Suskunluğu kırmak isteyen bir roman: Midilli Operasyonu

Akademisyen Elif Gülez, ilk romanı Midilli Operasyonu’nda, 1923 yılında yaşanan mübadeleyi ve 1980 yılındaki darbeyi arka plana koyarak, bireysel ve toplumsal bir hikaye anlatıyor.

Elif Gülez
Google Haberlere Abone ol

Özgür Duygu Durgun

DUVAR - 12 Eylül darbesini izleyen ilk yaz mevsimindeyiz. Darbenin dümdüz ettiği hayatlar, Ayvalık-Midilli hattında sayısız tehlikeli yolculuğu göze alan siyasi göçmenler ve tehditkâr bir Renault 12’nin gölgesinde birtakım karanlık adamların etrafa korku saçtığı Ayvalık sokakları… Bir süre sonra bu yolculuğa 1923 Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi ile Selanik’ten Anadolu’ya, oradan da Ege’nin iki ayrı yakasına savrulan bir ailenin sır dolu hikayesi de katılıyor. 

‘Midilli Operasyonu’, yazar ve akademisyen Elif Gülez’in ilk romanı. Edebiyattan tarihe uzanan yayın dizileriyle Türkçe, Yunanca-Türkçe ve Yunanca eserleri okuyucuyla buluşturan bağımsız yayınevi istos’un yeni dizisi neaturkika’dan yayımlanan ilk roman olan ‘Midilli Operasyonu’  kişisel ve toplumsal hafızanın iç içe geçtiği bir ilk roman.

Günümüze dek gelen trajik sonuçlarıyla, yaşanan en büyük insan göçlerinin başında gelen mübadelenin ve bu olaydan tam 57 yıl sonra bu defa 1980 askeri cuntasının tarumar ettiği hayatlarla, 10 yaşındaki roman kahramanı Deniz’in uslanmayan merakıyla araladığı kapılardan geçerek tanışıyoruz bu romanda.

Ailesi, Selanik mübadili olan Elif Gülez, İngiltere’de Warwick Üniversitesi’nde zorunlu göçler, 1923 Nüfus Mübadelesi ve toplumsal hafıza üzerine çalışmalar yürütüyor; aynı üniversitede yaratıcı yazma dersleri veriyor. Doktora çalışmasını 1923 Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi üzerine yapmakta olan Gülez; “Mübadele dendiğinde aklıma suskunluklar geliyor ve bu suskunluklar bir romancı olarak ilgimi çekiyor. Bu yüzden Midilli Operasyonu bir mübadele anlatısı değil, daha çok mübadelenin mirasına odaklanan bir roman” diyor.

Midilli Operasyonu, Elif Gülez, 248 syf., İstos Yayınları, 2023.

‘MÜBADELE AİLEMİZDE KONUŞULAN BİR KONU DEĞİLDİ’

İlk romanın hareket noktası her yazar için çok özel olsa gerek, sizinki nasıl bir süreçti?

Yirminci yüzyılın, uluslararası toplum tarafından düzenlenen ilk büyük zorunlu göçü olan Türk-Yunan nüfus mübadelesiyle, günümüzün zorunlu göç hareketleri arasında kurulabilecek olan bağları düşünerek yazdım Midilli Operasyonu'nu.

