Rıza Kıraç: Filmi kimin nereye oturttuğu umrumda değil

Yönetmen Rıza Kıraç ile sinemayı konuştuk. Kıraç, "Filmi kimin nereye oturttuğu umrumda değil" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Yazar ve yönetmen Rıza Kıraç ile yönetmenliğini yaptığı ilk filmi 'Küçük Günahlar'ı, sinema okullarını ve sansürü konuştuk. Konu edebiyat ve sinema ilişkisine gelince Kıraç, “Sinema görsellikle, edebiyat sözcüklerle gerçeklik kuruyor. Bir insan hiç sanat yapmayı düşünmüyorsa bile kendi hayatını sanat eseri yapmak için okumalı!” diyor.

Rıza Kıraç kimdir?

İstanbul’da dünyaya gelmişim, mahalle mektebinden sonra İnşaat Meslek Lisesi okudum. Bir süre saçma sapan işlerde çalıştıktan sonra, önce fotoğraf, sonrasında da 9 Eylül Sinema-TV Bölümü'nde okumaya başladım. Ertesi yıl Marmara GSF’ye geçiş yaptım, mezun olduktan on yıl sonra aynı okulda yüksek lisansı tamamladım. Öğrencilik yıllarımda ve sonrasında kısa film ve belgeseller çektim.

2011 yılında senaryosunu yazıp yönettiğim Küçük Günahlar ilk ve şuana dek yönetmenliğini yaptığım tek uzun metraj film oldu. Erden Kıral’ın son filmi Gece’nin senaryosunu 2014 yılında yazdım. On beş, on altı yaşında yazmaya başladım, ilk yazımı 27 yaşımda yayımladım, bir süre dergilere, gazetelere sinema eleştirileri ve öyküler yazdım. 2000 yılında ilk romanım 'Cin Treni', geçen yıl altıncı roman 'Londra’da Hoş Cinayet' yayımlandı. Öykü ve romanların yanı sıra sinema kitapları da yazdım.

Çocukken çok film izler miydiniz?

Altı yaşına kadar evde televizyon yoktu. Film izlemek için komşuya giderdik. Ama o yıllarda Çeliktepe’de üç, Gültepe’de bir sinema vardı. 2. ve 3. vizyon filmleri izlerdik ama üç film birden gösterirdi sinemalar. Biraz büyüyünce Levent’teki Melodi Sineması’yla birlikte Beşiktaş, Şişli ve Beyoğlu’ndaki sinemalara dadanmaya başladım. Sinemaya öğleyin girer akşamüzeri çıkardık. Eve televizyon alınmasının sebebi bendim, işten dönen babam kaldırımda oturup ağladığımı görünce dayanamadı, gidip taksitle televizyon aldı. Televizyonu evde koyacak bir masa bile olmadığı için gardrobun üstüne koymuştuk bir süre. Dolayısıyla televizyonun da hakkını vermek gerekiyordu. Her hafta en az iki kez sinemaya gidiyor, televizyonda yayınlanan hiçbir filmi kaçırmıyordum. Sinema okumaya başladığımda sinema klasiklerinin birçoğunu zaten izlemiştim.

Rıza Kıraç Rıza Kıraç

İzlediğiniz ilk filmi hatırlıyor musunuz?

Hatırladığım kadarıyla sinemada izlediğim ilk film bir dini filmdi, annemin kucağında İbrahim peygamberin oğlunu kurban etmeye çalıştığı sahneyi hatırlıyorum. Bıçak çocuğu kesmiyor ama kayayı ikiye ayırıyor, böyle saçma bir şeydi. Filmin bir yerinde uyumaya başlamışım, annem ve babamla ilk ve son sinema anımdır.

Kısa film sizin için ne anlam ifade ediyor?

