YAZARLAR

Tek adam İskender

Büyük İskender sefere başladığında Makedon/Hellen ordusunda eşitlikçi ve demokratik bir kültür vardı. Asya’nın içlerinde ilerleyip kentler ülkeler fethettikçe ona da bir ‘haller olmaya başlıyor’. Önce Mısır’da, rahipler ona Tanrı Amon Ra’nın oğlu olduğunu söylüyorlar. O da bu fikri benimsemiş gibi... Ardından İranlılar da İskender’e yaşayan bir tanrı olarak tapınmaya başlıyorlar.

Dünyanın bu yöresinde bir tek adam kültürü var. Yakındoğu, Ön Asya veya Güney Batı Asya artık her ne diyorsak bu coğrafyada Akkadlı Sargonlardan bu yana düşünürler, tek adamların tarihi üzerine hayli kafa yormuşlar. Bazen bu tek adamlara saygı duyulmuş, bazen nefret edilmiş, korkulmuş, özenilmiş. Bu kültür bu coğrafyaya özgü. Mesela Uzak Doğuda tek adam kültürü yok. Kolektif akıl var. Çin, Japon imparatorlarının politik konumları tarih boyunca genellikle sembolik oldu. Çin tarihi boyunca meritokratik bir memur sınıfınca yönetildi. Bugün de öyle. Ortada elbette bir başkan var; hatta Çin hakkında hiçbir bilgisi olmayan Batılı yayın organları ara sıra bu adamı da demir yumruklu liderlerden biriymiş gibi lanse etmeyi seviyor. Halbuki hakikatte Çin’deki sistem kendine has meritokratik yapısıyla kişilik kültlerini bastıran, başkanların yetkilerini sınırlayan ve imajlarını ön plana çıkarmayan dinamiklere sahip. Sokaklarda mülakat yapalım; mürekkep yalamış, okumuş yazmışlara soralım. Çin devlet başkanının adı ne? Öncekinin adı neydi? Japon imparatorunun adı ne? Japon başbakanı kim? Dünyanın en güçlü devletleri olmalarına rağmen bu ülkeleri yönetenlerin kim olduğunu bilmiyoruz. Halbuki Saddam’ı, Kaddafi’yi, Mübarek’i tüm dünya ezbere bilirdi. Uzak Doğuda bir ülkede, Kuzey Kore’de bu yapı var ve onun başındaki tombul çocuk da Güney Koreli şarkıcılardan sonra Doğu Asya’nın en tanınmış figürü zaten.

Tek adam meselesi iyimser muhaliflerin sandığı gibi bir dokunuşla kaybolacak bir mevzu değil. 1808 yılından beri Osmanlı İmparatorluğunda tek adam aklından kolektif akla geçiş yapılabilmesi için atılan bütün adımların son beş on yılda nasıl tersine döndürülebildiğini gördük. Hatta Reis-i Cumhur bir beyanında ‘2017 referandumuyla 200 yıllık yönetim krizini çözdük’ derken Sened-i İttifak sonrası başlayan ortak akla geçiş çabalarını kast etmekteydi. Demek ki tek adam kültürü üzerine ölü toprağı atılsa da zaman zaman yeniden hortlayabiliyor. Bundan sonra da benzer geri dönüşler yaşanacağından eminim.

Bu meselenin köklerinin derinlerde olduğuna inanmaktayım ve bunu tartışan ilk nesiller de elbette biz değiliz. Tek adamlaşma konusunda bundan 2300 sene önce coğrafyamızda ciddi bir tartışma yaşanmaktaydı. 2300 sene önce Büyük İskender Makedon/Hellen askerlerinden oluşan ordusuyla Asya seferine çıkmıştı ve Pers imparatorluğu topraklarının tamamını ele geçirmişti. Ayrıntıları atlıyorum. Büyük İskender bu sefere başladığında Makedon/Hellen ordusunda eşitlikçi ve demokratik bir kültür vardı. İskender de askerleriyle birlikte yer içer, savaşta en önde çarpışır, bütün kararlar komutanlarla tartışılıp, askerlere de fikirleri sorularak alınırdı. İskender o kadar sade görünüşteydi ki Pers Şahının esir düşen karısı Hefaestion’u İskender sanıp, ona saygılarını sunmuştu. Çünkü Hefaestion, Büyük İskender’den daha gösterişli giyinmeyi severdi. Herkesin güldüğünü fark eden kraliçeye ‘yoldaşlar’ gerçek İskender’i gösterdiklerinde Kraliçe çok mahcup olmuştu. Bu arada yoldaşlar diye yazıyorum; zira İskender’in ordusundaki askerlerin birbirlerine seslenme tarzı buydu. Yunancasıyla έταίρους, İngilizce çevirilerde companions’la karşılanıyor.

