Türk korku sinemasında 'cinler' ve diğerleri

‘Kulyas: Lanetin Bedeli’ filmi de benzerleri gibi, yerli korku sinemasının sadece konu olarak değil, biçim olarak da ne kadar sorunlu bir dönem geçirdiğinin son bir kanıtı gibi duruyor. Ne diyelim? Belki ilerde Cin’ler tatile çıkar da biraz daha izlenebilir korku filmleri görebiliriz!

Google Haberlere Abone ol

Bu hafta gösterime giren, Türk sinemasındaki, ‘kötü cin’ temalı korku filmleri furyasının son örneği olan ‘Kulyas: Lanetin Bedeli’ filmini izledikten sonra hem belli bir sıkıntı hissediyoruz, hem de sinemamızdaki ‘korku türü’ ile ilgili kafamızda yer alan soru işaretleri artıyor.

Aslında yerli sinemamızda ‘Büyü’ (2004) ve ‘Dabbe’ (2006) filmleriyle başlayan bu yönelim, bizce beraberinde yeni bir tür yaratma sürecini de getirdi: kısıtlı bütçelerle, makyaj ve özel efektlere ağırlık vererek, basit bir senaryoyla, seyirciyi ara ara zıplatarak korkutmaya çalışmak, bunun yanında da onları mistik esintiler taşıyan esrarengiz, karanlık ve lanetli bir dünyayla tanıştırma amacı güderek bir tür ‘B Movie’ler yaratmak.

Bu tür filmlerin genelde başarısız olmasını, zayıf senaryo, vasat yönetmenlik ve kötü oyunculuklar olarak kabaca açıklamamız mümkün olmakla beraber, yine de bu yönde, ardı ardına yeni filmler gelmesi, bizce daha büyük ölçekte bir tıkanıklık ve sorun durumunu işaret ediyor.

Son olarak izlediğimiz ‘Kulyas: Lanetin Bedeli’ filminin diğer benzerlerinden ayrılan ufak noktaları var ancak sonuç yine aynı: Vasat, tatsız tutsuz ve basmakalıp bir ‘cin’ filmi.

NİYE DİĞERLERİ YOK?

Öncelikle Dünya sinemasındaki korku filmlerine baktığımızda ve ‘90’lı yılların ‘slasher-movie’leri de işin içinde olmak üzere, bu filmlerdeki asıl korku unsurunun ya hayalet, kötü ruh, şeytan gibi ruhani varlıklardan ya da vampir, kurt adam veya uzaydan gelen bir canavar gibi doğaüstü yaratıklardan oluştuğunu gözlemlemekteyiz. Bunların dışında ‘Halloween’ veya ‘Elm Sokağında Kabus’ gibi filmlerde ise seri katil olan caniler asıl tehdidi temsil ederler.

Bizim sinemamızda ise sadece ‘cin’ tehdidine saplanıp kalmamız, büyük ölçüde diğer ruhani varlıklara ‘yabancı’ kalmamızdan, yani başka bir deyişle onların fazla ‘Avrupai veya Amerikanvari’ kaçmasından kaynaklanıyor olabilir. Dünya sinemasının örneklerinde korku unsurunun fonksiyonunu yerine getirmesi için ille de görünür olması gerekmiyor ancak başarılı yabancı örneklerdeki bu ‘belirsizlik’ ve ‘paranoya’ duygusu, bizim örneklerimizde yerini bir ‘muğlaklık’ ve ‘karışıklık’ duygusuna bırakıyor. Asıl tehlikeyi sadece ‘hissettirmenin’ onu ne kadar az değil ne kadar çok göstermeden geçtiğini düşünen yönetmenler, her taraftan çıkan ‘Cin’lerin daha iyi sonuç vereceğini düşünüyorlar!

MEKAN KULLANIMI

Yerli sinemamızda, asıl korku ortamı genelde taşradan, küçük kasabalardan ve ıssız gibi görünen köylerden oluşuyor. Çoğunlukla, Anadolu taşrasında oluşmuş bu ‘cin’ miti büyük şehir merkezlerine pek uğramıyor.

‘Kulyas: Lanetin Bedeli’ filmi de bu kurala uyuyor ancak ufak bir farklılık olarak evlerinde, bir lanetin pençesine düşmüş bir aileyi veya arkadaşları değil, bunun yerine, bir fotoğraf yarışmasını kazanmak amacıyla, Anadolu’nun çok ücra bir yerindeki köye giden dört gencin hikayesini gösteriyor. Hiçbir önlem almadan, amiyane tabirle ‘belalarını arayan’ bu dört genç aslında daha çok bir ‘slasher movie’ye uygun kurbanlar gibi duruyor. Doğaüstü bir seri katilin (Michael Myers, Jason…) hedefi olmak yerine, yine bir 'cin' lanetiyle boğuşan bu dört kişi, bir çıkış yolu ararken, filmin mekanlarındaki ‘kısıtlılık’, ‘yetersizlik’ göze çarpıyor.