Sinema okumaya başladıktan sonra kısa film ve belgesel sinemayı elbette çok önemsedim. Sinema yapmak isteyen gençler için bir “özgürlük alanı”ydı. Şimdi sansür mekanizması ona da bulaştı ama hala kısa filmlerin birçok uzun metraj filmden daha yaratıcı, çarpıcı olduğunu düşünüyorum. Altı yıldan fazladır İFSAK’ta kısa film ve senaryo atölyesi çalışmaları yapıyoruz, meraklılarıyla kısa filmler çektik ve atölyeden sonra kısa film çeken öğrencilerim oldu.

“Küçük Günahlar” filmi, aklınızda ilk belirdiği zaman senaryosunu yazarken sanatsal, siyasal, kültürel ve ekonomik kaygılarınız ne oldu?

“Küçük Günahlar”ın senaryosu üzerine çok uzun bir süre çalışmıştım. Önce sadece İsmet’in hikâyesi vardı, karakterlerin psikolojileri üzerinden hikâyeyi oluşturmaya çalıştım. Defalarca en başa dönüp yeniden yazıldı senaryo, olay örgüsü karmaşıktı, zaman zaman yavan şeyler yakalıyordum senaryoda. Aslında bir dönemin ruh halini anlatmaya çalıştım, bu ne kadar ortaya çıktı o tartışılır. Filmin hikâyesinden ve anlatım biçiminden birilerinin rahatsız olacağını düşünüyordum, öyle de oldu. Ekonomik kaygıdan çok asıl yapmak istediğimi gerçekleştirme derdi vardı sanırım istediğimin ancak %70’ini filme yansıtabildim.

"FİLMİ KİMİN NEREYE OTURTTUĞU UMRUMDA DEĞİL"

Yaptığınız filmleri kategorize eder misiniz? Türk Sineması, Türkiye Sineması, Anadolu Sineması v.s. Ulusal veya bölgesel bir sinema yaptığınızı, bu uluslara ya da bölgelere ait görsel kodlar kullandığınızı düşündüğünüz olur mu?

'Küçük Günahlar'ı benim kategorize etmem saçma olur. Türkiye ve dünya sinemasının örneklerini izleyerek onlar hakkında yazarak büyüdüm. Filmi kimin nereye oturttuğu umrumda da değil. Birkaç film çekme şansı yakalayabilseydim hiçbirinin birbirine benzemediğini izleyenler görebilirdi. Nitekim çekmecede duran senaryolar da bunun kanıtı. Karmaşık ve birbiri içine geçmiş bir kültürlerden geliyoruz bu kültürün nimetlerinden yararlanmamak saçma olur. Kısa filmleri de içine katarak söylüyorum, Türkiye sinemasında son yıllarda en önemli itici güçlerden biri Kürt yönetmenler ama onlar da ideolojik olarak ve film yapma biçimleriyle birbirine benzemiyor, yani bir sinema akımı değil.

Politik sinema yaptığınızı söyleyebilir miyiz?

Politik sinema yaptığımı söylemek çok iddialı olur ama yazdığım senaryolarda ve edebiyatta elbette politika önemli bir yer tutuyor. Bir karakter yaratırken onun politik olarak hangi cenahta durduğunu sormak senaristin ve yönetmenin belki de ilk işi olmalı. Yoksa kaş yapayım derken göz çıkartırsınız.

Küçük Günahlar, Rıza Kıraç, 2011 Küçük Günahlar, Rıza Kıraç, 2011.

Güçlü bir dağıtım ağından uzakta kalarak sinema yapan bir yönetmen olarak, bir sonraki filminizi finanse etmenin ne gibi zorluklarıyla karşılaşıyorsunuz?

Kişiselleştirmeden anlatayım, çünkü benim sorunum aynı zamanda kuşağımın sorunu, benzer şeyler yaşıyoruz. En önemli sorun sansür… Filmi çektikten sonra 13 ya da 18 yaş sınırı yiyorsunuz, bunun için erotik sahneler çekmenize gerek yok.