Anneannem ve dedemin aileleri, mübadele ile Selanik'ten Türkiye'ye göç etmiş, önce Niğde'de iskân edilmiş, ardından mübadil ailelerden oluşan mahalleleri olan Eskişehir'e yerleşmişler. Mübadele, ben büyürken ailemizde konuşulan, tartışılan bir konu değildi. Ailemin göçmen geçmişini ileriki yaşlarda öğrendim. 2000'li yılların başından itibaren Lozan Mübadilleri Derneği'nin de önayak olmasıyla Yunanistan'a düzenlenen gezilere katılmak, annemin çok arzu ettiği bir şeydi. Babasının doğup 17 yaşına kadar yaşadığı, hala ayakta olduğu söylenen, Grevena'ya bağlı Krifçe köyündeki evi görmeyi çok istiyordu. Annem, babam ve ben, 2015'te, ailemizin başka fertleri ve 'memleketlilerle' birlikte bir otobüsü doldurarak birkaç günlük bir geziye çıktık. Bu gezide gördüklerim beni çok etkiledi. 2015, Avrupa'nın bir 'göçmen krizi' ile karşılaştığı, yüzleştiği yıldı aynı zamanda. Medyada, siyasetçilerin dilindeydi bu 'kriz' olarak tanımlanan durum. O yıl, eylül ayında kalabalık bir göçmen teknesi Ege'de battı. Alan Kurdi'nin minik bedeni Bodrum açıklarında karaya vurdu. Bu görüntüler zihnimde hala önemli yer tutuyor.

‘MÜBADELE, İÇİNDE ÇOK FAZLA ÇELİŞKİYİ BARINDIRAN BİR KONU’

Yıllar içinde mübadele üzerine akademik bir birikim oluştu Türkiye’de, siz doktora çalışmanızda konuyu hangi açılardan araştırıyorsunuz?

Doktora araştırmamda önüme koyduğum soru şuydu; ‘Bir insan çok travmatik bir geçmişle ve bu geçmişin mirasıyla nasıl yaşar ve bunu nasıl yazar?’ Bu sorunun cevabını bulmak için yola çıktım. Mübadele konusunda ilgimi en çok çeken, suskunluktu.  Ailemizde de bu konu hiç açılmazdı. Dedem, anadili Rumca olmasına rağmen Türkiye'ye göç ettikten sonra Türkçe öğrenmiş ve anadilini bir daha hiç konuşmamış. Mahallede de çocukların anlamasını istemedikleri konular konuşulurken kullanılırmış Rumca, annem böyle hatırlıyor. Bunun nedenleri çok masum olmasa gerek. Mübadele konusu aslında içinde çok fazla çelişkiyi barındıran bir konu.

Örneğin annem, göçmen olduğu için çevresinden farklı muamele görmediğini söyler. Kendisi için bu doğru olabilir ancak bir önceki neslin, 'yeni vatan'da kabul görmek, ayrışmamak, bir nevi asimile olmak için özel bir çaba sarf ettiği de hem tarihçilerin araştırmalarında hem sözlü tarih belgelerinde karşımıza çıkıyor. Bu suskunluklar, sadece akademisyen olarak değil ‘yaratıcı yazarlık’ alanında akademik çalışmalar yapan biri olarak da ilgimi çekiyor. Bu yüzden Midilli Operasyonu’nu, bir mübadele anlatısı değil, daha çok mübadelenin mirasına odaklanan bir roman olarak kurguladım. Günümüzde, mübadeleye, ‘20 yy. başında yaşanmış ama bitmiş, acı bir olay’ gözüyle bakış hâkim. Oysa izlerini bugün yarattığı sonuçlar üzerinden görmek mümkün.

‘GEÇMİŞ BİR BİÇİMDE DEVAMLI YİNELENİYOR’

Mübadelenin bugün yarattığı sonuçlar nedir?

Yirminci yüzyıl başında Türkiye, ulus devleti kurarken bu ulus devletin nasıl bir devlet olacağını da tanımlamış oldu. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, kendisini Türk olarak tanımlayan bireylerden, aynı zamanda Sünni Müslümanlardan oluşan bir ülke olacaktı. Bu yeni yapıda, bugün anladığımız anlamda bir çoğulculuğa yer yoktu. Dönemin tarihsel bağlamı içinde anlaşılır bir şey ancak böyle olmasaydı belki bugün daha çoğulcu, daha renkli, daha zengin kültürleri içinde barındıran bir ülke yaratılabilirdi. İkinci önemli unsur ise bugünün uluslararası siyasetine hâkim olan düşüncelerden biri de coğrafyayı, katı, aşılması zor, yapay sınırlarla bölmek ve insan topluluklarını etnik farklılık, dil ve dinsel farklılıklar gibi gerekçelerle tayin edilen sınırlar içine hapsetmek, yanlış tarafta kalanları da hizaya çekmek.

