'Vatanın tamamı tampon bölge oldu'

Hafıza Mekanlarını sosyolog Neşe Özgen ve avukat Zelal Pelin Doğan'la konuştuk: Suruç Katliamı ve sonrasında vatanın her metrekaresi sapkın olan/olmayan; makbul olan/olmayanların, devlet şiddeti ve iradesine boyun eğmeye zorlanacağı bir adımın ilk göstergesiydi. Devamı da geldi: Vatanın tamamı tampon bölge oldu.

Google Haberlere Abone ol

Berxwedan Yaruk

DUVAR - Kayıp yakınları komitesi, Cumartesi Anneleri, Sokak Anıtçıları… Dünya’nın dört bir yanında bambaşka isimlerle faşizme karşı bir araya geliniyor senelerdir. Lübnan’da ağaçlara asılıyor kayıpların isimleri, Arjantin’de eski işkence haneler müzeye dönüştürülüyor. Şili’de merkezi mezarlıkların içine anıtlar yapılıyor. Afrika’dan Kürdistan’a, Fransa’dan Filistin’e değin yaşananları unutturmamak, hatırladıkça iyileşmek ve yenilerinin yaşanmasını engelleyerek mevcudu yaşatanların yargılanmasını sağlamak için mücadele sürüyor. Bu temelde sınır sosyolojisi üzerine yaptığı çalışmalarıyla bilinen sosyolog Prof. Dr. Neşe Özgen ve Hafıza Mekânları programı gönüllüsü olarak, Arjantin’deki ESMA Hafıza Mekânı’nda iki ay boyunca çalışma yürüten avukat Zelal Pelin Doğan ile konuştum.

Derik Belediyesinin parka ismini verdiği fakat kaymakamlığın ‘terörist’ diyerek yeniden kaldırdığı, 12 yaşında 13 kurşunla katledilen Uğur Kaymaz anısına...

Hafıza mekanı ile anlatılmak istenen nedir?

Zelal Pelin Doğan: Hafıza, bireylerin ve toplumların geçmişlerinden, hatıralarından oluşan yaşam deneyimlerinin bütünüdür denilebilir kısaca. Bu sebeple de sürekli değişir, yeniden üretilir. Hatırlamayı seçebileceği gibi unutmayı da seçebilir. Hafıza mekanı ise hafızadan hem form olarak hem de çalışma biçimi olarak daha farklıdır aslında. Bir hafıza mekanı müzeler, parklar, anıtlar hatta bir oda aracılığıyla bile geçmişin hakikatini sunar. Fakat bir geçmiş sunmakla da yetinmez, herkesi o geçmişe ortak eder. Unutmak değil, hatırlamak ve hatırlatmak ister. İnsanın hafızası nankördür ama bir mekan her zaman geçmişi olduğu gibi en somut şekliyle ve bunu toplumsallaştırarak ortaya serer, korur ve onu geleceğe aktarır.

Pierre Nora "Tarih belki artık hiçbir yerde ama geçmiş her yerde" diyerek geçmiş ve günümüz arasındaki yüzleşme evrelerinin kurumsallaşması için mekana ihtiyaç olduğunu belirtiyor. Bu mekanları oluşturmada ne aşamadayız?

Sağcı korporatist ideolojinin üretimi  olan yeni cehalet hükümdarlığına karşı hafıza mekanları nasıl roller alabilir?

