YAZARLAR

Sözel futboldan sayısal futbola

Veri ve istatistik hakikatin tek ölçütü haline gelince, hikaye anlatıcılığının oyunu kavramadaki rolü küçülüyor…

Manchester City teknik direktörü Pep Guardiola geçen haftaki basın toplantısında birçok futbolcunun istatistiklere takıntılı hale geldiğini, istatistik için oynadığını, menajer etkisiyle benimsenen bu tavrın çok büyük bir hata olduğunu, oyunda rakamlarla ölçülemeyecek birçok unsur bulunduğunu söyledi. Futbolda istatistiğin ve verinin yeri günden güne artarak bir zamanlar sözlü kültürle yürüyen oyunu sayısala dönüştürüyor…

JUNG VE HİKAYE ANLATICILIĞI

Analitik psikolojinin babası ve psikanalizin amcası Carl Gustav Jung’un istatistiksel yöntem hakkında hoş bir görüşü var: “Bir taş yığınındaki çakılların ortalama ağırlığının 145 gram olduğunu bulabilirim. Ama bu hesaba bakıp eline aldığı ilk taşın 145 gram geleceğini düşünen kişi büyük hayal kırıklığına uğrar. Aslına bakarsanız, hesabım hatasız olsa bile o yığın içinde tam 145 gram gelen tek bir taş dahi bulunmayabilir.”

Futbol-istatistik ilişkisinin temelinde bu çelişki yatıyor. Pozitif bilim ya da futboldaki haliyle istatistik, özü itibariyle tümellerle ilgileniyor; tümevarım ve tümdengelim yöntemlerini kullanarak, “normal şartlar altında” geçerli evrensel gerçeklere ulaşmaya çalışıyor. Halbuki her futbol maçı tikel, yani biricik ve tekrarı imkansız. Şartlar hiçbir zaman normal, ortam asla sürtünmesiz değil. Herakleitos’tan ödünç alıp bükmek gerekirse, “Aynı sahada iki kez aynı maçı oynayamıyorsunuz.” Ve insanlık tarihinin bize öğrettiği kadarıyla, tikeli yakalamakta bilimden ziyade sanat ve edebiyat başarılı oluyor.

Futbol hikayelerinin tadı buradan geliyor: Can Bartu bir milli maçta rakibin kurduğu baskıyı betimlemek için “maç bizim altı pasın içinde oynandı, devrede soyunma odasına gidince Kaleci Turgay (Şeren) kazağını çıkardı, sırtında (!) onlarca top izi vardı” diyordu. Abartmayı seven bir tanıdığım, izlediği maçtaki fırtınayı anlatırken, kalecinin kendi diktiği degajları (!) doksandan çıkardığına yemin ediyordu. 1950’li yıllarda Milan’ın üç İsveçlisinden biri olan Nils Liedhölm, takımda bir buçuk sezon oynadıktan sonra ilk (!) pas hatasını yaptığında, San Siro tribünleri ayağa kalkıp oyuncunun tanrı değil insan olduğu gerçeğini alkış ve tezahüratlarla kutlamıştı.

“Gerçeği en iyi yalan ve abartı anlatır” şeklinde özetlenebilecek hikaye anlatıcılığı, insanın ayırt edici özelliklerinden biri olarak her insani uğraşa olduğu gibi futbola da uzun yıllar hakimdi. Futbol sözlü kültürle büyüyüp küresel bir oyuna dönüştü.

FUTBOL POZİTİVİZMİ VE HERKES İÇİN İSTATİSTİK

Ama insanın bir diğer ayırt edici özelliği de durmamasıydı. Hikayeler güzeldi, ama sonuç getirmiyor, metodoloji istiyordu. Özellikle 1960’lardan itibaren Sovyet Viktor Maslov gibi hocalar önderliğinde oyunu bilimselleştirme çabası hız kazandı. Futbolculara koordinasyon ve performans testleri yapılmaya, oyun daha detaylı analiz edilmeye başlandı. İlk bilgisayarların gelişiyle süreç hızlandı. Değişimin iki sonucu oldu: Doğru hesaplamalarla takımınızı ve oyuncularınızı daha iyi yapmak pekala mümkündü. Diğer sonucu belki daha da önemliydi: Oyunu bilim/istatistik/analiz kurtaracaktı. Futbolun Aydınlanmacı Pozitivizmi böyle başladı.