Avrupa'da göçün ve göçmenliğin bir 'kriz' olarak tanımlanmasının ardında bu düşünce yatıyor. Bu yönüyle mübadele veya Güney Afrika'daki apartheid, Kıbrıs'ın bölünmesi, Hindistan ve Pakistan'ı yaratan bölünme gibi olaylar, dünyanın dört bir yanında iltica hakkını bir uluslararası hak olmaktan çıkarma yönündeki devlet politikaları, hep aynı anlayıştan beslenmeye devam ediyor. Dolayısıyla geçmişin bir biçimde devamlı yinelendiğini söyleyebiliriz.

‘1980 DARBESİ, MÜBADELE İLE ÖNERİLMİŞ OLAN VATANDAŞLIK TANIMININ SINIRLARINI DAHA DA KESKİNLEŞTİRDİ’

Mübadeleye, ‘yaşanmış, bitmiş bir olay’ olarak yaklaşıldığını söylediniz; bu biraz da resmi tarih anlatısı oluşturmak ve olup bitenleri çok da kurcalamamak yönünde bir tercihin sonucu diyebilir miyiz?

Mübadele öncesine dair konuşulmayan pek çok yaşanmışlık var. Örneğin, tarihçi Emre Erol'un Foça üzerine yaptığı araştırmasından çıkan kitabı Foçateyn'de, 11 Haziran 1914'te, yani Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmeden birkaç ay önce, Rum nüfusun çeteler tarafından göçe zorlanışı; 'Foça'nın Kara Haziran'ı başlığıyla, o dönemde Foça'da kazı yapmakta olan Fransız arkeolog Fȇlix Sartiaux'nun bıraktığı belgelere, sözlü tarih belgelerine ve Osmanlı arşivlerine dayanarak anlatılıyor. O sırada bölgede olanları araştırmak için Foça'ya gelen Dahiliye Nazırı Talat Paşa'nın İçişleri Bakanlığı'na çektiği telgrafta, bu çetelerden söz edilmiyor. Rumların zorla kovulması ve yaşanan yağma olaylarından civar köylerden gelen Müslüman halk ya da Girit'ten gelen göçmenler sorumlu tutuluyor. Oysa Sartiaux ve ekibinin çektiği günümüze kadar gelen fotoğraflardaki manzara, Talat Paşa'nın ifadesine şüpheyle yaklaşmak gerektiğini ortaya koyuyor.

İlginçtir, benim Ayvalık üzerine yaptığım araştırmada, Foça'daki olaylardan sadece iki gün sonra, 13 Haziran 1914'te, The Manchester Guardian'da, İstanbul'dan anonim bir Reuters muhabirinin ilettiği rapora dayanan haberde, Midilli Adası'nın yoğun bir göçe uğradığı, 35 bin nüfuslu Ayvali (Ayvalık) kasabasının çeteler tarafından yakıldığı, Midilli'nin sefalet içinde olduğu, adaya ulaşmayı başaran mültecileri besleyecek, barındıracak gücü olmadığı vurgulanıyor ve yardım çağrısı yapılıyor.

Kısacası önce Balkan Savaşları, ardından Birinci Dünya Savaşı, en son da Türk-Yunan Savaşı sırası ve sonrasının yarattığı yıkım ve şiddet atmosferi gerek Müslüman gerek Hıristiyan olsun, insan topluluklarının oradan oraya savrulmasını beraberinde getiriyor ve insanların hayatını, gelecek nesilleri de etkileyecek şekilde kökünden değiştiriyor. Örneğin, Balkan Savaşları sonrasında İstanbul 400 bin civarında Müslüman mültecinin akınına uğrarken, 200 bin Ortodoks da aksi yönde göç etmek zorunda kalıyor. Mübadele, tüm bu süreçlere resmiyet kazandırıyor.