Neşe Özgen: “İnsan ne zaman evindedir” diye soruyor Barbara Cassin (2018). Bildiğiniz üzere kırsal alanın aidiyeti kan bağlarıyla, kentsel alanların aidiyeti ise mekanla imlenir. Bir yere ait olmamızı gösteren sabit (kimlik, aidiyet, ev, kültür, meslek vs.) mekanların adıyla söylenir. Mekan aynı zamanda devletin, kamunun veya özel mülkiyetin, hatta daha ilerisi akrabaların mezarlarının ve/veya hanemizin yerleştiği yerdir. Roma Hukuku’ndan bu yana mekanın ortak kamusal onaylarla kurulumu (res communalis), kamusal mekanların özel mekanlardan ayrılması öyle sıkı ve güvenilir bir iktidar/devlet kuralıyla bağlanmıştır ki; mekanımızı söylediğimizde vatandaşlık statümüzü, varlık ve sorumluluk alanımızı ve hak alanımızı da söylemiş olmaktaydık.  Cassin’in çalışması benim için mekan, mülkiyet, egemenlik ve aidiyet çalışmalarımda bir dönüm noktası oldu: Gerçekten evimiz dediğimiz mekan ve buna aidiyet, Res communalis’ten nasıl ayrılmalıdır? Kamusal alanda kendimi ne kadar evimde hissedebilirim, kamusal mekan benim komşuma güvenebildiğim ve çocuğumu yetiştirmek için seçeceğim bir mekan mıdır yoksa kamusal alan bir düşman/evladımı ve mahremiyetimi korumak için kaçındığım ama ortak haklar için aidiyet ilişkimi sürdürmem gereken bir yer midir? Diğer bir deyişle mekanın kendisi kültürün işleyişine yataklık yapan bir konumu ne kadar kurmaktadır? Kültür mekan eşitliği üzerinden kurabileceğimiz bir ontolojik sorgulamayı neden esirgiyoruz?

Evimiz neresidir? Yeniden tariflenen ulus-devlet coğrafyaları 21. yy siyasi hedeflerindeki devlet ve millet inşasını büyük bir şiddetle siyasi haritalara hapsetti. Artık en yüksek analiz dahi devletlerin coğrafyasından temel alıyor, en demokrat hareket dahi bir devlet/bir vatan uzamı olmadan düşünemez halde. Sınırlar sabitleniyor, duvarlar yükseliyor, içerdeki millet de zihinsel ve kültürel olarak “tektip”leştiriliyor. Deyim yerindeyse, hapishanelerdeki tutsakların giymeyi reddettikleri “tektip” üniformayı, devlet sokakta hepimize tutsaklardan önce hem de, giydiriyor.Yeni müştereklere, yani yerel ötesi müştereklere, yatay örgütlenme hareketlerine, Rojava, Dakota, Gilet Jones, vb. yeni karşı çıkış eylemlerine, ayrıca Kürtlerin, Hemşotsaların, Süryanilerin, mültecilerin mikro mekanları kültürleştirme deneyimlerine katılarak;  hafıza iktidarını, dağların kilidini, kosmosu yani hayaliyle, yeraltı ve üstüyle zamansızlığı ve anıyla, ölüm ve yaşamıyla, geçmiş ve geleceğiyle yeni bir hafıza mekanı kurabilme gücümüz hâlâ varken, denemeliyiz.

Arjantin’de ESMA hafıza mekanında çalıştınız. Hafıza mekanları yaratım sürecini anlatır mısınız?

Zelal Pelin Doğan: Yirminci yüzyılın ikinci yarısında yaşanan hak ihlalleri Avrupa, Afrika, Güney Amerika başta olmak üzere tüm dünyada birçoğunun unutmayı seçtiği bir hafıza yarattı. Dünyada geçmişle hesaplaşma deneyiminin yaşandığı ülkelerin hepsi belli bir özgünlüğe, başka bir hafızaya sahip aslında. Çünkü bu ülkelerin bir kısmında sadece bir askeri diktatörlük dönemi, bazılarında iç çatışmalar, bazılarında da bir soykırım yaşanmıştı. Fakat bu durumun geçmişle hesaplaşma, uzlaşma, hafızayı canlandırma  gibi çeşitli kelimelerle adlandırılan ama özünde geçmişin o yıkıcı tahakkümünü kıran etkileri de oldu. Bir hafıza mekanı yaratma süreci de hakikatin aslında nasıl görülebilir, duyulabilir, bilinebilir olduğunu gösteren yani hatırlamayı ve hatırlatmayı seçen bir mücadelenin kendisiydi. Mesela ESMA, donanma okulu olarak inşa edilmiş bir kampüs alanı ve askeri diktatörlük boyunca kullanılan gizli gözaltı, işkence ve zorla kaybetme merkezlerinden birisiydi. Hafiza mekanlarının oluşturulmasına kadar giden ve hala devam eden hakikat arayışı 40 yıl önce Madres de Plaza de Mayo, Abuelas de Plaza de Mayo, H.I.J.O.S. gibi kayıp yakınlarının oluşturduğu örgütlenmelerin ve CONADEP, APDH gibi hakikat komisyonlarının kurulmasıyla başlamıştı. Bu süreçte işkence merkezleri tespit edilmiş, kayıp kişilerin akıbeti araştırılmış, hakikat yargılamalarıyla faillerin yargılanması sağlanmıştı. Bu süreç tespit edilen bu gizli işkence, gözaltı ve zorla kaybetme merkezlerinin birer hafıza mekanlarına dönüştürülmesiyle devam etmişti. 2004’ten beri ise ESMA (Espacio Memoria y Derechos Humanos), devlet tarafından insanlığa karşı işlenen suçların kınanmasını ve mağdurlara olan saygıyı temsil eden, toplumsal belleğin canlı tutulmaya ve aktarılmaya çalışıldığı bir hafıza mekanı.

