YAZARLAR

Türk’e Tapmak: Tek adam kültünün kaynakları

Onur Atalay tüm diktatörlerin kardeş olduğunu ve birbirleri hakkında daima olumlu sözler ettiklerini savunmaktaydı. Mesela Mussolini ve Hitler Atatürk için olumlu sözler sarf etmişlerdi. Demek ki Atatürk’te Nazilerin ilgisini ve sempatisini çeken bir şeyler vardı. Yazar, ‘Atatürk de bir totaliter lider olduğundan’ onun da diğer totaliter liderlere övgü yağdırması gerektiği sonucuna varmaktaydı. Ama bu yargıyı destekleyebilecek kanıtlar ortada yoktu.

Bundan birkaç yıl önce bir tarih dergisinde Onur Atalay’ın Türk'e Tapmak(1) adlı kitabına bir eleştiri yazısı kaleme almıştım. Şimdi bu yazının daha güncel halini sizin eleştirinize sunuyorum. Atalay bu kitabında Türkiye’de tek adam kültürünün oluşumunda Atatürk kültünün etkisini incelemekteydi. Hatta içinden geçtiğimiz zamanın tek adam anlayışının kaynağı olarak da erken Cumhuriyetin tek adam kültünü göstermekteydi. Bu, kitapta ilk eleştirdiğim kısımdı; zira ‘Türk siyasi geleneğinde tek adam kültünün izleri sürülecekse aslında daha eskilere padişahlık, sultanlık belki de bozkırlardaki savaş şefliği geçmişine bakılmalıdır’ demiştim. Ama Atalay böyle yapmıyordu ve Türkiye’de tek adam kültü sanki erken Cumhuriyetle doğmuş gibi bir izlenim yaratıyordu. Atalay koca bir Türk tarihini hatta Abdülhamid veya Enver Paşa gibi yakın zaman örneklerini bir çırpıda atlayarak kişi kültleştirmenin ilk örneği (prototip) olarak (yazarın deyimiyle ilk afyon) kararlı biçimde M. Kemal kültünü işaret ediyordu.(2)

Türkiye’de Mustafa Kemal imgesinin mitsel boyuta taşınması da Atalay’ca sadece okul piyeslerinin, eğitim sisteminin, genel kurmay başkanlığı bildirilerinin bir eseri gibi yorumlanmaktaydı. Oysa Atalay’ın kitabının yazıldığı zamanlarda (2018) Atatürk kültüne resmi alanlardan verilen destek neredeyse en düşük seviyedeydi. Buna karşın sivil toplumda bu kültün belirli bir karşılığı olduğu da görülmekteydi. Zaten bu çalışmanın –ve de benzerlerinin- en zayıf noktaları Atatürk kültünün sadece yukarıdan ve resmi müdahaleler sonucunda oluşmuş bir laboratuvar ürünü olarak görmesidir. Bu kültün oluşumunda Cihan Harbi ve Milli Mücadele dönemi anılarının oynadığı rol, folkrolik öğeler, halk türküleri, anonim marşlar vb incelenmeye alınmamaktaydı. Halbuki Anadolu’nun özellikle işgali yaşamış bölgelerinde bir Gazi Mustafa Kemal kültü oluşumu için yeterli folklorik malzeme olduğu halde ‘siyaset bilimci’ kafasıyla bu antropolojik/etnolojik kaynaklar es geçilmeye devam etmekteydi.

Mesela aslında Enver Paşa için yazılmış anonim bir marş olan Kafkasya Dağlarında Çiçekler Açar’ın bir süre sonra İzmir marşına dönüşüp Mustafa Kemal’e adanması tepeden dayatılan bir ‘proje’ olarak mı görülmeliydi? Yoksa bu değişim halk kitlelerinin kendi eseri olarak mı algılanmalıydı? Tek başına bu değişim dahi halkın bir kişi kültüne Mustafa Kemal’den önce de sahip olduğuna bir işaret sayılamaz mıydı? Ya da şöyle düşünelim mevcut hükümetin Çanakkale Savaşı'nın değerini azaltıp onun yerine kendilerince Mustafa Kemal’in rolü olmadığı için Kut’ül Amare Zaferini ikame etmeye çalışmaları halkta nasıl bir karşılık buldu? Birkaç sene önce Kut Zaferi gündemdeyken bu zaferin de aslında Çanakkale kadar önemli olduğu; ama Kemalistler tarafından unutturulduğu iddia edilmişti. Halbuki Çanakkale her açıdan daha önemli bir savaştı. Başkente yakınlığı, insan kaybının fazlalığı, Osmanlı ordusunun karşısındaki devasa donanma gücü, halk nezdinde topyekün bir savunma savaşı olarak algılanması, savaşın bu cephede uzamasının yol açtığı gelişmeler düşünüldüğünde elbette Kut zaferi, Çanakkale’nin muadili olamaz. Ama benim önem verdiğim asıl bunlar değildi. Çanakkale Anadolu insanının da folkloründe önemli bir hatıraydı. Yaşanılan acıların türkülere ve toplumsal hafızaya yansıması açısından Çanakkale farklı bir örnekti. Kut’ül Amare hiçbir zaman halk için bu denli önemli olmadı. Folklorün bir parçası haline gelmedi. Bu nedenle Kut Zaferinin Kemalistlerce unutturulduğu iddiası içi boş olduğu gibi İslamcı entelijensiyenin, bu zafere Çanakkale’ye bir alternatif olarak sarılması da hiçbir sonuç vermedi. Tam da Atalay’ın işaret ettiği üzere yukarıdan dayatılan bir kültleştirme hamlesi olarak Kut Zaferi, okullarda yapılan yarışmalara, belgesellere, törenlere rağmen halk nezdinde tutmadı.

