YAZARLAR

Terörle mesafe yok da ondan çarpıyorlar

Memleketin güneydoğusunda her sene üç-dört kişi, zırhlı veya değil, resmî araçların çarpması (bazen de işte, duvardan eve dalması) sonucu öldürülecek, sen oralı bile olmayacaksın, sorsak, kendini savunmak için söyleyeceklerin tam da, muktedirlerin bizi en ufak hürriyetimizden bile yoksun bırakmak için kalkıştıkları berbat işler için öne sürdükleri bahanelerle tıpatıp aynı şeyler olacak, ama sen öbür tarafta medenî hayat sürmeyi umacaksın.

Şimdi biz baskıdan, özgürlüklerimizin kısıtlanmasından, hukuksuzluktan, demokrasisizlikten, gericilerden, emperyalistlerden ve hattâ teröristlerden fena halde şikâyet ediyor, ahlâkı bozuk ama ekonomisi mükemmel ülkelerdeki gibi yaşamak istiyoruz ya, maalesef bunun için yapmamız gereken bazı işlemler var. Bunların başında, demokrasi ve hukukun ne olduğu, nasıl işlediği, bunların sadece bazılarımızın için geçerli olup bazılarımızı tamamen dışarıda bırakarak işleyemeyeceği gibi hususlarda bilgi edinmek geliyor.

Evet, tabiî, şüphesiz tarihte köleci demokrasiler, yakın zamanda ırkçı rejimler falan olmuş, hâlâ da var. Yani birilerinin söz söyleyebildiği, seçilip seçebildiği demokratik rejimler, vatandaş sayılanların eşitçe birtakım haklardan yararlanabildiği, bunlar çiğnendiğinde cezaların verilebildiği, bedellerin ödenebildiği ve bunlar belirlenirken vatandaşlar arasında ayrım gözetilmeyen, fakat toplumun bir kesiminin bütünüyle dışarıda bırakıldığı düzenler kurulmuş.

Gerçi dünyada 40 milyondan fazla insan hâlâ köle statüsünde, ama kölecilik artık resmen yok. Irkçılıksa daha çok fiilen var. Bir ülkede, belirli bir etnik-dinî azınlığa mensup olmak, toprak-mülk alma, resmî-yetkili makamlara gelme gibi hakları baştan yok ediyorsa orada ırkçılık vardır. Bir ülkede, etnik-dinî kökenine bağlı olarak birileri özel muamele görüyorsa ırkçılık vardır. Yani cahil halkıyla okumuş yazmışıyla bir halk, içindeki azınlığın malına mülküne saldırıp, cinayet ve gasp yoluyla birşeyler elde ediyor, o azınlığı yaşama hakkından bile mahrum bırakabiliyorsa, azınlığın elindekini türlü numarayla -ve tabiî zorla- çoğunluğa aktarıyorsa orada ırkçılık vardır. Irkçılığın avantajından yararlanan çoğunluk neresini yırtarsa yırtsın, orada ırkçılık vardır. Demokrasi ve hukuk, etnik-dinî vs. kökene bağlı olarak sınırlandırılıyorsa da ırkçılık vardır, kağıt üzerinde her şey toz pembe fakat fiiliyatta ayrımcılık geçerliyse de ırkçılık vardır.

Bu demokrasi ve hukuk nazik varlıklardır. Bir yerinden tırtıkladığınızda, ucundan ısırık aldığınızda, biryerlerini başkalarından saklayıp hep siz kullandığınızda bunlar önce solarlar, sonra yaprak dökerler, kimi yerleri kupkuru kalır, kuruyan dalları, koparılıp sopa yapılıp birilerinin kafasına indirilmeye elverişli hale gelir. Bunları birileri için geçerli, birileri için hükümsüz kıldığınızda, ayrıcalık rejimlerinin dayanakları haline gelirler. Dolayısıyla güç çekişmesinin konusu olurlar. Çünkü eşitsizlik kural olduğunda, tabiîdir ki, kural-düzen nâmına ne varsa gücü ele geçirenden yana eğilip bükülecek, onun yararına işleyecektir.