Toplumsal Hafızanın Hatırlama ve Unutma Biçimleri ismiyle kitap yazdınız. İktidarın, yaşananı henüz algılayamadan yenisini üzerimize atarak sürekli halde günlük hayatımızı sersemleştirdiği bir gerçeklikteyiz. Hafıza arşivi yaratmak ve tarihle aktif bir ilişki geliştirmek buradan bakıldığında neden gerekli ve nasıl yöntemlerle mümkün? 

Neşe Özgen: Ulus-devlet yazını (ya da karşıt-yazını) olarak adlandırılabilecek popülist sosyo-politik söylemler; son 15 yıldır Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş öykülerini de totalitarizm üzerinden yeniden yazmaya başladılar. Bell'in de dile getirdiği gibi, büyülenmeye benzer bir hafıza patlaması yaşamaktayız. (Bell, D., 2003) Hafıza'yı aslında tarihin söylemsel tasavvuru olarak adlandıran Bell, hatırlamanın tarihi bütünüyle ikame etmesi tehlikesini ideolojik bir zeminde görmektedir. "Bu sadece anlambilimsel bir karmaşaya yol açmıyor, ayrıca önemli bir politik fenomeni gizlemeye yarıyor– yani kolektif hatırlamanın, ulusun ‘yöneten miti’ olarak adlandırılana karşı meydan okumada oynadığı rolü." (Bell, 2003, 197).

Hatırlamanın Politikası Vardır

33 Kurşun üzerine yazarken, kısmen, bu yolu izleyerek tartıştım:Nelerin ve neden ve nasıl hatırlanmakta olduğuna dair bir tartışmayı sadece hatıranın anlam'ı üzerinden yürütürken, uzunca bir süredir yorum'u üzerinde durmadık. Oysa hatırlamanın bir politikası vardır:  Hatırladıklarımız ve unuttuklarımızla ideoloji arasındaki ilişki ne kadar mutlaktır? Daha önemlisi neyi, nasıl ve neden hatırlarız? Hatırlayanlar kimlerdir? Bu ibareyi de izleyerek şimdi hafıza ile sorumluluk alanlarımız arasındaki ilişkide durmamız gerekiyor: 33 Kurşun Olayı, hatta daha yakın bir tarih için Roboski Katliamı hatta Reina Katliamı sadece siyasi tarihimizin değil yurttaşlık coğrafyamızın nasıl biçimlendiğini de gösteren iyi örneklerdir. Eylemin, eyleyenlerin, eylemlere özne kılınmış olanların ve eyleme nesne olmak zorunda bırakılmış olanların içsel tarihsel bilgisidir. Aynı zamanda şu anda bu satırları 'taraflı' ya da 'tarafsız olduğu' iddiasıyla okuyanın, yani seyredenin, yani yurttaş olarak bizlerin ve yorumlayanların yani siyasetçi, sosyal ve politik bilimci ve ideologların da dönüştürmüş olma, gözden kaybettirme, yorumlamanın arkasına sığınma ve tarafsızlıkla geri durmalarımızın sorumluluğunun da örneği olmalıdır. Örneğin şunu sormalıyız: Roboski’de öldürülenlerin isimlerinin Gezi’de ağaçlara verilmesi onların hangi hafızaya nakşedildiğini en güzel örneğidir,  Suruç’ta katledilenlerin de isimlerini hafızamızda tutuyoruz, 10 Ekim Ankara Gar Katliamı da isim isim hafızamızda, yaralananlar ve geride kalanlar giderek silikleşse de ölümler anılıyor. Oysa Reina Katliamı isimsizdir, zira bundan kendi tarihimizi sorumlu tutmuyoruz, ya da tarihimize katmıyoruz. Neden?

