YAZARLAR

‘Sopa’ ve seçim

Sopalı seçim, demokrasi birikimi zayıf olan ülkelerde hemen her iktidarın başvurduğu hukuk ve yargıyı kendi çıkarları için kullanmak ve özellikle oy sayımında başvurulması kanıksanmış hileler yanında şiddet unsurunu da devreye sokması açısından önemlidir. Kazanılması neredeyse kaçınılmaz bir seçim yarışı içinde bile rakibi yenmekle kalmayıp ezmek ve yok etmek hırsının egemen oluşu; eleştiriye, farklılığa ve çoğulculuğa yani demokrasiye tahammülsüzlük...

Macaristan genel seçimi sonuçları, Türkiye’de iktidarı sevindirirken muhalefeti kaygılandırıyor. Seçim sürecinin Türkiye’nin yakın geleceği için adeta bir şablon sunduğu fikrinden kaçınmak mümkün değil gibi. Orban’ın Macaristan’ı ile Erdoğan’ın Türkiye’si arasındaki paralellikleri gördükçe insan kaderci bir karamsarlığa düşmeden edemiyor. Medyadan yargıya bütün güç odaklarının tek parti ve tek adam elinde toplanmış olması, devletin bütün olanaklarının iktidar partisinin seçim kampanyasına seferber edilişi, altı partili muhalefet cephesi içinde beliren sorunlar, hatta seçimlerden önce siyasal partiler ve seçim kanunlarında yapılan değişikliklere kadar gözden kaçması mümkün olmayan benzerlikler, en skeptik tarihçiyi bile Hunlarla Türklerin Attila üzerinden sahiden yakın akraba oldukları tezine ikna edebilecek türden.

Ama kaderciliğe düşmeden önce, iki ülkenin özellikle yakın tarih serüvenlerinin farklılığı ve Macaristan’ın on milyon nüfuslu bir ülke olduğu gibi olguları dikkate almak gerekiyor. Bu bağlamda, seçimleri Budapeşte’de takip eden Gürsel Tekin ve ekibinin vurguladığı farklılıklara bakmakta yarar var. Tekin, özellikle ekonominin altını çiziyor. Macaristan ekonomisinde Türkiye’de yaşanmakta olan krizden eser yok. Örneğin enflasyon oranı yüzde altı ve bu bile mücadele edilmesi gereken yüksek bir rakam olarak düşünülüyor. Orban’ın yeniden başbakan seçilmesinde, Rusya’nın Ukrayna işgali karşısında takındığı tarafsız tutumun payı yadsınmamakla birlikte asıl önemli faktörün ekonomideki iyi hal ve gidiş olduğu görülüyor. Analojinin somut sınırlarını ekonomi oluşturuyor ve bu benzemezlik, Türkiye’de muhalefet bloğunun oylarını artırıcı bir etken.

Muhalefetin dezavantajı açısından vurgulanması gereken benzemezlik ise, ‘sopa’ faktörünün yokluğu olarak özetlenebilecek bir durum. 2004’ten bu yana Avrupa Birliği üyesi olan Macaristan’da seçim güvenliği konusunda herhangi bir iddia ya da şikayet bulunmuyor. Macar muhalefeti, seçimlerin demokratik olmayan bir ortamda gerçekleştiğini belirtirken asıl olarak seçim kampanyası sürecinde Orban’ın ve partisi Fidesz’in medya kurumları üzerinde tekel oluşturarak kamuoyunu manipüle etmesini ve devlet kaynaklarını propaganda aracı olarak kullanmasını kastediyor. Oysa bunlar ve çok daha fazlası, özellikle AKP dönemi boyunca kanıksanmış ve adeta aksini düşünmenin imkânsız olduğu pratikler. Türkiye demokrasisi açısından ifade edilen temel kaygı ise ufukta görünenin yeni bir ‘sopalı seçim’ olma ihtimali.

