YAZARLAR

Taraftar Putin’i değil, sorumsuz özgürlüğü seviyor

Çarşamba akşamki tezahüratın Putin sevgisinden kaynaklandığını sanmıyorum. Belki de öyle olsa sorun daha kolay çözülebilirdi…

27 Temmuz Çarşamba akşamı Kadıköy’de oynanan Fenerbahçe-Dinamo Kiev Şampiyonlar Ligi 2. Ön Eleme Turu rövanş maçında Sarı-Lacivertli tribünlerden yükselen “Vladimir Putin” tezahüratı kriz yarattı. Tartışmalar “Tahrik ettiler, müstahak” iddiasından başlayıp “Putinci Fenerliler bizi dünyaya rezil etti” argümanına kadar uzanıyor. Ancak konunun Ukraynalılar ve Putin olduğundan şüpheliyim. Gerek olayın kendisi gerekse sonrasındaki kargaşa, daha derin bir çürümeye işaret ediyor.

NE OLDU?

Ukrayna’nın Rus işgali altında olması sebebiyle Polonya’da oynanan ve golsüz biten ilk maçın rövanşında, ev sahibi Fenerbahçe oyunu nispeten üstün götürüyor ama golü bulamıyordu. İkinci yarı başladığında hâlâ canlı olan umutlar 53. dakikada İsmail Yüksek’in kırmızı kart görmesiyle yara aldı. Dört dakika sonra Ukrayna temsilcisi golü bulup avantajı ele geçirdi. Golü atan Buyalski kale arkasındaki Fenerlilerin önüne gelip ‘kartal pençesi’ hareketi yaptı. Kale arkası tribününden yaklaşık 15-20 saniye boyunca “La la la la la, Vladimir Putin” sesleri duyuldu.

Oyun devam etti. Fenerbahçe son dakikalarda eşitliği yakalayıp maçı uzatmalara götürdü, ardından eski oyuncusu Karavaev’in 114. dakikadaki golüyle elendi. Kiev teknik direktörü Mircea Lucescu tezahüratı protesto ederek maç sonu basın toplantısına katılmadı. Dinamo Kiev’in resmi Twitter hesabı (Google Translate çevirisinden anlayabildiğim kadarıyla aktarıyorum), “Turu biz geçtik; şimdi gelsin, yardım beklediğiniz o alçak Putin sizi kurtarsın” şeklinde bir açıklama yayınlandı.

Ve doğal olarak ortalık karıştı. Görüntüler gurur duyulacak cinsten değil. Devam eden bir savaşta taraf tutuyor, üstelik de haksız ve güçlü tarafı tutuyor görüntüsü vermek “hoş olmamış”; Putin sloganı atanlar, tabirimi mazur görün, “halt etmişti”.

KULÜP BOYUTU

“Halt etme” konusunda maalesef tecrübeliyiz. Türkiye’de hemen her gün bireyler, kurumlar veya kurumların sorumlu olduğu kişiler, toplumu ilgilendiren ve kamusal alana giren bir konuda halt eder. Akabinde genellikle üç yoldan biri izlenir: Birincisi, yapılan şeyin kabahat/ayıp/suç olduğu inkâr edilir, haklılık iddiası daha güçlü dile getirilir ve söylem tırmandırılır. Siyasetimiz yıllardır bu temel üzerine kurulu. İkincisi, olaydan duyulan samimi pişmanlık veya kamuoyu baskısı, ya da her ikisinin birleşimi sebebiyle net bir özür yayınlanır. Nadir de olsa örnekleri vardır. Üçüncüsü, özür dilenir ancak aralara tahrik ve hafifletici sebep kabilinden açık veya örtük argümanlar serpiştirilir. Bu bazen birinci yöntemden bile tatsız olabilir. Çünkü genellikle hakiki bir sorumluluk veya pişmanlık duygusuyla değil, “Özür diledik ya!” demek için yapılır. Kendini kolay harcatmamak anlamında bir güç ifadesi olarak görülür. Daha tatsız bir yanı da vardır: Çoğu zaman faillerin başına bir şey gelmeyeceğinin teminatıdır.