Bu bakımdan Mustafa Kemal kültünün folklorik boyutu da Atalay’ın asıl kast ettiği resmi Atatürk kültünden kuvvetli çıkmıştı; çünkü içinde halk kültürüne dair yapay olmayan nüveler taşımaktaydı. Ancak Atalay’ın çalışması yapay resmi kült inşası ile halk hafızasındaki reel kült arasında ne fark gözetiyor ne de birincisinin var olduğunu kabul ediyordu. Onun kitabı okunduğunda sanki Mustafa Kemal kültü gerçekten de boşluktan doğmuş bir eğitim/öğretim projesi gibi durmaktaydı.

Atalay Kemalizmi, Bolşevizmi, Nazizmi ve Faşizm’i laik dinler (seküler afyonlar) olarak nitelemekteydi. Çok farklıymış gibi görünmelerine rağmen aslında tüm bu ideolojiler birbirleriyle kardeştiler. Seküler dinler olarak hepsi de kendilerine gerçek dinleri hedef almışlardı. Atalay, Atatürk, Lenin, Stalin, Hitler ve Mussolini’nin ortak noktaları olarak hepsinin de ‘ifrat derecesinde ruhban karşıtı olduklarından söz etmekteydi.(3) Bu satırları okuduğumda oldukça şaşırmıştım. Zira ruhban karşıtlığında ifrat derecesinin ne olduğunu bilmediğim gibi Mussolini’nin ruhban karşıtı olduğunu da ilk defa okumaktaydım. Hatta Kosta Gavras’ın Amen filminden anımsadığım kadarıyla Naziler ve faşistler pek de ‘ifrat derecesinde’ ruhban karşıtı değil gibi gözükmekteydiler. Neyse ki bu konuda harika bir kitap yayınlandı.(4) Haftaya bu kitabı incelediğim bir yazıyı yayınlamayı düşünmekteyim. Ama şimdilik Mussolini’nin sosyalizmi savunduğu ilk gençlik yıllarının heyecanının ardından tüm politik yaşamı boyunca Papa Pius XI ile kol kola, diz dize, baş başa vb. bir şekilde Laurel-Hardy ikilisi gibi kader ortaklığı yaptığından söz etmek yeterli. Bu kitabı müfritler peşinde koşan Atalay’a da tavsiye ediyorum.

Atalay tüm diktatörlerin kardeş olduğunu ve birbirleri hakkında daima olumlu sözler ettiklerini savunmaktaydı. Mesela Mussolini ve Hitler Atatürk için olumlu sözler sarf etmişlerdi. Demek ki Atatürk’te Nazilerin ilgisini ve sempatisini çeken bir şeyler vardı. Gerçi Naziler Beethoven ve Mozart için de olumlu sözler sarf etmişlerdi. Bu durumda Mozart’ın da Nazi olduğu savunulabilirdi. Hatta Hitler Kudüs Müftüsü Hüseyin’le ilgili de olumlu yorumlarda bulunmuştu. Bunları ciddiye almak mı gerekiyordu (Hitler’in müftülerle mesaisi nedeniyle Müslüman olduğu o dönemde de bu dönemde de söylenir durur). Ya da Atatürk için liberal İngiliz, Amerikalı siyasetçiler de olumlu sözler sarf etmişlerdi. Bu durumda Atalay gibi hareket edecek olursak Atatürk’ü liberal kümenin bir parçası olarak mı görmeliydik? Gerçi Afgan Kralı Emanullah Han ve İran şahı Pehlevi de Atatürk’ü övmüşlerdi. Bu durumda karşımıza monarşist bir klüp mü çıkmaktaydı? Atalay bu soruları sorma gereği duymuyordu. Hitler ve Mussolini Atatürk için övücü sözler söylemişlerdi, demek ki kümeyi bu şekilde kurmalıydık.