Anlamsız da değildi. Futbolu “herkes çok iyi bildiğinden”, hikaye anlatıcılığı çoğu zaman olguları saptırıyor, sözlü tarih içinde doğruyu yalandan ayıklamak zorlaşıyordu. Seksenlerden itibaren istatistiğin yaygın kullanımı bazı galatımeşhurları çöpe atmaya başladı. Yeni bilgiye başlangıçta gösterilen direnç, sahadaki somut kazanımlara boyun eğdi ve sözel futbolun surları yıkıldı. Bilime inanmak (ne kadar oksimoron bir ifade olsa da) ileriliğin göstergesi oldu.

Yine de rakamlar uzun süre futbolun profesyonelleri arasında yarı-gizli bilgi olarak kaldı. Geriye dönük ölçümler bir yana, mesela 1998 gibi görece yakın bir tarihte bile Şampiyonlar Ligi finalinde topa sahip olma istatistiği verilmiyordu.

Asıl kırılma ise yüzyıl dönüşünde gerçekleşti. 2000’ler bilgisayarı, interneti ve sosyal medyayı her yere yayınca, geçmişte sadece profesyonellerin erişilebildiği veriler taraftara, gazetecilere, futbolseverlere, yani herkese saçıldı. Futbolun yeni çağında hikayelerin içinde sayılar da olacaktı.

Yalnız bir sorun vardı. Hikayeler yarım yamalak, yalan yanlış aktarılsa, içinde mübalağa, süsleme, ekstra ilave bulunsa bile meramını anlatıyordu (hatta bazen bunlar arttıkça daha iyi anlatıyordu), ama istatistiklerin kazara veya kasıtlı yanlış yorumu sizi gerçeğe doğru değil ters yöne götürüyordu. Bilim yüzeyle yetinemezdi. Halbuki ahkâm, tıknefesti; rakamlar denizinde biraz derine dalacak olursa boğulur giderdi. Bu yüzden istatistiğin istediği kadarını alıp kaçmayı seçti. “Rakam bilmenin” sözde statüsü de tadından yenmiyordu. Bir maçta bir takımın rakip ceza sahasına kaç kez girdiğini biliyorsanız, elinizde o maçı kavradığınıza dair “kesin delil” vardı. Bu bilinçli yanılgı “hakikat sonrası” çağın ruhuyla da örtüştü.

RİCA EDERİM BU BAHSİ AÇALIM

Rakamların etrafa yayılması yeni kullanım alanları doğurdu. Mesela futbolcu menajerleri için oyuncunuzu transfer piyasasında parlatacak somut veriler bulunması son derece kullanışlıydı. Dahası, eldeki veriler çoğaldıkça belli bir seviyedeki her futbolcu için oldukça “işlevsel” istatistikler bulup ayıklamak mümkündü, her oyuncu belli rakamlar açısından muhakkak çok iyiydi.

Daha kitlesel bir kullanım alanı da belirdi. İnternetin yaygınlaşmasıyla yasal ve yasadışı bahis son yirmi yılda futbolu şekillendiren – ve yozlaştıran – en büyük etmenlerden biri oldu. Ve bahis pratiğinin olmazsa olmazlarından biri, formasını görseniz tanımayacağınız ekipler hakkındaki tüyolara meyletmekti. Tüyoların sayısal olması futbolun sözlü kültürünü bir parça daha sarstı. Oyunla ilişki kurma biçimi “karşılıksız sevgi”, “sevdanın ligi olmaz” gibi düsturlardan kopup “kaç basıp kaç aldın” hesabına döndü. Kâr için her şeyi araçsallaştıran neoliberal dünya, futbolu da kendine benzetti.