Maçın ertesi günü Fenerbahçe resmi Twitter hesabından uzunca bir açıklama yayınladı: Rus işgali başladığında Ukrayna lehine tepki veren ilk kulübün Fenerbahçe olduğu, Nisan ayında Şahtar Donetsk’le yardım maçı yapıldığı hatırlatıldı. “Savaş; yüreklilik değil, korkaklıktır!” gibi iddialı bir çıkışla başlayan mesaj olayın tasviriyle sürüyordu: “Dünkü maçın 58. dakikasında rakip takımın bazı oyuncularının, özellikle geçmişte ülkemizde bir takımda forma giyen yedek kalecilerinin gol sonrası sergilemiş olduğu abartılı hareketler, tribünlerin bir bölümünün galeyana gelmesine ve 120 dakika süren maç içerisinde sadece 20 saniye süren bir reaksiyona sebebiyet vermiştir. […] Sebebi her ne olursa olsun tribünlerimizin bir bölümünden yükselen reaksiyonu Fenerbahçe Spor Kulübü olarak kesinlikle kabul etmiyoruz.”

Aslında ilk hatırlatma yeterliydi. Gerçekten de hasılatı Ukrayna’ya gönderilmek üzere Şahtar’la dostluk maçı yapan ilk takım Fenerbahçe’ydi; camianın Putin’e meftun olmadığı ortadaydı. Ama işte tamamen haksızız da denemezdi. Bu yüzden on paragraf boyunca klasik mehter usulü benimsendi. Bir paragrafta “hem ülkemizde hem de dünyada toplumsal ve insani konularda farkındalık yaratmaya” gösterilen özenden bahsediliyor, hemen ardından “tüm taraftarımıza mal edilmesi” ve “töhmet altında bırakılma” ihtimaline karşı uyarılar yer alıyordu. Kısacası yönetim “amasız” bir özür dilemeyi becerememiş veya tercih etmemişti.

UEFA disiplin soruşturması başlattı. Ceza kesin ancak ölçeğini kestirmek zor. Mevcut siyasi konjonktürde “yırtmak” kolay olmayabilir. Ukrayna’nın Ankara büyükelçisi Vasyl Bodnar da yaşananları kınadı.  

TARAFTAR BOYUTU

İşin bir de taraftar cephesi var. Buyalski’nin gergin gitmeyen bir maç için biraz fazla sevindiği doğru (Anlaşıldığı kadarıyla fikir eski yedek Beşiktaşlı, şimdi yedek Kievli kaleci Denis Boyko’dan çıkmış). Böyle hararetli anlardaki tatsız teamül aşağı yukarı bellidir: Yoğun ıslık, küfür, duruma göre yabancı madde yağmuru. Ancak bu sefer fazla ileri gidildi.

Tribünler, malum, gül bahçesi değildir. Tezahüratlar bazen edebi ve müzikal tınılar taşısa da çoğu zaman “doğru” şeyler söylemez. Cinsiyetçi, ayrımcı, homofobik sesler tribün kültürünün dağarcığında önemli yer tutar. Doğrudan siyasi söylemler ise Türkiye gibi, kulüp taraftarlarının farklı ideolojilere dağıldığı ülkelerde sık görülmez. Geçmişte bazı olumlu ve utanç verici örnekler olsa da bunlar genellikle farklı türdedir: Ya bir taraftar grubu (veya içlerinden küçük bir kesim) hangi maç olduğundan bağımsız bir şekilde, bir siyasi olayla ilgili görüş bildirmek için örgütlenir; ya da rakibi doğrudan ilgilendirmeyen güncel bir olay üzerinden “zıpırca” olduğu düşünülen birtakım şımarıklıklar yapılır.

Çarşamba akşamki tezahürat ise iki kategoriye de girmiyor. Öncelikle, bir olayın – savaşın – doğrudan mağduruna yönelikti. Ukrayna’da Şubat sonunda başlayan Rus işgali sürüyor; ülke zor durumda. Batı’nın yaptırım uyguladığı Rusya bir yandan aynı Batı’ya sattığı gaz ve petrolle savaşı finanse etmeye devam ederken, yine aynı Batı’nın silah desteğiyle ayakta kalmaya çalışan Ukraynalıların ne kadar dayanacağı belirsiz. Her gün çok sayıda sivil ölüyor.

Öte yandan önceden hazırlanmış bir şeye benzemiyordu. Takımı geri düşen taraftarın, rakibin canını en çok yakacak en pis karşılığı bulup söyleyivermesiydi. Bir futbolcunun hayatta olmayan annesine veya hasta çocuğuna küfretmeye benziyordu. Karşıda bir Rus takımı olsa ve aynı gol sevinci bir Rus’tan gelse aynı taraftar çok büyük ihtimalle “Zelenski” veya “Ukrayna” diye bağıracaktı. Hatta aynı tribünde daha üç ay önce Putin’e küfür edilmişti.