Bu sayede okur Atatürk’ün Naziliğine ya da Hitler’in Atatürkçü olduğuna ikna edilmek istenir gibiydi. Sanırım yazar kronolojiyi de hesaba katarak daha ziyade ikincisini savunuyordu. Hatta bir yerde Hitler’in laikliği Atatürk’ten kopyaladığı gibi ancak Alman tarihinden (Büyük Frederich’ten, Bismarck’tan vb) bihaber bir kalemin yazabileceği absürt bir iddia bile yer almaktaydı. Yazar şöyle demekteydi: “İtalya ve Almanya’daki siyasetçilerin de Mustafa Kemal’in dine ve dindarlara muamele tarzından ve toplumu değiştirme noktasındaki cesaretinden bir şeyler öğrenmiş olabilecekleri iddia edilebilir. Özellikle de Naziler söz konusu olduğunda etki son derece açıktır.”(5) Yani ne diyeceğimi bilemiyorum. Bir kere İtalya’da zaten Mussolini dönemi laikliğin tamamıyla iğdiş edildiği yıllardı, bunu haftaya inceleyeceğiz. Almanya’da ise Kilise karşıtı hareket Türk laikliğinden 500 sene önce başladığından aslında bu cümleleri yorumlamaya bile gerek yok ya neyse.

Yazar, ‘tüm totaliter liderler birbirlerine övgü yağdırmışlardır’ önermesini öne sürdükten sonra ‘Atatürk de bir totaliter lider olduğundan’ onun da diğer totaliter liderlere övgü yağdırması gerektiği sonucuna varmaktaydı. Ama bu yargıyı destekleyebilecek kanıtlar ortada yoktu. Atalay “Şaşırtıcı biçimde, İtalyan ve Alman liderlerin kendisi hakkındaki müspet kanaatlerini Atatürk onlar hakkında paylaşmıyor gibidir” demekteydi.(6) Yani paylaşmadığı doğru. Zira Atatürk Mussolini ve Hitler’i dünyayı ateşe atacak tehlikeli liderler olarak görmekteydi ve Balkan Antantı savunma paktını kurma çabası da bunun sonucuydu. Yazarın neden şaşırdığı da ayrı bir konu. Bu ancak bu türden tuhaf kümelendirmeler kurma girişimi içinde olanlar için şaşırtıcı bir durum olabilir.

Bundan sonra yazar Atatürk ve Hitler’i benzeştirmek için rahmetli Zati Sungur’u kıskandıracak yöntemlere baş vurmaktaydı. Mesela Hitler doğaya ve pastoral hayata hayrandı; Atatürk de öyleydi. “Mustafa Kemal’in Nazileri hatırlatır tarzda doğayı takdis ettiği ifadeleri mevcuttur. Türk’ün dininin tabiat olduğunu düşünürdü” demekteydi.(7) Yani bu bu cümle şu şekilde yorumlanabilirdi: “Mustafa Kemal’in Beethoven’i hatırlatır tarzda doğa’ı takdis ettiği ifadeleri mevcuttur”. Yazarın tezini mantıktaki şu önerme üzerine inşa ettiği anlaşılmaktaydı: A=B, B=C, e doğal olarak da C=A. Hitler arkeoloji ve eski kültürlere düşkündü. Atatürk de öyle o halde ikisi aynıydı.  Hitler  sinemayı severdi. Stalin de sinemayı severdi. O halde Hitler ve Stalin aynıydı. Gandhi içki içmezdi, Hitler de içki içmezdi o halde ikisi de aynıydı.

Atalay Hitler ve Nazilerin Atatürk’ü örnek alarak rasyonal bir akıl dini inşa etmeye çalıştıklarını iddia etmekteydi. Halbuki benim bildiğim kadarıyla Naziler pek de rasyonal akıl çağı insanları sayılmazlardı. Okült kültürlere, ezoterizme, gnostik birtakım mitlere yatkınlıkları düşünüldüğünde onlarınki faklı bir ekoldü. Atatürk ise belki de çoktan modası kaybolmak üzere olan klasik Fransız Devrimi akılcılığının bir takipçisiydi.