Romanda mübadeleyle birlikte 1980 darbesi de var. Ayvalık’ta karayoluna bakan tüm evlerin cephelerinin boyanması yönündeki askeri talimatı duyan halkın, emri ikiletmeden kasabadaki tüm evleri beyaza boyaması gibi detaylar darbenin günlük hayata nasıl sızdığına iyi bir örnek… 

Türkiye'yle ilgili yazıp da siyasetten uzak kalmak pek mümkün değil herhalde. Siyasi roman konusu açıldığında zihnimi kurcalayan bir şey, Frederic Jameson'un 'national allegory' yani 'milli alegori' dediği mesele olmuştur hep. Jameson, 1970'lerde çok ses getiren makalesinde, 'üçüncü dünya ülkeleri' diye tarif ettiği ülkelerden çıkan romanların, hep ülkenin içinde bulunduğu çalkantılı siyasi atmosferi yansıtmak durumunda olduğunu yazmış, az gelişmiş ülke romancısının bundan kaçışı olmadığını vurgulamış ve bu konu çok tartışılmıştı.

12 Eylül, ülkemizin özgür, çoğulcu bir demokrasi olabilmesinin önündeki tüm yolları tıkamıştı. Biliyorsunuz, romanın geçtiği 1982 yılı aynı zamanda bugün de yürürlükte olan anayasanın hayata geçtiği yıldı. Türk-İslam sentezi kavramı, o dönemde yerleştirilmişti. Vatandaşlığın sınırlarının katı bir biçimde çizilmesi, kendisini Türk ve Müslüman olarak tanımlamayanların 'makbul' vatandaşlık tanımının dışında bırakılması... Bu yönüyle askeri darbe, 1923’te mübadele ile önerilmiş olan vatandaşlık tanımının sınırlarını, yaklaşık 60 yıl sonra daha da keskinleştirdi.

‘TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİ HEMEN BENİMSEMİŞLER’

Mübadiller yaşadıkları olumsuzluklardan bahsetmek yerine suskun kalmayı yeğledi, onların torunları ise büyüklerinin aksine geçmişe dair anlatılar konusunda daha fazla meraklı ve konuşkan.  Mübadele konusunda kuşaklararası davranış ve tutumlar konusunda siz ne düşünüyorsunuz?

Benim ailemde de bir suskunluk vardı bu konuda. Ailenin yaşayan en yaşlı bireylerinden biri olan anneme bu konuyu sorduğumda pek bir şey anlatamıyor. O da bilmiyor bundan 100 yıl önce ailesinin Yunanistan'da nasıl yaşadığını, mübadelenin nasıl yaşandığını, çekilen acıları. Kendisi Türkiye'de göçmen olduğu için ayrımcılığa uğramadığını ifade ediyor. Mübadiller, çektikleri acıları anlatarak kendilerine kucak açan Türkiye Cumhuriyeti'ni eleştirmek istememişler. Yani Türk milliyetçiliğini hemen benimsemişler. İnkılapları benimsemişler. Okuyup meslek sahibi olmayı önemsemişler. Yunanistan tarafında, buradan gidenlerin Anadolu'yu hep bir ideal vatan, ütopik bir yer olarak tanımladıklarını görüyoruz tanıklıklarda. Hep bir geriye dönüş özlemi var. Bunda da Yunan milliyetçiliğinin etkisi olsa gerek. Buradan gidenler, Yunanistan'da, Komünist Parti'nin oluşumuna da önayak olmuş bir şekilde.

Bir de şu var; Türkiye’de geçmiş hakkında konuşurken hep -miş’li geçmiş zamanı kullanıyoruz: Bunu yaparken, o konuya dair bir araştırma yapmadan, çeşitli kaynaklardan kulaktan dolma bilgileri tekrar ederek, hatta adına bilgi dediğimiz şeyi biraz da manipüle ederek yeniden dolaşıma sokuyoruz. Bu hem tarihe dair hem de hakikate dair algımızı çarpıtıyor bir ölçüde.