‘Sopalı seçim’, Türkiye’de demokratikleşme tarihinin önemli vakaları arasında yer alır ve yakın gelecekte tekrarlanma tehlikesi dikkate alındığında, bir soykütüğü araştırmasını hak etmektedir. Macar seçimleri ile karşılaştırmanın sınırlarına dayanıldığında, ‘biz bize benzeriz’ şiarından hareketle Türkiye seçimleri tarihinin ‘sopa’yı problematize eden bir yeniden okumasıyla içinde yaşadığımız zamanın ruhunu kavramaya yaklaşmak mümkün olabilir.   

Sopalı seçim deyince akıllara hemen 1946 seçimleri gelse de terimin kökeni otuz dört yıl öncesine, 1912’ye dayanır. 46’da yaşananın, geçmiştekinin daha hafif bir tekrarı olduğu bile söylenebilir.

İkinci Meşrutiyet yıllarında gerçekleşen 1912 genel seçimleri, Türkiye’nin ilk çok partili seçimi olarak tarihe geçmiştir. Daha önce meşrutiyet ilanını takiben yapılan 1908 seçimlerine Prens Sabahattin’in Ahrar (Özgürlükler) Partisi katılmış ama örgütlü olmadığından bu katılımın herhangi bir sonucu olmamış, İttihat ve Terakki’nin belirlediği adaylar kimseyle yarışmamış, yalnızca Ankara’da Ahrar çizgisinden bir kişi kendi olanaklarıyla meclise seçilmişti.

İttihat ve Terakki’nin yegâne muhalefeti meclis dışında kalsa da çalışma süreci boyunca kaçınılmaz olarak meclis içi muhalefet odakları ortaya çıktı. 1909’da yaşanan 31 Mart vakasının, o sürecin en önemli dönüm noktası olduğu söylenebilir. Önemli sonuçlardan biri, İttihatçıların başkent İstanbul üzerindeki siyasal hegemonyalarını askeri hakimiyetle perçinlemeleri oldu. Ama giderek daha monolitikleşen İttihatçı iktidar karşısında muhalefet de çeşitlenmekteydi. Kasım 1911’de kurulan Hürriyet ve İtilaf Partisi, 70 milletvekilini kendi saflarına çekmişti bile. Aynı yılın Aralık ayında İstanbul’da yapılan bir ara seçimi Hürriyet ve İtilaf adayının kazanması, İttihatçıların kulaklarında tehlike çanlarının yankılandığı anlamına geliyordu.

Hürriyet ve İtilaf, Ahrar’ın liberal çekirdeğinin bir devamı olmakla birlikte İttihatçı politikalara karşı muhalefetin her kanadını içeren bir koalisyon işlevi görüyordu. 31 Mart mağduru İslamcılardan gayrı-Müslim azınlıklara, muhafazakârlardan sosyalistlere kadar birçok unsuru bir araya getiren bir şemsiyeydi. Muhalif yükselişi durdurmak amacıyla İttihat ve Terakki yönetimi radikal bir hamleyle 1912 Nisanı için erken seçim kararı alarak meclisin feshini gerçekleştirdi. Yeni kurulmuş ve örgütlenmesini tamamlamamış olan Hürriyet ve İtilaf, hazırlıksız yakalanmıştı. Bu koşullarda İttihatçıların kazanmaması mümkün değildi.

Seçimlerin gerçekleştiği ortam oldukça olağanüstüydü. Yemen başta olmak üzere Arap coğrafyasında ve Balkanlarda isyanlar birbiri ardına patlıyor, Osmanlı ordusu Libya’da İtalya ile savaşıyordu. Seçimler üzerine bir ‘beka sorunu’ söylemi kurmak için ortam müsaitti. Balkan harbinin kapıda olduğu belliyken 1909’da ilan edilmiş olan örfi idare (sıkıyönetim) de sürmekteydi.