Yazar Türk Tarih Tezi’nin oluşumu hakkında da bazı yorumlarda bulunmaktaydı. Benim de doktora tezimin konusu olduğundan bu bölüm özellikle ilgimi çekmişti. Atalay, Tarih Tezini inşa eden kişilerin de aslında bu Tez’e inanmadıklarını, “bir yalanı bilerek ve isteyerek yaydıklarını” iddia etmekteydi. Hatta bu tavrın, yani “yalanla yaşamanın”, “totaliter eğilimli rejimlerin ayrılmaz bir parçası olduğunu” söylüyordu.(8) Türk Tarih Tezi’nin, sonraki yıllarda yapılan keşiflerle bilimsel geçerliliğinin kalmadığı biliyoruz.  Gerçi o günlerin dünyasında Tez’in bazı argümanları Batı ülkelerinde de ve Sovyetler Birliği’nde de kabul görmekteydi. Nitekim dünyanın çeşitli bilim kürsülerinden kendi çağının en saygın bilim insanlarının bu Tez’in inşası için davet edilmelerinin sebebi buydu. Zamanla Tez’in çoğu argümanı bilimsel olarak çürütüldü ve Kemalist rejimin kendisi de bu konuda ısrarcı olmadı. Bu hususlar farklı tartışma başlıklarıyla incelenebilir; ancak Tez’i inşa eden kuşağın samimiyetini sorgulamak ise farklı bir konudur. Reşit Galip’in ölüm döşeğindeki son konuşmasının Etiler (Hititler) hakkında oluşu, benzer şekilde Atatürk’ün hasta yatağında son günlerinde Ahmet Cevat Emre’nin Sümerce üzerine yaptığı çalışmaları incelediği herkesçe bilinmeyebilir. Ancak bu iki örnek ve sayabileceğimiz çok daha fazla benzeri, Tez’i inşa eden kişilerin Türk Tarih Tezi’nin doğruluğu ve bilimsel geçerliliğine samimi biçimde inandıklarına işaret etmektedir. O nedenle yazarın para-psikolojik çözümlemelerinin gerçeği yansıttığını düşünmüyorum.

Yazar bu arada Türk Tarih Tezi’nden de bir Kemalizm-Nazi bağlantısı çıkarabilmekteydi. Atalay’a göre Atatürk’ün Mu Kıtası meselesine olan ilgisi de Himmler’in okültist arkeolojiye verdiği desteğe benzemekteydi.(9) Halbuki Atlantis ve Mu kıtası gibi kayıp medeniyetlere dair fantastik teorilerin asıl doğum yeri Amerika ve diğer İngilizce konuşulan ülkelerdi. Mesela Nazilerin baskısı yüzünden intihar eden ünlü anti faşist tarihçi Egon Friedell (1878-1938) de, Amerikan yerli kültürlerinin Atlantis kıtasından göç edenlerce kurulmuş olabileceğini savunmaktaydı. Anlaşılan Atalay’ın bunlardan haberi yoktu veya o sadece Nazilerden benzer örnek bulma peşinde koştuğu için başka örneklere bakma gereği duymamıştı.

21.yüzyılda Kemalist mirasın köklü bir eleştiriden geçirilmesi gerektiği bence de doğru; ancak yukarıda tarzdaki ‘eleştirilere’ bakıldığında her halde bu kapsamlı tenkitler için 22. yüzyılı beklememiz gerekecekmiş gibi görünüyor. 


NOTLAR:

(1) Onur Atalay, Türk’e Tapmak, Seküler Din ve İki Savaş Arası Kemalizm, İstanbul: İletişim, 2018.

(2) Atalay, a.g.e.s.15.

(3) Atalay, a.g.e.s.90.

(4) David I. Kertzer, Papa ve Mussolini, çev. Ahmet Arslan, Ayrıntı, 2018.

(5) Atalay, a.g.e.s. 68.

(6) Atalay, a.g.e.s.64.

(7) Atalay, a.g.e.s.91.

(8) Atalay, a.g.e.s.212-213.

(9) Atalay, a.g.e.s.221.


U. Töre Sivrioğlu Kimdir?

1980 yılında Gönen'de doğdu. Ege Üniversitesi'nde arkeoloji bölümünden mezun oldu. Arkeoloji alanında yüksek lisans ve tarih alanında doktora eğitimi aldı. Türkiye'nin çeşitli illerinde ve İran, Özbekistan, Afganistan gibi ülkelerde kazı ve araştırma projelerine katıldı. İran, Bizans, Osmanlı/İslam sanatı ve arkeolojisi üzerine çeşitli araştırmaları yayınlanmıştır. Arkeoloji ve tarih temalı atölyeler yapmaya devam etmektedir.