Sosyalistler bu seçimde ….’.. oy vermeli!

Mademki sosyalizm adına “başarılıp başarılamayacağı” riskli de olsa büyük bir hedef konmuş, sosyalistlere düşen; bu süreci kenardan izlemek değil, başarılması için desteklemek/çalışmaktır.

Google Haberlere Abone ol

“Yüzyılın seçimi”ne bir aydan daha az bir süre kaldı. Hemen hemen herkes kararını verdi. Bir de kararını vermeyenler var. Bundan sonraki bütün propaganda faaliyeti, o yüzde 1-2 için, hadi bilemedin yüzde 5 için. Ama konumuz bu tür değil. Bu türün bile içine girmeyenler. Tarafı zaten belli olan ama tarafının içinde hangi tarafı seçeceğine karar vermemiş olan; “bir takım solcular”! Bilindiği gibi sosyalistler/devrimciler yıllar boyunca debelendi durdu seçim dönemlerinde, tutarlı/ideolojik bir tutum alabilmek için. Sandık, düzen demekti ve sandığa gitmek de düzenden yana olmak, düzene “kan vermek” idi.[1] Ancak birkaç seçimdir bu durum “biraz” değişti. Artık daha rahat gidilebilir oldu sandık. Referandumda hayır demek için, HDP’yi baraj geçirtmek için, İmamoğlu’nu İBB koltuğuna oturtmak için. Asıl dert bunlardan yana olmak değildi elbette, asıl dert Tayyip Erdoğan’a engel olmaktı, onun iktidarına karşı çıkmaktı. Çünkü “eskisinden farklı” olarak sandık neredeyse tüm meşruiyetin sağlandığı ve iktidarın onun üzerine kurulduğu bir “yapı taşı” olmuştu.

Ve şimdi Erdoğan için “ya hep ya hiç” denilecek seçime geldik. Aslında sosyalistlerin tam da aradıkları dönem. Siyasal duyarlılık tavan yapmış, tek gündem siyaset olmuş, karşı tarafta gericiliğin, faşizmin dibine vurulmuş, muhalefet dediğin sağa çark etmiş, v.s. v.s. Ama zaman, bağımsız sosyalist faaliyetin değil, “akılcı” bakışla Erdoğan’ı devirmenin ve onun karşısına çıkacak en “makul” adayın arkasında birleşmenin zamanı idi. Ve neyse ki kötünün iyisi oldu da Kılıçdaroğlu tüm badireleri atlatarak CB adayı oldu/yapıldı. Sosyalistler olarak artık daha rahatız, gönül rahatlığı ile Bay Kemal’e oy vereceğiz.[2] Peki vekil seçiminde?

***

Bu noktada durum biraz karışıyor. Üç seçeneğimiz var, üstelik üçü de birbirinden “makul”.

-CHP’ye vermeliyiz. Çünkü en güçlü muhalefet partisi o ve D'Hondt sistemine göre ‘artık oylar’ en güçlüye yazıyor. Oylar heba olmasın. Üstelik ittifak nedeniyle “öz CHP’li” vekillerin sayısının azalacağı öngörülürse daha çok oy alması “öz CHP’lilerin” sayısını arttırır. Ve her şeyden önemlisi CB olacak olan Kılıçdaroğlu’nun partisinin Erdoğan’ın partisinden daha çok vekil çıkarması hem moral güç hem de sayısal güç sağlayacaktır.

-HDP’ye vermeliyiz. Çünkü on yıllardır her türlü baskıya, şiddete rağmen şu Meclis’te var olmayı başardılar ve güçlü bir muhalefet yaptılar. Binlerce üyesi ve Selo’su cezaevinde. Üstelik sağcıdan geçilmeyecek yeni Meclis’te, yarısı kadın olan güçlü bir HDP grubu “güvencemiz” olacaktır. Ve her şeyden önemlisi “Kürt sorunu çözülmeden bu ülkede demokratikleşme olmaz, demokratikleşme olmadan da Kürt sorunu çözülmez” diyorsak Kürt halkının siyasi tercihinin içinde, yakınında ve birlikteliğinde olmamız gerekir.

-TİP’e vermeliyiz. Çünkü dört vekille bile etkili bir muhalefet yapılacağını “karşı tarafa” bile gösterdiler, sayıları daha çok olursa daha etkili olurlar. Ayrıca isimleriyle tarihsel bir süreklilik taşıyor ve sosyalistlere de tarihsel bir sorumluğu hatırlatıyorlar. Ve uzun zamandır ilk kez bir sosyalist parti bindelik küsuratlarda yer almaktan kurtulup yüzde 2’yi, 3’ü aşabilecek pozisyonda. Bu gerçekleştiğinde toplumun tüm kesimleri için çok daha ciddiye alınan bir politik güç olabilir sosyalistler.[3]

***

“Oyumuzu kullanmadan” önce birkaç eleştiri de sıralamak, olmazsa olmaz elbette.