İttihat ve Terakki, hem bürokrasi desteği hem de güçlü örgütlenmesiyle, seçimin tartışılmaz favorisiydi. Buna rağmen elindeki bütün olanakları muhalefetin seçim kampanyasını engellemek üzere seferber etmekten geri durmadı. 1908’in ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ şiarı, çoğulcu kıpırdanmalarla yüz yüze geldiğinde yerini derhal çok sesliliğe, farklılıklara ve eleştiriye – ki biz yaklaşık olarak bunların toplamına demokrasi diyoruz – tahammülsüzlükle malul Türkçü ve otoriter bir monolitizme bırakmıştı. Hürriyet ve İtilaf taraftarı gazeteler ‘zihinleri karıştırıcı yayın yapmaları’ gerekçesiyle birbiri ardına kapatılıyor, muhalefetin seçim bildirileri ve broşürleri ‘yıkıcı ve zararlı’ bulunarak Sıkıyönetim Divanı kararıyla toplatılıyordu.

Ama asıl a la turca traji-komik vakalar, oylama esnasında sandık başlarında yaşandı. Oylama, sandık heyetinin gözleri önünde açık olarak yapılırken hepsi İttihatçı olan valiler ve kaymakamlar sandıkları dolaşıyor ve kimin ne oy kullandığını bizzat takip ediyordu. Oylama süreci zaten İttihatçı jandarma ve polis tarafından sürekli izlenmekteydi. Bazı kaynaklara göre, bu resmi denetim yanında İttihatçı fedailer de sandıklarda görev başındaydı: ‘Muhalif namzetlere rey vermek isteyenler, sandık başındaki fedainin sopasını kafasına yiyordu.’ ‘Sopalı seçim’ tabirinin buradan geldiği düşünülmekle birlikte başka birçok kaynak, Hürriyet ve İtilaf adayı Rıza Tevfik’in seçim bölgesi Gümülcine’de İttihatçılar tarafından dövülmesi ve ülke genelinde adaylara yönelik gerçekleşen benzeri saldırılar nedeniyle bu adlandırmanın oluştuğu kanısındadır.

Burada bir not düşerek açık oylama yanında dönemin seçim sisteminin iki dereceli olduğunu, önce her 500 seçmen adına bir delege seçildiğini, daha sonra ise bu delegelerin milletvekili adayları için oy kullandığını belirtmek gerekiyor. 1946 genel seçimlerine kadar yürürlükte kalan bu sistem, siyasal otorite açısından ikinci aşamada oy kullanan az sayıdaki delegeler üzerinde kontrol ve baskı kurulmasını da kolaylaştırmaktaydı.

Sopalı seçim, demokrasi birikimi zayıf olan ülkelerde hemen her iktidarın başvurduğu hukuk ve yargıyı kendi çıkarları için kullanmak ve özellikle oy sayımında başvurulması kanıksanmış hileler yanında şiddet unsurunu da devreye sokması açısından önemlidir. Üstelik kazanılması neredeyse kaçınılmaz bir seçim yarışı içinde bile rakibi yenmekle kalmayıp ezmek ve yok etmek hırsının egemen oluşu; eleştiriye, farklılığa ve çoğulculuğa yani demokrasiye tahammülsüz kafa yapısı içinde demokratik bir pratiğin imkânsızlığının göstergesi olarak zuhur ediyor. Sonuçta İttihat ve Terakki ezici bir çoğunlukla seçimi kazandı; muhalefet bloğuna toplam altı milletvekili ile temsil hakkı teveccüh olundu. Böylelikle, liberal demokrasinin ilkesel temellerinden biri olan seçim mekanizmasının işletilmesi yoluyla anti-demokratik otoriter bir tek parti rejimi inşası mümkün hale gelmiş oluyordu.