Bell, (2003, 198) hafızanın her türünü sosyal oluşumun zorunlu manüplasyonu saymaktadır: Geçmiş olayların hikaye ediliş biçimi ve tarihin söylemsel tasavvurunu bütünüyle ‘hafıza’ olarak adlandırır. Öte yandan Ona göre, hafıza'dan ayrı bir durum olarak “Mit-alanı, çoğul ve birbiriyle sık sık çatışan milliyetçi anlatıların (tekrar) yazıldığı sayfadır; şimdinin amaçları için geçmişin tasavvurunun daima değişen ambarıdır” (Bell, 2003, 198). Bell’in bu ayrımı yapma nedeni, bir milliyetçi tasavvur olarak ortak hafızanın yaratılması sürecindeki manüplasyonlara dikkat çekmek ve bu ortak milliyetçi hafızanın büyüleyici etkisinden kurtulma gayretini artırmaktır. Bell'e göre, tahayyül ve tassavvur alanımızın çeşitli dünyaları, milliyetçi bir kurguyla toparlanmış olan toplumsal hafıza alanı olsun, bir alt-alan olarak mit alanı olsun; her iki alan da bilinçli ve ideolojiktir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna ait öykülerin; artık hem bu 'liberal devletçi' söylemlerden hem de “toplumsal olarak rasyonel işleyen eşitsiz güç dengelerinin rasyonel bir oyunu’”hikayesinden daha farklı olarak okunması gerekiyor. Tarihsel okumalarda kronolojik yapılandırmalardan (basit nedensel okumalardan) ve akronik okumalardan da (mikro tarihçi) artık vazgeçilmesi gerekiyor: Devlet katliamları da diakronik (güç dengelerinin ve anlam dünyalarının eşzamanlı etkisinin) okunmak zorundadır. 33 Kurşun'da olduğu gibi; güçlerin rasyonel iktidar oyunlarına girerken bir yandan da hayatın irrasyonalitesini nasıl tekrar oluşturduklarını görmek de gereklidir.

Ben Adorno’yu (1999) izlemekten yanayım: Yüzleşmek ve  sorumluluğunu üstlenmek yetmiyor, bu iki etkinin üstesinden gelmenin yolu vergangenheitsbewaltigung’dan geçiyor: Yani geçmişin işlenmesi geçmiş üzerine ciddi bir çalışmanın, geçmişle ciddi bir hesaplaşmayı gerektirir. Bu nedenle de hatırlamak / hafızayı taze tutmayı istiyorsak; “başkalarının” yapmış olduklarından utanmak ve unutmayı öne çıkartmak (ve böylece kendi elimizi temiz tutmak  ve hatta sadece geçmişte ataların yaptığı katliamları anarak şimdikileri görmezden gelebilmek) yerine, ancak ve ancak neleri nasıl seçerek unuttuğumuzun ve neden bunları unutmayı tercih ettiğimizin sınıfsal ve yapısal analizini önde tutmak zorundayız. Böylece kendi hafızamızın efendisi olabilir ve iktidarın ve sınıfsal ilişkilerin bulanıklaştırarak yeniden kurguladığı o söylem naratololojisini (anlatı biçimlenmesinin iktidar tarafından rasyonalize edilerek dayatılması) aşabiliriz, kendi hafızamızı kurabiliriz.