Yanılıyor olabilirim. Ama Fenerbahçe taraftarının, ya da Türkiye’deki herhangi bir taraftarın, hatta halkın genelinin Rusya-Ukrayna Savaşı’nda bir tarafı net olarak desteklediğini, hatta bu savaş üzerine ciddi mesai ayırıp kafa yorduğunu sanmıyorum. Olayla ilgili savunmaya geçenlerden de Putin’in politikalarını destekleyen, “Savaşta Putin haklı” diyen birini duymadım. Genellikle tahrik ve maçın tansiyonu bahanesiyle aklanmaya çalışılıyor. Benim gördüğüm, futbolun içindeki bir olaya (yediğin gole ve sonrasındaki – peki “abartılı” olsun – sevince) saha dışına referans veren ve insanlığın sınırını zorlayan bir karşılık verilmesi.

Ancak böyle olması durumu kurtarmıyor. Hatta daha acıklı hale getiriyor. Eğer gerçekten Putin sempatisiyle yapılmış, güncel siyasete dair organize bir tezahürat olsaydı, bundan belki daha tehlikeli ama daha kolay savunulabilecek bir durum ortaya çıkardı. “Yanlış da olsa böyle düşünüyor” deyip, bir savaşta herkesin istediği tarafı tutabileceğini, tarihin öyle siyah-beyaz bir şey olmadığını, üstelik kimseye fiziksel/maddi zarar vermeyen bu beyanın düşünce/ifade özgürlüğü kapsamına gireceğini söyleyebilirdik. Bu dediklerimiz dünyanın ve zamanın normlarına, hatta vicdana uymazdı belki; yine de en azından zevahiri kurtarabilirdi.

Oysa sorun bu değil. Sorun, ortada bir düşünce olmaması. Kolektif şuursuzluk hali. En tepedekilerden aldığı ilhamla, yüzlerce yetişkin insanın ne dediğini, ne yaptığını bilmez hale gelip cezasızlığa güvenerek aklını yitirmesi. Kendisine yakıştırılan “akılsız, sorunlu” gibi sıfatları, on yaşındaki çocuk bilinciyle şımarma bahanesi olarak benimseyip, “Biz çok deliyizdir ya!” diyerek zekaya ve cin fikirliliğe yorması. Oyun ile savaşı bile birbirinden ayıramayacak hale gelmesi. Bunu özgürlük zannetmesi. Neticede her şeyde bir haklılık bulup, her yeni olayda herkesin geçmişe atıfla, “Bak sen de neler yapmıştın!” diye birbirine bağırması.

Futbolu pek beceremiyoruz ama kötülükte yarışmakta ustayızdır. Acaba hep pas geçtiğimiz soruları artık sorsak mı? Mesela Putin olayının rezalet olduğunu, bu dille bir yere varılamayacağını samimiyetle kabul ediyor muyuz, yoksa bütün mevzu UEFA’dan ceza almak, dünyaya rezil olmamak mı? Ya da asıl olan olayın kendisi değil, faillerin rakip renklerden olması mı? Karar versek fena olmaz. Bir kültürün topluma ve dünyaya yapabileceği en büyük katkı zarar vermemek haline gelmişse, fazla ömrü kalmamış demektir. Bu, Türkiye’deki hemen her alan gibi futbol kültürü için de geçerli. Aynı söylemi yeniden üretmeye devam edersek yarın başka bir olayda, başka bir rakibe karşı, başka bir stadyumda buluşmak üzere…


Suat Başar Çağlan Kimdir?

1984 yılında Bornova’da doğdu. Balıkesir Fen Lisesi’ni ve Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitirdi. 2010 yılında Ege Üniversitesi Sanat Tarihi Bizans Sanatı programında yüksek lisansını tamamladı. 2007 yılından beri İngilizce ve Fransızca dillerinden serbest çevirmenlik yapıyor. George Bernard Shaw, Alain Robbe-Grillet, C. L. R. James, Saadat Hasan Manto gibi yazarların eserlerini Türkçe’ye çevirdi; edebiyat, sanat ve felsefe alanındaki yazı ve tercümeleri çeşitli dergilerde yayınlandı. Gazete Duvar’da başladığı futbol yazılarına farklı mecralarda devam ediyor. Karşıyaka’da yaşıyor.