Seçim ve sopanın ülke ve millet sathındaki bölünmez bütünlüğü, Türkiye tarihinin ilk tek dereceli, cumhuriyet tarihinin ise ilk çoğulcu seçimi olarak kayda geçen 1946 genel seçimlerinde bir kez daha gözlemlenecekti. Bu seçimlerin gerçekleştiği konjonktür de olağanüstü koşullarla belirlenmişti. CHP yönetimi, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyetler’e karşı ABD önderliğinde inşasına girişilen ‘hür dünya’ bloğu içinde yer almasını stratejik bir gereklilik olarak saptamıştı. Çoğulcu parlamenter sistem, bu yeniden yapılanma sürecinin başlıca kıstası olarak algılanıyordu. CHP içinde özellikle 1945’ten itibaren belirginleşmeye başlayan muhalefet, 1946’da cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün icazeti ile partileşerek Demokrat Parti (DP) adını aldı ve meclis aynı yılın Temmuz ayı için seçim kararı alarak dağıldı.

Yirmi yıldan uzun bir süredir bir parti-devlet inşa etmekte olan CHP’nin birdenbire demokratikleşmesi, birçokları tarafından Türkiye’nin uluslararası kamplaşma sürecinde acilen tercih yapma gereğine yorulur. Bazı yorumcular ise bu zarurete ilaveten ABD yönetimi tarafından vaat edilen toplam 137 milyon dolar tutarındaki Marshall yardımı fırsatını kaçırmamanın bedeli olarak alel acele çoğulcu parlamenter sisteme geçildiğini savunurlar. Sonuçta, Türkiye’nin siyasal sistemi bir derece demokratikleşmiştir.

1946 seçimleri, tek dereceli olmakla birlikte ‘açık oy, gizli tasnif’ ilkesi yürürlükte olarak yapıldı. Bir parti-devlet yapısı içinde; vali, kaymakam, belediye başkanı ve CHP il/ilçe başkanının aynı kişi olduğu ve sandıkları jandarma yordamıyla denetim altında tuttuğu koşullarda gerçekleşti. Ülke sathında sandık başında yurttaşlar arasında çıkan kavgalara ek olarak kolluk güçlerinin, ‘halkın ne idüğü belirsiz kişilere oy vermemesini sağlamak’ adına sandıklara hakaret ve dayak da içeren fiili müdahalesinin yaşandığı üzerine birçok tanıklık vardır. Ayrıca oyların sayımı gizli ve CHP kontrolünde olduğundan bu süreçte de birçok hileye başvurulduğu aktarılmaktadır.

46 seçimlerini, ülke genelinde örgütlenmesini tamamlamamış ve bir seçim stratejisi bile oluşturamamış olan DP’nin kazanması mümkün değildi. CHP yönetiminin buna rağmen rakibini taciz etmekten ve seçim sürecini terörize etmekten geri durmadığı görülüyor. Daha sonraki gelişmeler bütün okurların malumu. 1950’de ‘gizli oy, açık tasnif’ sisteminin uygulanmasıyla birlikte DP, ezici bir seçim zaferi kazanacak ama on yıllık iktidarı boyunca yapılan seçimlerde o da CHP’ye karşı şiddet ve sindirme mekanizmalarına başvurmaktan geri durmayacaktır. A la turca demokratlık o kadar olabiliyor.

Günümüzde ‘sopalı seçim’ kavramı, 1912 ve 1946’daki köklerinden farklı olarak iktidar partisinin kaybetme ihtimalinin oldukça yüksek olduğu koşullarda telaffuz ediliyor. Bu nedenle, seçim sürecinin her üç aşamasında da (kampanya, oylama, tasnif) ‘sopa’nın belirleyici olma tehlikesi mevcut. Aslında kampanya sürecinde sopanın etki derecesini kestirmek için bu kadar geriye gitmeye gerek yok. 7 Haziran-1 Kasım 2015 seçimleri arasında, Türkiye benzeri görülmedik bir terörize edilmiş seçim süreci yaşadı. O sürecin başbakanının bugün altılı muhalefet masasında oturuyor olması bir avantaja dönüşebilir:

"Terörle mücadele konusunda defterler açılırsa birçok insan, insan yüzüne çıkamaz. Bizi bugün eleştirenler insan yüzüne çıkamazlar, açık söylüyorum. Neden mi? Gelin hafızanızı bir yoklayın. İleride bir gün Türkiye Cumhuriyeti tarihi yazıldığı zaman en kritik dönemlerden, aylardan biri 7 Haziran-1 Kasım arasındaki dönem olarak yazılacaktır."