İskender 'tek adam' olmadan önce.

Neyse Büyük İskender Asya’nın içlerinde ilerleyip kentler ülkeler fethettikçe ona da bir ‘haller olmaya başlıyor’. Önce Mısır’da, rahipler ona Tanrı Amon Ra’nın oğlu olduğunu söylüyorlar. O da bu fikri benimsemiş gibi... Ardından İranlılar da İskender’e yaşayan bir tanrı olarak tapınmaya başlıyorlar. Doğulu tebası, ‘gelene ağam gidene paşam’ deme geleneğine sahip olduğu için her yerde İskender’i görünce yerlere kadar eğilip secde ediyorlar. Bir dediğini iki etmiyorlar. Oysa Makedon/Hellen yoldaşları her konuda ona muhalefet edip tartışma çıkarıyor, içki masasında sürekli onunla alay edip, ‘fütursuzca’ konuşuyorlar. “Sen küçüktün de seni ben kurtarmıştım”, “kendini övüp durma sana Asya’nın kapılarını biz açtık, biz olmasaydık bu zaferleri kazanamazdın” diye ulu orta haykırıyorlar. İranlıların şaşkın bakışları altında koskoca İskender’e “tanrıysan tek başına savaşa devam et de görelim” diyorlar.

İskender zamanla yoldaşların bu tavırlarından rahatsız olmaya başlıyor ve hiç olmazsa İranlıların, Mısırlıların önünde böyle davranmamalarını, böyle yaparlarsa doğuluların ona saygı duymayacaklarını söylüyor. Kıyamet artık Persler gibi giyinmeye başlamış olan İskender’in “Bundan kelli bana da İran şahları gibi secde edeceksiniz” diye emretmesiyle doruğa çıkmış. Makedon/Hellenler bunu duyunca homurdanıyor. “Biz kimsenin önünde eğilmeyiz” diyorlar. “Sen tanrı değilsin” diye bağırıyorlar. Aristoteles’in öğrencisi Kalisthenes herkesi susturarak söz istiyor ve özetle diyor ki: İskender sana bu zaferleri özgür insanlar sağladı. Şahların önünde yerlere kapananlar değil. Şahların önünde dalkavukluk edenler savaş meydanında en önce kaçanlardır.  Kibirli şahların yoksul ama özgür İskitlere yenildiklerini unutma. Özgür insanlar İskit, Hellen fark etmez daima kudretlileri yenmişlerdir ve her zaman da yeneceklerdir."

Yoldaşlar hep birlikte Kallisthenes’i onaylıyorlar. İskender bir süre sessiz kaldıktan sonra Kallisthenes’e hak verdiğini söylüyor ve bundan sonra askerlerini yerlere kapanmaya zorlamayacağına dair söz veriyor. İranlılar ise bunu duyar duymaz bağlılıklarını belirtmek ve Makedonların ‘küstahlıklarını’ paylaşmadıklarını göstermek için hemen yarış halinde İskender’e secde ediyorlar. Hatta biri acelesinden dengesini kaybedip yerlerde yuvarlanınca Makedonlar kahkahalara boğuluyor ve bu secde işi iyice alay konusuna dönüşüyor.