Yerli korku filmlerinde bir olayın veya varlığın daha tekinsiz görünmesi için, mekanın olabildiğince dar, fakir, köhne hatta biraz ‘pis’ olması gerektiğine dair bir görüş hakim olsa gerek. Şeytana veya 'kötü ruh'a karşı mücadeleyi konu alan yabancı filmler kilise, terk edilmiş bir köşk gibi geniş mekanları tercih ederken, bizim filmler daha çok küçük evler, dar odalar ve neredeyse ufacık bir kadraja sığmaya çalışan kişileri sunuyor. Bu durum belki filmin bütçesi veya imkanları açısından anlaşılabilir ama bizce ‘Klostrofobik’ bir ortam yaratmak için bu kadar ‘yetersiz’ ve neredeyse hiçbir nesnenin bulunmadığı mekanları seçmek şart olmasa gerek.

‘KURTARICI ADAM’A ULAŞMAK ZAHMET GEREKTİRİR!

Korku filmlerinde ikinci derecede önemli gibi görünen ama bizce kilit bir rol üstlenen bir karakter vardır ki, genelde bu kişiye ulaşmak zordur. Bu ister kiliseden (hatta Vatikan) tarafından aforoz edilmiş bir eski rahip olsun, isterse de yarı büyücü/yarı medyum bir yaşlı kadın olsun, filmdeki kurbanlar peşlerinde olan laneti veya tehlikeyi anlamak ve defetmek için birçok zorluğu aşarak, bu kişiye bazen yalvarmaya kadar varan ikna yollarına başvururlar, bazense ciddi para teklif ederek bir yardım almaya çalışırlar. Bizce bu karakterlerin ‘ulaşılmazlığı’ hem hikayenin derinliğine hem de tehlikenin büyüklüğüne katkıda bulunur.

‘Kulyas: Lanetin Bedeli’ filminde ise benzerlerinde olduğu gibi, gençlere bulaşmış olan lanet, çok kolay bir şekilde, gitmiş oldukları köyün Hocası tarafından rahat ve detaylı bir şekilde dile getirirler. Sanki yönetmen filmdeki ‘lanet'ten ziyade kurban gençlerin bu hikayeye karşı tepkisine eğiliyor. Bu tepki de aralarında, basit bir ‘inanmama’ ve ‘Bu, deli saçması bir hikaye!’ konuşmalarıyla geçiştiriliyor.

BAŞARILI BİR KIVILCIM VE ‘UCUZ’ BİR NUMARA…

‘Kulyas: Lanetin Bedeli’ filmi aslında, çok abartılı oyunculuklara rağmen, göreceli olarak ilginç bir korkutma öğesiyle başlıyor. Bizce hayalete (veya 'cin'e) dönüşmüş bir kişi, anlık bir irkiltme yaratsa da, ölmüş olan ama bunun farkında olmayan (dolayısıyla bizim de farkında olmadığımız!) bir kişiden her zaman daha az korkutucu ve tedirgin edicidir. Bu durumda ölmüş olan kişi bir anlamda 'araf'ta kalmıştır ve biz, diğer karakterlerin yaşadığı derin korkuyu sonuna kadar hissederiz!

Ancak ‘Kulyas: Lanetin Bedeli’ bu, bir dereceye kadar ilginç başlangıç sekansının ardından en bilindik yollara giriyor ve biz, çok vasat bir korku hikayesine tanık oluyoruz.

Bir de ilk defa ‘Büyü’ filminde kamera hareketleri ile gösterilen, burada ise ‘cin çarpmış’(!) biri tarafından yapılan bir ‘cin tecavüzü’ sahnesi var ki, bu sahne gerçekten ucuz ve bayağı duruyor. Sanki kurbanların hayati bir tehlike yaşamaları yeterli değilmiş eklenen bu sekans daha çok korkutmuyor, sadece filmi daha itici, daha düzeysiz, hatta daha kaba bir hale sokuyor.

Sonuç olarak ‘Kulyas’ filmi de benzerleri gibi, yerli korku sinemasının sadece konu olarak değil, biçim olarak da ne kadar sorunlu bir dönem geçirdiğinin son bir kanıtı gibi duruyor. Ne diyelim? Belki ilerde 'cin'ler tatile çıkar da biraz daha izlenebilir korku filmleri görebiliriz!