Bellek ve sorumluluk arasındaki bağın süreç gelişimini anlatır mısınız?

Zelal Pelin Doğan: Hafızayı canlı tutmanın toplumsal bir sorumluluktan daha fazlası olduğunu düşünüyorum aslında. Hatta böyle olduğunu gördüğümü de söyleyebilirim açıkçası. Yaklaşık bir yıl kadar önce Plaza de Mayo anneleri kayıp 126. torununu bulmuştu. Esma'da doğan ve ailesinden kaçırılan Adriana ailesinin akibetine ilişkin hakikati bir bulmaca parçasına benzetmişti. Ama bu hakikat alelade bir parça değil, büyük bir bulmacanın tamamlanması için gereken son parçaydı. Bir basın açıklamasıyla 126. torunun bulunduğu açıklanıyordu. Adriana büyükannesinin elini tuttu ve o sırada işte şimdi tamamlandım dedi. Bellek ve var oluş arasındaki çok önceden kurulmuş bu bağ sorumlulukla kurulacak bir bağdan çok daha kuvvetliydi. Hakikat arayışı da bu var oluş mücadelesinin kendisiydi. Hiç bitmemiş ve hiç bitmeyecek olan...

Suruç katliamı sonrası yaptığınız çalışmaların birinde ‘kurban mitinin yayılmasını’ engellemek için Ayotnizapa sürecini örnek göstermiştiniz. Bunu yeniden hatırlamak için biraz açmanız mümkün mü?

Suruç katliamı, sınırın bir zonalite olduğunu, yani daha önce sadece sınır boyundaki vatandaşların “sapkın, karşıyla işbirliğine her an meyyal, vatan haini olmaya müsait” addeden İttihatçı aklın, sınır boyuna yaklaşan herkes için de geçerli olduğunu anlatan ilk örnektir: Sınırda yaşayanlar kadar sınıra dikkat çekmeye çalışanların, günlük deyimle “sınırı kaldırmaya çalışanların” da en az sınır vatandaşları kadar ağır cezalandırılacağını, en az onlar kadar etnik ve cezalandırılmaya müstehak olduğunu gösteren ilk örnektir. İlk kez sınıra yaklaşmaya çalışanlar arasından Kürt olmayanlar da aynı Kürtler gibi cezalandırılmıştır ve böylece içeriye çekilmiş olan sınır, 10 Ekim Ankara Gar Katliamı'nı da hazırlayan/meşrulaştıran bir örnektir. Suruç Katliamı’yla vatanın tümü bir hudut boyu, bir tampon bölge olarak meşrulaştırıldı ve tıpkı sınırın tampon bölgesinde olduğu gibi vatanın tümündeki vatandaşlık statüsü farklılaşabildi; hepimiz  devlet iktidarının günlük değişen suçlama/muteber vatandaşlığa karar verme oynaklığındaki politikalarıyla kanı helal yabancılar haline, zillet ve terörist haline getirildik. Devlet tıpkı sınır boylarında yapabildiği gibi, Suruç Katliamını meşrulaştırarak vatanın tamamını bir tampon bölge haline nasıl getirebildi: Sınır boylarını tekinsiz kılan kuralların katılığı ya da şiddetle yüklü sabitliği değildir; aksine sınırlar devletin kendi karşıtlığını bir yandan yasallaştırırken  aynı zamanda geçiciliği, yasa dışılığı ve tekinsizliği de meşrulaştırdığı en somut alanlardır. Devlet, suçun soruşturulmasından ziyade suçun yeniden üretimine dair pratikleri en iyi sınırda dener.

Vatanın Tamamı Tampon Bölge Haline Getirildi

Neşe Özgen: Tekinsiz, bulanık ve yarı geçirgen haldeki sınırlar öncelikle vatanın ve devletin ve sonra buna uygun vatandaş tipine dair tanımın ne olduğunun en iyi gözlemleneceği yerlerdir. Örneğin mal, insan veya düşüncelerin meşrulukları durmaksızın öylesine sürekli olarak değişir ki; meşru olanla yasal olanın bu karmaşık ilişkisi sayesinde vatandaşlık da ancak “devletin ( o an için) makbul saydığı” kalıba göre yeniden tanımlanır. İnsan bir özne vatandaş olmaktan çıkartan, anlık değişken heveslere ve iktidar çıkarlarına göre uygun kalmaya makbul olmaya zorlayan bir mekandır sınır siyaseti.

