'Sorumluluk' bir soru mu, cevap mı?

Sorunun yani sorumluluğun acil cevap beklediği bir durumda, çıplaklık 84 milyon insanın üstüne yayıldığında öylesine zerreciklere dönüşür ki, hiç kimse artık “Kral’ın çıplaklığını” görmez olur.

Google Haberlere Abone ol

Saime Tuğrul*

Kemal Can’ın 14 Nisan tarihindeki “Sorumluluk yoksa mahcubiyet var mıdır?” başlıklı yazısı, çok önceleri başladığım ama araya başka araştırmaların girmesi ile “uzatmalara” aldığım bir araştırma-inceleme konusunu ve uzun zamandır aklımı kurcalayan bir temel soruyu yeniden hatırlattı: “Sorumluluk veya mesuliyet” kavramının Batı kültürlerinde ve bizde, etimolojik kökenlerinin karşıt anlamları olmasının, sosyo-kültürel izdüşümleri neler olabilir (olmuştur) ve bu kavrama yaklaşımımızı nasıl etkilemiştir?(1)

Kuşkusuz, sosyal, siyasi, kültürel anlamlar içeren hiçbir sorunu, sadece etimolojik anlamları ile açıklayamayız. Ancak, her dilde olduğu gibi, kelimelerin anlamları ve tarihçeleri de gösteren-gösterilen ve gösterge ilişkisi içinde yer alırlar ve birincil anlamlarının arkasında, Roland Barthes’ın betimlemesi ile çok katmanlı başka anlamlar (connotation) taşırlar. Bu anlamlar ise, daha derinlerdeki düşüncelerin, fikir oluşumlarının bir çeşit yansımasıdır.

Bu bağlamda sorgulayacak olursak sorumluluk kelimesinin, bizim ve Batı kültürleri içinde toplumsal algılamasının, yüklenen anlamlarının da farklı olmaları beklenemez mi? (Tabii ki bana göre...) Dilimizde, “sorumluluk” ya da eski tabiriyle “mesuliyet” kelimelerinin kökeni doğrudan soru, sual kelimelerinin türevi iken, neden Latin Batı dillerinin bir çoğunda, sorumluluk, “cevap” kelimesinin karşılığı olan “response, réponse, responsabilita, responsabilidad...” kökenine bağlıdır? (2)

Cevap kelimesinin Latince karşılığı, söz vermek, tartmak, ölçmek, sözünü tutma garantisi anlamlarını içeren respondere’dir. Bu bağlamda, zorunluluğu çağrıştırır, şimdiliğini siler. Hemen oluşabilecek reaksiyondan farklılığını yaratan bir düşünce zamanı açar, düşünülerek yapılmış bir eyleme dönüşür.

Oysa, cevap, Arapça’da acaba ve Türkçe’sinde de, yan-ıt, yanılmak ile aynı kökenden geldiğinden, geriye dönüşün mümkünlüğünü açık bırakırken, yanılma payına da geniş ölçüde yer verir.

Soru kelimesi ise, Latince de quaerere’den gelir; aramak demektir, hatta hakikatı aramaktır. Yani, uçsuz bucaksız bir soru silsilesi gerektirir. Hakikatı aramak, dünyayı, varlığını sorgulamak, insanlar için gerekli olduğu kadar, insan bilgisinin sınırında, gizemin, bilinmeyenlerin de varlığına ihtiyaç doğar. Soru, araştırmayı içerdiğinden üretkendir. Cevap, bu üretkenliği, araştırmayı sınırlasa da her zaman kesin olmadığı gibi, başka sorulara da yol açabilir. Sorunun şimdiliği bir anlamda cevap ile birlikte yok olur. Sorgulanan bir şeye cevap verme garantisi, cevaplama angajmanıdır. Responsibility sorgulanan bir şeye cevaptır, responsable (sorumlu kişi) ise, sorulan bir soruya cevap vermeyi kabul etmiş ve cevap verme kapasitesine sahip kişi demektir.

Batı Avrupa kültüründe responsibility kavramı, suç ve onun tamirine yani “ilk günaha” bağlıdır. Yasak meyveyi yiyerek bilgiye sahip olan insan, bu ilk kabahatinin bedelini Eden bahçesinden kovularak ve ölümsüzlük ile birlikte masumiyetinden vazgeçerek öder. Dünya üzerinde kendi başının çaresine bakmak durumundadır. İlahi güç, insanı sadece ölümü vermek ile değil, üzerinden vesayetini de çekerek de cezalandırır. Kendi başına ama düşünme kapasitesine sahip insan, kararlar vermeli, seçimler yapmalıdır, ama her seçimde tersinin de olabileceğini, yanılabileceğini de düşünmek zorundadır. Yani, bir suçluluk duygusuyla donanmıştır.

Müslümanlık kültüründe ise, ilk günah belirsiz ve insanlık koşullarını belirleyici değildir. Müslümanların Tanrı’sı yarattığında bizzat vardır, sadece kelamı ile varolabilir. Özel nitelikleri ile tanımlanır (Tanrı’nın adları olarak geçerler), bunlar Tanrı’nın gösterenleridir ve temsiliyeti imkansız kılar.