Birincisi; CHP’ye oy verme seçeneğini tamamen reddetmek gerekli. Herhangi biri kendisini sosyalist olarak tanımlayıp bu CHP’ye bu dönemde oy ve-re-mez. Sosyalistlerin hiçbir zaman istenmediği bu partiye şimdiye kadar fazlasıyla tolerans gösterildi bile.[4] Kılıçdaroğlu da zaten solculardan çok ülkücü seçmenlere bel bağlamış durumda. Her fırsatta “Bir numaralı ülkücü ve milliyetçi benim” diyen Kılıçdaroğlu’ndan hiç “bir numaralı solcu benim” dediğini duydunuz mu?

İkinci eleştiri; HDP’ye ve TİP’e, daha doğrusu Emek ve Özgürlük İttifakı’na. Bilindiği gibi EÖİ geçen Eylül ayında yani yaklaşık altı ay önce kuruluşunu ilan etti. Seçim ittifakından daha çok bir “mücadele ittifakı” olarak kendisini lanse etti. Ancak kuranlar da ve bu işlerden “az buçuk” anlayanlar da bu birlikteliğin bir seçim ittifakı olduğunu zaten biliyordu. Seçimi içermemesi saçma olurdu zaten. Her bileşenin seçime dair kendine özgü bir takım “siyasi hesapları” mevcuttu. (Ha, bunu kötü anlamda düşünmemek gerek, sonuçta siyasi örgüt siyasi hesap yapar, yapmak da zorundadır).

Buradaki asıl eleştiri; örgütlerin sadece kendileri için siyasi hesap yapması, ortak bir siyasi hesaplarının olmaması ve daha da önemlisi ittifak dışında kalan örgütleri ve bireyleri ortak bir siyasi mücadeleye sevk edecek etkin araçlar ve kanallar oluşturmamalarıdır. O dönem içerisinde de bu eleştiri sık sık dile getirildi; EÖİ’nin ortak yürütmesinin, sözcülerinin, ambleminin, aşağıya yayılmış ortak kurumlarının olmaması. En geniş “sosyalist kamuoyuna” somut bir “iş” önermemesi! Üstelik yaşanan deprem ve sonrasında halkın ihtiyaçları böylesi bir ortak faaliyeti zorunlu hale getirmesine rağmen.

Deprem bölgesinde her örgüt kendi flamasını astığı ayrı çadırlarda faaliyet sürdürmeyi tercih etti. Neden? Ya da soruyu tersten sorarsak, Neden halkın ihtiyaçlarının karşılanması tek elden sevk ve idare edilme yoluna gidilmedi?[5] Üstelik ortak bir çağrının yaratacağı sinerjinin, tek tek örgütlerin çağrısından kat be kat fazla olacağının biliniyor olması gerek. Kendisini zorunlu olarak dayatan koşullar “öznel” nedenlerle görmezden gelindi. Oysa depremin enkazından Türk ve Kürt sosyalistlerinin (ve elbette örgütsel güçlerinin) ortak dayanışması ve yardımlaşması çıkarılabilirdi, yani o sık sık tekrarlanan “ortak mücadele”. Ve bu deneyim seçim tutumlarını belki farklılaştırabilir, farklılaştırmasa bile daha makul tepkilerin oluşmasına hizmet ederdi.

Ortak bir mücadelenin yaratıl(a)maması bir yana oy pusulasında açığa çıkan kriz de bir başka eleştiri konusu; TİP’in, HDP listelerinden değil de kendi logosu ile seçime girme tercihi. Bu tercihin anlaşılabilir ve anlaşılamayan yönleri mevcut. TİP kimliğinin (dolayısıyla daha baskın bir sol kimliğin) öne çıkarılmak istenmesi, yakalanan ivmenin daha da ileriye taşınabilir görülmesi, hatta Kürt Siyasi Hareketi ile daha eşit koşullarda bir ilişkinin (gelecekte) oluşturulma planı, anlaşılabilir kısımları. Ancak mevcut oy dağılımını hesaplama sistemi göz önüne alındığında TİP’e verilecek oyların, değil bir kısmının tamamının boşa gitmesi, yani hiç vekil çıkaramaması bir yana “karşı taraf”ın vekil sayısını artırması mümkün. Yüzyılın seçiminde böyle bir risk alınır mı?[6]

Sanırım, bu ülkede sosyalizmin nasıl gelişeceği ve ilerleyeceği konusunda bundan bile daha ciddi bir sonuç yaratma potansiyeli taşımakta TİP’in tavrı. Bilindiği üzere Kürt siyasi hareketi ile ülkemizdeki sosyalist hareket (genel anlamda) uzun yıllar geçmesine rağmen bir türlü ortak bir eksende (politik/pratik) buluşamadı/buluşturulmadı. Oysa bu ülkede sosyalizmin bir geleceği olacaksa yani iktidar perspektifine ve iktidar iddiasına sahip olacaksa, bu iki yönün mutlak birlikteliğinin olması gerek şart.[7] Bu seçim tavrının yarattığı kaygı, bu hedefe zarar verme tehlikesidir. Ve ne yazık ki bu kaygıyı büyütecek çokça veri mevcut. Bir tarafta Kürt olmayan sosyalistleri, sadece meşrulaşma aparatı olarak değerlendirenler[8], diğer tarafta Kürt halkının mücadelesini ulusal kurtuluşa daraltanlar.