Chesterfield FC’nin son üç deplasman maçının “üst” bitmesi, Le Havre’ın iç sahada epeydir gol yememesi aniden kıymetli bir “bilgiye” dönüştü. Premier Lig gibi “ileri” organizasyonlar işi abartarak televizyondaki maç yayınlarına “kazanma olasılığı” adında bir garabet ekledi. Dakikalar ilerledikçe her bir takımın maçı kazanma veya beraberlik yüzdeleri canlı olarak değişiyor.

VERİLER VE ZEVKLER

Veri artışı futbola özgü değil. Teknoloji artık bunları işleyecek araçlara da sahip. Geleneksel veri işleme uygulama ve yazılımlarının başa çıkamadığı dertleri çözmeye talip Big Data (Büyük Veri) hayatın her alanını belirliyor. Yani veri sayılardan ibaret değil, aklımızın almadığı miktardaki veriyi aklımızın almadığı algoritmalarla işleyerek, davranışlarımızdan öngörülere kadar uzanan bir sürü unsuru da işin içine katıyor. Ama bunun daha derin bir tehlikesi de var: Davranışlar ve kararlar üzerinde – her zaman doğru olmayan – belirleyici ve dönüştürücü etki de yapabiliyor.

Halbuki her oyuncu veya takım çifti birbirine farklı alanlarda üstünlük kurabiliyor. Bu gerçek bizi, “Üçüncü Dünya Savaşı’nı bilemem ama dördüncüsü taş ve sopalarla” olacak diyen Einstein’a yaklaştırıyor. Yani her şeyi veriye döktükten sonra bu sefer de hesabın içinden çıkılmaz hale geliyor ve takdir yine göze, daha açık bir ifadeyle, insan aklına ve muhakeme gücüne kalıyor.

Öte yandan tüm bunlar düz dünyacılıkla veya aşı karşıtlığıyla karıştırılmamalı. Bilim, istatistik, ya da genel anlamda teknik, hayata olduğu gibi futbola da beslenme, performans, analiz gibi açılardan büyük katkı yaptı, yapmaya da devam ediyor. Aksi halde futbol emekleme günlerini geride bırakamazdı. Üstelik bilgiyi küçümsemenin bolca paye gördüğü bir dünyada ve ülkede, yeni veriler süregelen desteksiz iddiaları dışarıda tutmaya yarıyor. Gelgelelim tamamen verilere teslim olmak oyunu hem tatsızlaştırıyor hem de birçok durumda ıskalıyor.

Jung’un çağdaşı Nietzsche, “Yabancı bir dili biraz konuşan, o dili iyi konuşandan daha çok zevk alır. Zevk, yarım bilmede” buyurmuştu. Bir futbolsever için futbolla ilişki kurmanın en doğru yolu bu olabilir. İstatistikler kesin hakikatler değil ve oyuna dair her şeyi söylemiyor. Ne de olsa dünyanın bütün gol beklentilerini bir araya getirseniz bir gol etmiyor. İnanmıyorsanız Guardiola’ya sorabilirsiniz…


Suat Başar Çağlan Kimdir?

1984 yılında Bornova’da doğdu. Balıkesir Fen Lisesi’ni ve Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitirdi. 2010 yılında Ege Üniversitesi Sanat Tarihi Bizans Sanatı programında yüksek lisansını tamamladı. 2007 yılından beri İngilizce ve Fransızca dillerinden serbest çevirmenlik yapıyor. George Bernard Shaw, Alain Robbe-Grillet, C. L. R. James, Saadat Hasan Manto gibi yazarların eserlerini Türkçe’ye çevirdi; edebiyat, sanat ve felsefe alanındaki yazı ve tercümeleri çeşitli dergilerde yayınlandı. Gazete Duvar’da başladığı futbol yazılarına farklı mecralarda devam ediyor. Karşıyaka’da yaşıyor.