Eden bahçesinden kovulan insan, masumiyetini kaybederken sonluluğun bilincine de varır. Geçen zaman olgusu, insanın çevresine sadece duyuları ile reaksiyon vermesini ortadan kaldırmıştır. Çünkü her eyleminin bir bedeli veya karşılığı olacağı bilincine sahiptir artık. Yani, her yaptığının sorgulanmasına cevap vermek durumundadır. Ancak düşünerek cevaplamak, her zaman doğru davranmak, doğru kararlar almak anlamına gelmez. Yanılmak, yanlış yapma olasılığı da tersi kadar geçerlidir. Başka bir deyişle, yaptığı hataların sonuçlarını tartmak, ölçmek, yargılamak yetisine de sahiptir.

İşte bu yargılama yetisi responsibility’yi belirler. Tek başına yargıçlık olabildiği gibi, bazı durumlarda da dışardan bir yargıç gerekir. Tevrat’ta bu yargıç Tanrı’dır, cezayı o verir ve geriye dönüşü yoktur. Modern hukuk sistemi içinde de aklı başında, ayırt etme ve seçme kapasitelerine sahip insan, işlediği suçun, kabahatin karşılığında ceza alır. Hiçbir sorunun sorulamadığı kişi ise ya bu melekelerden yoksun ya da henüz erişkin olmamış bir varlıktır ve cezai sorumluluktan muaftır. Cezai yükümlülüklerden muaf tutulan kişi, eylemlerinin nedenlerini sorgulamaktan acizdir. Bu nedenle, sonuçlarını değerlendirmeden içgüdüsel tepki ile davranır. (Hatta, ceza hukuku, olağanüstü koşullarda, kendini veya yakındakileri koruma içgüdüsü ile sorgulanamadan yapılan eylemler için önlemler alır; nefs-i müdafa gibi).

Responsable olarak sorgulanan kişi ise, cevap verebilme melekesine sahip kişi olarak yargılanır. Ancak bu cevap verebilme kapasitesi kişiye göre değişir. Kişi sorudan kaçamasa da, cevabın gerektirdiği bekleme-düşünme-değerlendirme faktörlerini mümkün kılan, entelektüel ve psişik gereçleri uygulamaya koymalıdır.

Soru sorma yetkisi de öncelikle sadece, -kendisinin hiçbir şekilde sorgulanamayacağı- egemene aittir. Sorgulanmak ise (öncelikle Tanrı tarafından), özellikle monoteist kültürlerde, insan olma koşulunda vardır. Eski Ahit’in Tekvin bölümünde, yasak meyveyi yedikten sonra saklanan Adem’e Tanrı sorar: “Neden saklanıyorsun Adem?” Oysa, Tanrı zaten her şeyi bildiğine ve gördüğüne göre, Adem’in saklanma nedenini de biliyordur ama özellikle bu soruyu Adem’in cevap vermesini istediği için sorar. Çünkü artık o sorumluluk sahibidir ve cevaplarken yani sorumluluğu üstlenirken, bundan sonra her eyleminin nedeninin sorulacağını, sorgulanacağını bilen kişidir. Ve sorunun karşısında insanoğlu (Adem ve Havva gibi) çıplaktır. Cevabı ile bu çıplaklığını örtmeye çalışacaktır.

Bu nedenle, insanoğlu tüm psişik yetilere sahip olsa da, sorunun karşısında hep çıplaktır ve cevabı belki hep yetersiz kalacak, yani sorunun açıklığını kapatamayacaktır. Ama sorumluluk yetersiz bir cevap olsa da, değerlendirme, ölçme-biçme ile yapılan bir eylem olduğundan, doğrudan bireyin eylem alanı içindedir ve bizzat kendini ilgilendirir. Cevap hiçbir zaman mükemmel değildir ama ona giden yol, psişik bir çalışmayı gerektirdiğinden, içgüdüsel tepkiyi insana özgü gelişmiş bir eyleme dönüştürür. Yanı sıra, sorulanan-sorgulanan insan bunun cevabını araştırmak, kendine ait araçlarla cevaplamak durumundadır. Yani “responsabilité”sini üstlenmek zorundadır.

Oysa bizim kültürümüzde, sorumluluk, soru sormaktır ama ötekini ya da kendini sorgulamayı içerse bile cevabı askıya alabilir hatta cevabın psişik yolunu beklemez ve içgüdüsel-ilksel boyutu ile var olabilir. Sorunun karşısındaki çıplaklığımızı örtecek cevaptan yoksun olduğumuzdan, sorumluluk sadece bir yetersizlik ya da ötekine yöneltilerek üstümüzden atmaya çalıştığımız bir çıplaklık olarak kalır. Ya da, geçtiğimiz hafta tanık olduğumuz gibi, sorunun yani sorumluluğun acil cevap beklediği bir durumda, bu çıplaklık 84 milyon insanın üstüne yayıldığında öylesine zerreciklere dönüşür ki, hiçkimse artık “Kral’ın çıplaklığını” görmez olur.

  1. Bu görüşler, sorgulama kaygıları taşıyan düşüncelerimin bir kısmını yansıtmayı amaçlıyor. Eksikleri, tamamlanmamışlıkları affola....
  2.  Örneğin, bu açıdan bakıldığında, “politika” ve Türkçe karşılığı “siyaset” kelimlerinin de etimoljik kökenleri çok farklıdır; politika, eski Yunaca’da, kent-devlet yönetimi demektir, siyaset ise, Arapça’da, terbiye etmek anlamına gelen ve atlar için kullanılan siyasa kelimesinden türemiştir.

*Doçent Dr. Işık Üniversitesi öğretim görevlisi