İskender çok sinirlenmiş ama sinirlerine hâkim olmuş. Aklından ne geçiyordu kim bilir? Bir yanda dalkavukları, öbür yanda söz dinlemez özgür yurttaşları. Dalkavuklara güvenemezdi. Zira yıllarca tapındıkları son Pers Şahı Dara’yı, İskender’e yaranmak üzere öldürenler bizzat şahın kendi adamlarıydı. Bu insanlar güç kimdeyse ona secde etmeye alışıktılar. Öte yandan İskender artık yoldaşlarına da güvenmiyordu. Onlar da ‘fazla’ özgürdüler. Kallisthenes onun yaratmak istediği kişilik kültünü yerle bir etmişti. Bir süre sonra İskender’e düzenlenen bir suikast girişiminden suçlu bulundu. Bazılarına göre hapsedildi ve hapiste öldü. Bazılarına göre ise idam edildi. İskender onu öldürtse de yoldaşlar üzerinde hiçbir zaman mutlak bir hükümdar olamadı. Kallisthenes’in ruhu ordusunda her zaman yaşamaya devam etmişti. Nitekim askerlerin baskısı sonucu Hint seferinden geri dönmek zorunda kalırken de mutlak bir hükümdar olamamamın sıkıntısını çekmekteydi. Ama gidişat o yöndeydi belli, İskender bu kadar genç ölmeseydi yaşamını Pers Şahı kimliğiyle sona erdirebilirdi.

İskender'in evrenin yaratıcısı (Kosmokrator) olduktan sonraki tasviri.

Son zamanlarda Hellen mirasının küçümsenmesi moda olduğundan demokratik kurumların Hellen icadı olmadığına dair sesler de yükselmekte. Bir süredir bu konuda ‘akademik’ yayınlar yapmaktayım. Bu çevrelerde Hellen kültürünün başarılarının ve özgünlüğünün Batılılarca abartıldığı, Doğu ile Hellen dünyası arasında fark olmadığı savunulmakta. Hellenlerin orijinal bir iş başarmadıkları, Doğuda da demokratik kurumlar olduğu vb gibi burada uzatmak istemediğim bir itiraz kültürü, ‘Işık Doğudan Yükselirci’ olarak özetlenebilecek bir akım var. Hellen düşün dünyasının Doğudan ne kadar farklı olduğunu görmek için başlangıç olarak Plutarkhos, Curtius ve Arrianos’un metinlerinden İskender ve yoldaşlarının maceraları okunabilir. Bunlar ve daha ilerisi okunduğunda Hellenlerin Doğuluların sanatına, mimarisine, hayran olduklarını ama yönetim biçimlerinden şeytan çarpmışçasına uzak durduklarını görebilirsiniz.

Kişiye tapınma ruhunun Batılı fatihleri ‘yoldan çıkarışına’ tek örnek elbette Makedonyalının hikayesi değil. Roma’da tanrı olarak görülmeyen daha doğrusu ancak öldükten sonra tanrılaştırılan imparatorların Küçük Asya’da henüz yaşarken tanrı olarak tapınıldığı bir ‘imparatorluk kültü’ meselesi de var. Dalkavukluk yarışı içinde olan Anadolu kentleri Roma imparatorlarına tapınmak için, Romalıların şaşkın bakışları altında, tapınak üzerine tapınak inşa ediyorlar. Falan kent Augustus adına bir tapınak mı yaptı hemen diğeri iki tane yaptırıyor. En dramatik olanı da harıl harıl inşa edilen tapınakların siyasi kavgalara göre isim değiştirmesi. Bir imparator rakibince devrilince hemen ona adanan tapınağın adı da değiştiriliyor ve yeni gelene adanıyor. Bu saçmalığa bizzat İmparatorlar müdahale etmiş ve zamanla bu kültü engellemişler. ‘Kültürel genlere’ sirayet ettiğini düşündüğüm bu gelenek bence sosyologlarca da iyiden iyiye incelenmeli.