Ve ne yazık ki bu sandık, bu paradoksun aşılmasına katkıda bulunmayacak. Keşke demek saçma ama… Keşke, üstelik biraz zorunlu olarak kurulmuş yeni bir parti ile (Yeşiller ve Sol), yine yeniden bir “başlangıç” yapılabilse idi. TİP’in gösterdiği adayları da içeren (elbette Alper Taş’ın da olduğu), içinde Hasan Çandarlar’ın olmadığı, yenilenmiş bir liste. Hiçbir sosyalistin “korteje” girmemeyi tercih edemeyeceği bir liste! Her şeye rağmen sosyalistler (feyzelof olmadıklarına göre) oy pusulasında bir tercih yapmak ve yaptıkları tercihe çağrıda bulunmak zorundadırlar. Bu koşullarda tercih şu olmalıdır; mademki sosyalizm adına “başarılıp başarılamayacağı” riskli de olsa büyük bir hedef konmuş, sosyalistlere düşen; bu süreci kenardan izlemek değil, başarılması için desteklemek/çalışmaktır. Kısacası; TİP’e oy verilmesi gerekir! "Yüzyılın seçimi"nde tarafımız belli olsun, sosyalizm olsun...

NOTLAR:  

[1] Hâlâ devrimciliğin ölçüsünü kişisel hayatlarında, siyasi faaliyetlerinde değil de sandığa gidip gitmemekte arayan ve devrimci sıfatını kullananlar da yok değil.

[2] Not edilmeli ki sürecin bu şekilde işlemesi mutlak değildi. Pekâlâ sosyalistler, bu süreci –ki önerilmişti- bağımsız bir sosyalist aday etrafında birleşerek de işletebilirdi. Yaşatılan süreç; HDP’nin ve TİP’in tercihidir, asıl olarak.

[3] Bu paragraf içinde ne yazık ki başta ÖDP/Sol parti, TKP, EMEP olmak üzere diğerlerini yazamıyorum. Bu siyasi yapılar aslında TİP’in son dönem yaptığı atağa “potansiyel olarak” yıllardır sahiptiler. Hatta örgütsel güçleri ve tarihsel avantajları ile daha öndeydiler. Tarihi şahsiyetlerin ve kişisel statükoların konumlandığı “merkezi yapılar”a teslim olmasalardı!

[4] Sadullah Ergin’e bile “şu ya da bu gerekçeyle” listelerinde yer bulan CHP, bir de “şu ya da bu gerekçeyle” sosyalistlere bir türlü yer bulamaz, nedense.

[5] Bir çadırda su fazla giyecek yok, diğerinde giyecek fazla “akıl” yok!

[6] Tam da bu noktada birileri; “siyaset zaten risk alma işidir” mi dedi?

[7] “Yeter şart” olması için başka şeyler de gerekir.

[8] Çengiz Çandar, ayrı bir yazı konusu olmayı hak ediyor kuşkusuz. Ama buraya da “iliştirme”den geçmek olmayacak. Geçen gün Ruşen Çakır’a konuşmuş ve demiş ki “Türkler yok mu bu partide, birtakım sol kuruluşlar da var. Bunlar biraz dekorasyon gibi... Türk dekoratif unsurlar da var bu partide.” Çandar’ın “partideki Türkler” dediği, herkesin bildiği gibi “Kürt olmayan sosyalistler”. Ve onlar  Türk kimlikleri ile değil, sosyalist kimlikleri ile o partideler. İdeolojik ve politik olarak Kürt halkıyla birlikte mücadele etme iradesini gösterdikleri için. Kişisel bir çıkar beklentisi olmadan, Çandar gibi dokunulmazlık pazarlığı yapmadan ve bedel ödeme riski alarak. HDP yönetimi de Çandar’ın “dekoratif” değerlendirmesine katılıp katılmadığını açıklar herhalde! Çandar’ın “kulağını çekip”, açıklamasını düzelttirmeye çalışmak yeterli olmaz. Üstelik şimdi işe yarayan uyarı, vekil seçildikten sonra yani dere geçildikten sonra ne kadar işe yarar. Ayrıca açıklamakta geç kaldığı bir başka konu da “bu iki şahsın, Çandar ve Cemal’in neden vekil yapılmaya çalışıldığıdır”. Politik gerekçelerini, oy verecek seçmenlere açıklamak herhalde politik bir sorumluluk olsa gerek!