Yeni nesiller ise mübadele konusuna dair geçmişte yaşananları, tüm bu çelişkileri, göçmenlikten gelen kültürel zenginliği merak ediyorlar. Genç nesiller için belki de ülkenin içinde bulunduğu olumsuz koşullardan kaçış imkânı sunuyor köklerin başka bir yerde, daha medeni bir yerde, 'Avrupa'da olduğunu düşünmek.

‘İSTEĞİM, MÜBADELE SÜRECİNDEN ZİYADE ONUN MİRASINI İNCELEMEK’

Herkül Millas, mübadelenin Türkiye ve Yunanistan edebiyatlarına yansımalarını inceleyen makalesinde, 1923-1980 dönemi için ‘suskunluk dönemi’ tabirini kullanıyor. Millas’a göre, bu dönemde mübadeleyi ele alan sınırlı sayıda eserin ortak özelliği, bu anlatılarda mübadillerin daha çok siyasi tartışmalara temel teşkil eden araç olarak kullanılması ve gerçek yaşam hikayelerinden neredeyse hiç bahsedilmemiş olması. 1980 sonrası durum değişirken mübadele anlatıları daha görünür oluyor, üstelik biraz daha hümanist bir içeriğe kavuşuyor. 2000’lere geldiğimizde Türk edebiyatında bu konu özelinde nasıl bir değişim gözlüyorsunuz?

Herkül Millas'ın araştırması, 1923-1998 yıllarında Türk yazarlar tarafından üretilmiş roman ve hikayeleri içeren çok kapsamlı bir çalışma. 1980 öncesinde sizin de vurguladığınız gibi, Millas'a göre hikayeler, Marksist veya milliyetçi olsun, yazarların siyasi argümanının bir parçası, bir uzantısı gibi kurgulanmış. 90'lı yıllara dek de bu konu bir tabu. Mübadeleden direkt olarak bahsedilmiyor eserlerde. Örneğin, 'hiç Yunan'a benzemeyen, çok iyi kalpli Rumlar’ gibi ifadelere rastlıyoruz. Millas'ın incelediği romanlar içinde dikkat çekici olanlardan biri, Feride Çiçekoğlu'nun Suyun Öte Yanı romanı. Bu roman, Cunda'yı merkez alıyor ve kahramanı Yunanistan'da cuntadan kaçan bir kişi. Adada Girit'ten mübadele ile gelmiş, ana dili Rumca olan Müslümanlarla karşılaşıyor. Türkiye'deki rejim de onların Rumca konuşmasını yasaklıyor. Sonra büyük hümanist Yaşar Kemal'in Bir Ada Hikayesi dörtlemesi var. 2000'li yıllarda yayınlanan Ahmet Yorulmaz'ın Savaşın Çocukları, Kemal Yalçın'ın Emanet Çeyiz'i, Kemal Anadol'un Büyük Ayrılık'ı, Saba Altunsay'ın, mübadelenin 25 yıl öncesini anlatan Kritimu'su sanıyorum hep sözlü tarih belgelerinden kaynaklanan, bu belgelerden yararlanılarak yazılan romanlar. Ortak mesajları elbette, Rum olsun Müslüman olsun yaşanan ortak acıları dile getirmek, bu konudaki suskunluğu bozmak.

Midilli Operasyonu ile yapmak istediğim, mübadeleyle ilgili tartışmayı Ege'nin iki yakasından çıkarıp daha geniş bir zorunlu göçler meselesi içine oturtmak ve mübadele sürecinden ziyade onun mirasını incelemek, sorgulamaktı. Doktora araştırmamda da Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecini ve Birinci Dünya Savaşı'nın bugün hala çözümlenmemiş sonuçları içinde mübadeleyi değerlendirmeye çalışıyorum.