivilleri katleden SİHA saldırılarını[4] haklı ve büyük bir öfkeyle kınayan bu kesim, 2017 yılında SİHA saldırısı sonucu Hakkâri’nin Tale (oğul) köyünde devlete bağlı okullarda kalorifer işlerini yapan 3 çocuk babası Mehmet Temel’in hayatını kaybetmesi ile biri emekli memur 4 kişinin de yaralanmasını gündeme taşıdığı için Sezgin Tanrıkulu’na karşı 7 yıldır sistematik saldırı yürütmektedir.  SİHA’lar kendilerinin olunca kutsiyet atfeden, sivil ölümleri konuşulamaz kılan söz konusu İslamcı camianın esasında düşman addettikleri batılı güçlerin pozisyonunu arzuladıkları açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. ABD veya İsrail’e duyulan hınç aynı oranda öldürme gücüne sahip olamamaktan kaynaklanmaktadır.

Marcuse’un yukarıda alıntıladığımız tekniğin bizzat bir iktidar etme biçimi olduğuna dair fikri Türkiye’de çok hızlı vuku bulmuştur. İnsansız hava araçları gerçekten de insanın görünmediği, önemsizleştiği, sayıya dönüştüğü bir tarzı siyaset ortaya çıkarmıştır. Türkiye’nin Rusya’nın gözetiminde ÖSO milis gruplarıyla Afrin’deki Kürt yönetimine yönelik başlattığı saldırı dalgası sırasında yaşanan insanlık dışı durumlar Birleşmiş Milletler gibi birçok uluslararası kurumun çağrılarına rağmen sürdürülmüş, iktidar sözcüleri her gün ölüm rakamlarını büyük mitinglerde müjde verir şekilde duyurmuştur. Bütün bu süreç boyunca televizyon kanalları savaş oyunlarını aratmayacak ses ve efektlerle yaşanan yıkım ve ölümü eğlence haline getirdi. Afrin’e yönelik sürdürülen saldırı boyunca öldürülenler birer sayıya, yağmalanan beldeler birer savaş ganimetine dönüştürülmüş, yaşanan vahşetin içinden insan çekip çıkarılmış, insansız hava araçları birer tapınma nesnesine çevrilmişti. Savaş deneyiminin kendisi tamamıyla bir enformasyon çalışmasına dönüştürüldü. Bu anlamda yine Benjamin’in 2. Dünya savaşına atfen söylediklerini hatırlamakta fayda var; ‘‘Deneyim, hiçbir zaman, stratejik deneyimin siper savaşı, iktisadi deneyimin enflasyon, bedensel deneyimin mekanik savaş, ahlaki deneyimin iktidar sahipleri tarafından boşa çıkarıldığı bu dönemdeki kadar yalanlanmamıştı.”[5]

Ortaya çıkan bu yeni nosyonun, siyaset tarzının aynı zamanda ulusalcı Kemalist kadrolarla eklemlenmesi bir tesadüf değildir. Söz konusu bu güçler benzer bir süreci 1990’larda ABD’den alınan Cobra helikopterler, F-16’lar, Almanya’dan alınan tanklar üzerinden denemiş neticede yürütülen savaşın gölgesinde 1990’ların sonuna gelindiğinde Türkiye, tamamıyla yozlaşmış ve çürümüş bir devlet yapısına dönüşmüş ve çökmüştü. Bugün geçmişte görülen hayalin tekrardan sürdürülmesi yani Kürt meselesi etrafındaki bütün bir demokratik, sosyal, toplumsal sorunların ileri ölüm makinalarının ezeceği meselelermiş gibi düşünülmesi ülkeyi yeniden büyük bir çöküşün içine sürüklemiştir.

SİHA’LAR TÜRKİYE’Yİ NEREYE GÖTÜREBİLİR?

Bir rol model hatta örnek bir aile yapısı olarak sunulan Bayraktar-Erdoğan birlikteliği batının ilmini almış ama muhafazakâr milliyetçi değerleri de savunan mükemmel bir yerli biçim olarak pazarlanmaktadır. Fethullahçıların hayal ettiği altın nesil de tam da böyle bir şeydi. Yoksulluk ve sefalet ile boğuşan çoğunluğa eldeki tek hikâye kurtuluş gibi sunulmakta, milyonlarca dolar vergi affı ve dolaylı, doğrudan teşvik alan bir özel şirket devletin kurumu gibi muamele görmektedir. Peki, gelişmiş teknik silahlar despotik yönetimleri kurtardı mı? Tarih ve güncel zamanın bu konuda söyleyecekleri var; devasa ve mükemmel bir teknik savaş makinasına sahip Nazi orduları 1943’te yenilmez görülürken bir yıl sonra tamamıyla çöktü. ABD askeri, teknik ve siyasal açıdan en güçlü olduğu bir dönemde Vietnam’da büyük bir yenilgi yaşadı. İsrail sahip olduğu en gelişmiş SİHA ve hava savunma sistemine karşın yıllardır şiddet, nefret, korku ve mutsuzluğun merkezi durumunda. İnsansız Savaş Araçlarının ve nice ölüm makinasının ilk kullanıldığı yer olan Afganistan’dan ABD ardına bakmadan çıktı, geride tamamen çökmüş ve Taliban gibi bir yapıya terk edilmiş bir ülke kaldı. Türkiye’deki milliyetçi, dinci, ulusalcı yapılar Bayraktar-Erdoğan aile şirketinin ürettiği savaş teknolojileriyle yok edilmiş bir Kürt sorununun ve genişlemiş emperyal bir Türkiye’nin hayalini görmekteler fakat aslında gözlerini silahların parlayan zırhlarından çevirdiklerinde görecekleri şey çökmüş bir ekonomi, toplum ve devlet yapısı ile bölgesel hatta küresel bir soruna dönüşen Kürt meselesi olacaktır. Kim bilir belki de bu ölümcül büyüden kurtulan birileri sık sık Türkiye’yi ziyaret eden İngiltere Savunma Bakanına İngiltere’nin devasa silah ve ordu gücü varken İrlanda meselesini neden şiddetle bastırmak yerine uzlaşıyla çözdüğünü sorabilir.

*Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü /Doktora öğrencisi

NOTLAR:

[1] Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, Metis Yayınları, İstanbul, 2014, s. 43

[2] Max Horkheimer, Theodor W. Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği – 59

[3] Aktaran J. Habermas – İdeoloji Olarak Teknik, S. 34

[4] ABD’nin saldırıları Amerika’daki akademik çevrelerce etik bir tartışmanın konusu olmuş, sert eleştiriler sonrası bazı ülkelerde bu saldırılar askıya alınmış ve birçok subay yargılanıp ceza almıştır. Türkiye’de hem sınır içindeki açık sivil ölümlere dair hem de B.M, Unicef, HRW, A.B  gibi uluslararası kurumlarca raporlanan sınır dışındaki sivil ölümleri içeren herhangi bir soruşturma dahi açılmamıştır.

[5] Walter BENJAMİN, Son Bakışta Aşk, 78