Demokrasi ile -en azından kağıt üzerinde eşit haklar ve “kanun karşısındaki” muamele bakımından adaletin açıkça, meşru olarak çiğnenmemesi anlamında- hukukun şurasından burasından tırtıklanmasının yarattığı deformasyon, zihinleri ve kalpleri de deforme eder. Ayrıcalık ve ayrımcılık meşrulaşmanın da ötesine geçip norm olunca, azınlığa eşit haklar tanınması çoğunlukta kendisinden birşeylerin çalınıp başkasına verildiği duygusunu yaratır. Çünkü azınlıklarla eşit haklara sahip olursa yaşamının ve varoluşunun değersizleşeceği hissiyle ve bunun yarattığı kesintisiz tedirginlikle yaşar çoğunluklar, adalet kavramının kökleşmediği, yerleşmediği, hayat düsturu ve beraber yaşamanın kaçınılmaz koşulu haline gelemediği yerlerde.

Hülâsâ, çoğunluklar azınlıkların başına gelenlere karşı en fazla merhametli, hoşgörülü, fakat genellikle duyarsız, umursamazdırlar. İyi ihtimalle. Eğer onları bunlara müstahak görmüyorlarsa.

Ayrıcalık ve üstünlüğü sadece doğal bulmakla kalmayan, aynı zamanda hem kendine hak gören hem de görece eşitlik ortamını kendisinin kıymetinin bilinmemesi, hattâ aşağılanma gibi yaşayan çoğunluk, kendine tanınmış alanı genişletmeye, toplumun aslî parçası olduğu gerçeğini dile getirmeye, hele hele eşit haklar talep etmeye kalkışan azınlığa karşı kolayca gaddarlaşır, acımasızlaşır. İlişki artık had bildirme prosedürüne tâbi hale gelir. Azınlık, taleplerini giderek daha kararlı, daha güçlü, daha yüksek sesle ve hele şiddete de başvurarak, ezilmeye kalktığında kendini savunmaya girişerek ortaya sürmeye çalışırsa olacakları da sanırım burada uzun uzun anlatmam gereksiz.

Bir nevi yakın tarih özeti de olan bu faslı geçelim, sert çatışma ortamlarına değil de, hayatın daha “normal akışında” sürdüğü zamanlara bakalım. Yani insanların sokaklarda, caddelerde dolaştığı, gelen geçen arabaların onlara çarpıp çarpıp öldürdüğü gündelik yaşama…

Sayılar kesin değil, ama son on dört yıl içerisinde yirmisi (20) çocuk en az kırk bir (41) kişinin güvenlik kuvvetlerine ya da devlet kurumlarına ait silahlı veya silahsız, zırhlı veya zırhsız resmî araçların çarpması sonucu hayatını kaybettiğini biliyoruz. Biliyor muyuz? Haberlere birkaç yerden şöyle bir göz atan, kendini sadece taraftarı olduğu takımın maç bülteniyle sınırlamayan, internet, sosyal medya kullanan milyonlarca kişi olarak biliyoruz en azından. Son olarak, Cizre’de (Şırnak) 23 yaşındaki Abdulgaffar Dayan, dershaneye gitmek üzere evinden çıktı, Konak Mahallesi ile Nur Mahallesi arasındaki eski köprüden geçerken bir araç ona çarptı, gencecik adamın hayatı oracıkta sönüverdi. Umurumuzda mıdır? Değildir. Olsa en azından karda sokak hayvanları donmasın diye seferber olan büyükşehir ahalisi kadar ses çıkarırdık.

Niye doğru dürüst ses çıkarılmıyor? Sebebi “coğrafî”: Nerede birtakım resmî araçlar, insanların yoğun olarak bulunduğu cadde ve sokaklarda hızla seyrederken birilerine çarpıp öldürüyor, hattâ evlerin duvarlarından içeri dalıp uyuyan çocukların hayatını erkencecik sona erdiriyor? Üstelik son olayda, sürücünün görüş açısının yetersizliği yüzünden kaza yaptığı ileri sürülebilecek, panzerdi, kirpiydi, öyle bir zırhlı araç sözkonusu değil. Cizre’nin kayyımlı belediyesi, aracın “özel kalem ve güvenlik hizmetlerine tahsis edilmiş olan Ford Ranger marka (…) pikap tarzı hizmet aracı” olduğunu, zırhlı da olmadığını açıkladı.