ESKİ BAYRAMLAR ÜZERİNE BİR NOT

İki ulusal bayramın arasındayız. Bu vesileyle şahsi bir özlemimi dile getirmek istiyorum. Tüm okul hayatım boyunca bando takımındaydım. En iyi arkadaşlarımın bazılarını orada tanıdım. Bando takımları sadece gençlerin müziği, ritmi sevmesi açısından değil, sosyalleşme, bir amaca odaklanma hep birlikte bir iş başarma gibi pedagojik hedefler açısından da önemliydi. Okul yönetimleri bu sosyalleşme gücünü bildiklerinden dersleri zayıf öğrencileri ya da asosyalleri de bu gruplara katarak onları topluma kazandırırlardı. Nisan-Mayıs ayları farklı liselerin bando takımlarının sokaklarda provalarıyla ve rekabet halide olan okulların karşılıklı atışmalarıyla tam bir şenlik havasında geçerdi. Her okulun kendi marşı olduğundan uzaktan gelen bandonun Endüstri Meslek mi, Kız Meslek mi yoksa benim lisem olan ŞMG’nin mi olduğunu hemen anlardık. İki rakip okul aynı sokakta karşılaştı mı hangisinin majörü daha havalı hareket yapacak, hangi takım daha güzel çalacak diye heyecanlanırdık.

'Militarist' bir sahne Gönen 1988.

Kültürel hayatımızı çölleştiren hükümet erbabı bando takımlarını da yok etti. Benim gibi küçük yerlerde büyüyen gençlerin karnavallarını elinden aldı. Burada üzüldüğüm nokta kültürel çölcülerin azımsanmayacak bir demokrat/liberal kitleyi de bu seremonilerin yok edilmesi sürecinde türlü demagojiyle yanlarına çekmesiydi. Bandoyu totaliter rejimlerin gençleri militaristleştirme siyasetinin bir uzantısı gibi göstermeyi başardılar. Sanki demokratik ülkelerde, İsveç’te, Norveç’te okul bandosu yokmuş gibi. Dört Temmuz'da tüm Amerikan liselerinde majörler ve takımları harika gösteriler yapmıyormuş gibi.  Okul bandoları sadece Mussolini İtalya’sında varmış gibi sahte bir rüzgar estirip çok sayıda yetmezci arkadaşı da peşlerine taktılar. Dünyada ordusu olmayıp da bandosu olan bir sürü küçük ülke var.

Pedagojik boyutunu silip bu olayı sadece siyasal bir olguymuş gibi göstermeyi başardılar. Asıl dertleri ise bence bu sosyalleşmeden ve karnaval görüntüsünden, öğrencilerin giydikleri kıyafetlerden duydukları rahatsızlıktı. Yoksa kendi dünyalarında kendi istedikleri gibi tek tip giyinen gençlerden ve aynı anda yapılan bedensel hareketlerden rahatsız oldukları söylenemezdi.  Sonunda hayatında hiç trampet, trompet görmemiş gerçek bir bayrama şahit olmamış bir nesil yaratmayı başardılar. Yarın gerçek bir kutlama yapılsa gençlere arkeologlar gibi bu müzik aletlerini tanıtacağız. Bayram zamanında bu müzik aletlerinin ve süslü üniformalarının depolardan çıkarılması, silinip parlatılmaları işin en heyecanlı kısmıydı. Sahi, binlerce müzik aletine ne oldu? Hurdaya mı yollandılar? Yoksa yeni bayramlarda yeniden meydanlara dönmeyi mi bekliyorlar?  Bence bu tam belgesellik bir konu.


U. Töre Sivrioğlu Kimdir?

1980 yılında Gönen'de doğdu. Ege Üniversitesi'nde arkeoloji bölümünden mezun oldu. Arkeoloji alanında yüksek lisans ve tarih alanında doktora eğitimi aldı. Türkiye'nin çeşitli illerinde ve İran, Özbekistan, Afganistan gibi ülkelerde kazı ve araştırma projelerine katıldı. İran, Bizans, Osmanlı/İslam sanatı ve arkeolojisi üzerine çeşitli araştırmaları yayınlanmıştır. Arkeoloji ve tarih temalı atölyeler yapmaya devam etmektedir.