İşte Suruç Katliamı ve sonrasında da tam olarak bu meşrulaştı: Vatanın her metrekaresi sapkın olan/olmayan; makbul olan/olmayanların, devlet şiddeti ve iradesine boyun eğmeye zorlanacağı bir adımın ilk göstergesiydi. Devamı da geldi: Vatanın tamamı tampon bölge haline geldi.

Suruç Katliamı sonrasında elimden geldiğince en kısa zamanda yaşananların tanıklığını almaya çalıştım: Bunun ilk nedeni: mağdur çalışmalarında genelikle (hatırat-memorial) üzerinden işletilen bir narrative olması ve böylece mağdurun etkisiz bir kurban haline indirgenmesinin de son derece kolaylaşması. Diğer bir deyişle mağdurlar ancak ölümle özdeşleştirilerek anılıyor ve olayı hatıralandırılmış anlatılara indirgeyen bu türlü mağdur çalışmaları, ne yazık ki bu gidişle  hukuksal sürecin yasal zeminini de, sadece ölenlerin tazminatına indirgemek amacıyla devlet tarafından kullanışlı hale getirilmesi tehlikesini de taşıyor. Demokrasinin kaybınını anlamını gündemde tutmak zorlaşıyor ve ölümün acısı, yas olarak değil de hatırlanması yeğlenen bir acı anlatısı olarak silikleşip, sloganlaşabiliyor.

Katliam sonrası kurbanlarla yapmak istediğim görüşmelerin aciliyetinin ikinci nedeni ise, mağdurların hafızasının henüz taze ve kişisel anlamlarla yüklüyken kaydederek,  hatırlama iradesini ellerinde tutabilmelerinin iktidarını kurmaya yardımcı olabilmek amacını taşıyordu: Genellikle yasla baş edebilmenin bir yolu olarak ortak anlatıyı geliştirme tekniği, aslında katliam hafızasını da silikleştirir ve ortak bir anlatıya indirger ve böylece aslında suçluların cezalandırılması önündeki engellerden birisi haline gelebilir.

Görüştüklerim katliamın hemen ardından, acıyla ve yasla baş edebilmenin politik yollarından mahrum kaldıklarını düşünüyorlardı. Ancak, görüşmeler sonunda sık sık uyardığım üzere “eğer Ayotzinapa benzeri bir dayanışmaya girmezlerse, kısa bir süre sonra kendilerinin tanık olmaktan çıkıp sanıklığa doğru giden bir sürecin içinde bulacaklarını” hatırlatmaya çalıştım: kendi hafızalarını kurma iktidarını elde tutmaları, anmadan hesap sormaya giden süreci hızla örgütlemeleri çok acil ve önemliydi. Her bir kurban için her bir vaka için ayrı bir izleme örgütü kuran, delilleri toplayan ve anma yerine hesap sormak için hafızanın biriktirilmesini öne alan bir örgütlenmeyle Ayotzinapa’da katledilen 43 öğretmen okulu öğrencisi (2014)’nin mezarları ve cenazeleri henüz bulunamadı; ancak bu hafıza iktidarını ele alma ideolojisi sayesinde şimdiye kadar benzer olarak katledilen 2000’e yakın kurbanı teşhis edilebildi ve böylece Meksika tarihinin rejim katliamının sorumluları hakkında davalar açılabilmesi de sağlanabildi.

Alıntılar: 

Adorno, T., 1999. “Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir’.  Defter, sayı: 38. 121-138. 

Bell, D., 2003. "Mit Alanları: Hafıza, Mitoloji ve Ulusal Kimlik”.  Humanite, sayı: 3: 193-215.

Cassin, B., 2018. Nostalji: İnsan Ne Zaman Evindedir: Odysseus, Aeneas, Arendt.  Kolektif Kitap: İstanbul