Olay şu mudur: Resmî araç kazaları -göz göre görelikleri ve hemen hepsinin cezasız kalışı gözönüne alındığında, bir yerden sonra artık ‘cinayetleri’ demek abartılı kaçmayacaktır- Kürtlerin başına geliyor, çünkü onlar terörle aralarına mesafe koymadıklarından, zırhlı araçlar da, ne yapsınlar, bu yüzden onların yanıbaşında dolaşmak zorunda kalıyor, teröre vuralım derken onlara çarpıyorlar.

Resmî mercilerin böyle durumlarda nasıl davranacağını biliyoruz: Aracın sürücüsü, sokaktaki insanın canına bilerek kast etmiş bile olsa doğru dürüst yargılanıp cezalandırılmayacak, soruşturma kırk yerinden budanacak, en basit ayrıntılara ya girilmeyecek ya da deliller ortadan kaldırılacak, kameralar ne tesadüfse o sırada çalışmıyor olacak, vs… Zaten buradaki konumuz resmî merciler değil. Onların bu rahat ve pervâsız davranışlarına ortam hazırlayan toplumsal umursamazlık. Çoğunluk umursamazlığı.

Olgunun Kürtlere yapılan haksızlıklar ve zulümle ilgili kısmını konu etmek için yazmıyorum. Çoğunluktan bahsetmeye çabalıyorum. Çoğunluğun umursamazlığının, bencilliğinin, ayrımcılığının, ırkçılığının yanısıra, aymazlığından. Memleketin güneydoğusunda her sene üç-dört kişi, zırhlı veya değil, resmî araçların çarpması (bazen de işte, duvardan eve dalması) sonucu öldürülecek, sen oralı bile olmayacaksın, sorsak, kendini savunmak için söyleyeceklerin tam da, muktedirlerin bizi en ufak hürriyetimizden bile yoksun bırakmak için kalkıştıkları berbat işler için öne sürdükleri bahanelerle tıpatıp aynı şeyler olacak, ama sen öbür tarafta medenî hayat sürmeyi umacaksın.

Hayır, öyle olmayacak. Olmuyor zaten işte, gördüğün gibi. Haysiyetin her gün ayaklar altına alınıyor. Her gün azarlanmandan, bin türlü hakaret işitmenden, her türlü güç sahibince sabah akşam aşağılanmandan geçtim, Fazıl Say için “sanatıyla gündeme gelemedi” diyen münasebetsizlerce yönetiliyorsun. Çünkü resmî araçların insanlara çarpıp çarpıp öldürmesini kurbanlar Kürt diye normal, kaçınılmaz buluyor veya farkında bile olmuyor, umursamıyorsun.

Şırnak İl Emniyet Müdürlüğü de, işte bu tavırdan güç alarak, gazetecinin sorduğu soruya “sizi ilgilendirmez” cevabı verebiliyor. Duvar’ın muhabiri Hacı Bişkin, Emniyet’e, “Cizre’de son 5 yılda kaç kişiye zırhlı araçlar çarptığını, sivillere çarpan kolluk kuvvetlerine soruşturma açılıp açılmadığını, kazaların önlenmesi için ne gibi çalışmaların yapıldığını” sordu; son derece mâkûl ve gerekli gazeteci tavrıyla. Polis şu cevabı verdi: “4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanununun Uygulanmasına İlişkin Esas Ve Usuller Hakkında Yönetmelik madde 36 ‘Kurum ve kuruluşların, kamuoyunu ilgilendirmeyen ve sadece kendi personeli ile kurum içi uygulamalarına ilişkin düzenlemeler hakkındaki bilgi veya belgeler, bilgi edinme hakkının kapsamı dışındadır’ hükmü amirdir” (vurgu benim -ük).

Sırf gazeteciye “seni ilgilendirmez” dense bile sorun ya, onu geçtik, “kamuoyunu ilgilendirmez” demişler. Maalesef şunu eklemek gerekiyor: Haklılar, sahiden de ilgilendirmiyor.

Oysa mesele kaçınılmaz denklemle doğrudan ilişkili: Orada onlar öyle oldukça burada bunlar böyle olacak. Şunu idrak edebilsek…