Ahmet Davutoğlu, anlaşılır nedenlerle bu beyanının içeriğini topluma açıklayamıyor ama belki altılı masa ortaklarına açılarak birlikte karşı tedbirler geliştirmenin yollarını araştırmaktadırlar. Seçim sürecinin terörize edilmesi, yalnızca devletin resmi güçlerinin değil TÜGVA’dan Osmanlı Ocakları ve Ülkü Ocakları’na kadar bir dizi iktidar yanlısı örgütle birlikte yine iktidar yanlısı mafya çetelerinin ve cihatçı yapılanmaların mobilizasyonu biçiminde de gerçekleşebilir. İlk sopalı seçimin öncülü 31 Mart vakası olduğu gibi yaklaşmakta olan sopalı seçimin şablonunun da 15 Temmuz vakası olduğu aşikârdır.

Son olarak, Stalin’e atfedilen ‘oyları kimin verdiği değil kimin saydığı önemlidir’ vecizesi üzerinden sopalı seçim ihtimali üzerinde durmak gerekiyor. Seçim kanununda yapılan değişiklikle seçim kurullarında ‘kura ile belirlenecek birinci derece hakimlerin görevlendirilmesi’, Stalinist bir temayülün ipuçlarını veriyor. Bunun karşısında İstanbul seçimlerinde verilen sandıkları koruma ve oy tasnifi sürecine ağırlık koyma mücadelesinin tekrarlanması gerekecek gibi. Bu bağlamda, yine bugün muhalif saflarda olan Ali Babacan’ın şu beyanı üzerinde özellikle durmak gerekiyor: ‘Seçimi açık farkla kazanmak lazım ki hile yapılamasın. Ayrıca sandıkları korumak lazım.’ Babacan, o dönem yönetiminde yer aldığı partinin başvurduğu hile yöntemlerini tercihan kamuoyu ile ama en azından altılı masa ortakları ile paylaşırsa belki de bu sopalı hilelerin tekrarı önlenebilir.

Seçimlerin ‘sopalı’ olma ihtimali; güncel olan Macaristan ya da Fransa seçimleri ile Türkiye’de yaklaşmakta olan seçimler arasına niteliksel bir fark koyuyor. Demokratik mücadelenin önündeki acil görevlerden birinin bu farkı ortadan kaldıracak radikal bir strateji belirlemek olduğu anlaşılıyor. Yukarıdaki kısa soykütüğü araştırması, eleştiriye, farklılığa ve çoğulculuğa tahammülsüzlüğün Türkiye tarihinin ele alınan dilimi boyunca bütün muktedirlerin belirleyici özelliği olduğunu gösteriyor. Demokratik strateji, demokrasi düşmanlığı olarak da adlandırılabilecek bu kök bozukluğunun onarılması yönündeki girişimlerin bir toplamından ibaret olacaktır. 


Zafer Yörük Kimdir?

Londra Üniversitesi’nde iktisat ve siyaset bilimi dallarında lisans eğitiminin ardından Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde ideoloji ve söylem analizi dalında yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. Londra, Erbil ve İzmir’de siyaset bilimi ve medya/iletişim alanlarında çeşitli üniversitelerin akademik kadrosu içinde yer aldı. Akademik çalışma alanları; post-yapısalcı kuram, psikanaliz ve kimlik siyasetidir. Türkiye ve Orta Doğu siyaseti üzerine akademik yayınları vardır. Halen Duvar English ve Medya News internet yayınlarında ve Yeni Yaşam gazetesinde köşe yazmaktadır.