Böyle olunca filminizi televizyonlara da satamıyorsunuz, hatta PAY-TV kanalları bile almıyor. Kültür Bakanlığı’nın desteği yeterli olmuyor, zaten artık oradan destek alamıyoruz, alsak bile bizi borçlandırmaktan başka bir işe yaramıyor. Verdikleri parayı vergi ve stopajla geri alıyorlar. Bir diğer sorun yapımcı bulamıyoruz, kendi filmimizin yapımcılığını yapmaya çalıştık, birçok arkadaş böyle çekti filmlerini. Beş yılda, altı yılda bir film çekebiliyoruz. Hâlbuki bunun süresi en fazla üç yıl olmalı… Bütün bu sorunları aştığımızda da karşımızda tekelleşmiş bir film dağıtım sistemi var, bununla mücadele etmek zorunda kalıyoruz.

Bir hikâye aklınıza geldiğinde, o hikâyenin senaryolaştırması aşamasına nasıl karar veriyorsunuz? Senaryolarınız, ne tür çalışmalarla ortaya çıkıyor?

Her zaman not alarak çalışırım. Defterim kalemim yanımdadır. Sahneleri yazarım bazen, bazen doğrudan diyalogları yazarım. Aslında hikâyeyi hemen yazmam, önce onun unuturum, sonra döner notlara yeniden bakarım, zihnim açılırsa, ilk aklıma geldiğindeki değerin üstüne çıkarsa, o hikâye üzerine çalışırım.

Yapmamız gereken önce sinopsis, sonra treatman yazmaktır, böyle de öğretiyorum ama kendim için bir senaryo yazarken bütün bu kuralları bir köşeye bırakıyorum. Şayet bir yönetmen, yapımcı senaryo istemişse elbette önce sinopsisten başlıyorum işe. Karakterler ve mekânlar üzerine düşünmek çok faydalı oluyor. Yazdığım metini unutup unutup sonra yeniden geri dönüyorum, ancak o zaman tarafsız bir gözle bakabiliyorum. Senaryo gerektirirse çeşitli okumalar yapıyorum ama ancak spesifik konularda buna başvuruyorum.

Festival filmi ya da gişe filmi ayrımı yapmak ne kadar doğru? Filmlerinizin, senaryolarını kaleme alırken bu ayrım sizin için bir anlam ifade ediyor mu?

Siz istemezseniz de daha senaryo aşamasında birçok kişi senaryonuza ya da çektikten sonra filminize gişe filmi ya da sanat filmi yaftasını yapıştırıyor. Bir yapımcı ya da yönetmen senaryo istediğinde elbette gişeyi düşünüyorum ama bunu filmin hikâyesine zarar vermeyecek bir biçimde yapmaya çalışıyorum. Bir başka sorun ise senaryonun-filmin politik olarak durduğu nokta. Sömürü sinemasından (komedi ya da dram) nefret ediyorum. Bugün gişe filmi dediğimiz birçok film ise tam da bunun üstüne oynuyor.

FİLM YAŞANILAN DÖNEMİN İZ DÜŞÜMÜDÜR

Bir yönetmen için siyasi koşullanma ve vicdan, bir sinema filminin tam olarak neresinde yer alır? Sinema toplumsal duyarlılıkları gündeme getirme açısından işlevsellik taşır mı?

Hesaplasınız da hesaplamasınız da çektiğiniz film yaşadığınız dönemin iz düşümüdür. Orada siyasi konulara da girersiniz, güncel gevezeliklere de yakalanabilirsiniz. Bazı filmler toplumun vicdanını, politik eleştiriyi öyle usturuplu yapar ki bağıran birçok filmden daha çok etkili olur. Bir adamı yemek yerken gösterip o sahneyle bütün bir politik sistemi eleştirebilirsin. Politik şartlanmalarla çekilen filmlerde insan psikolojisi çoğu kez klişelere yenik düşüyor. Bu işi kasmadan yapmak gerekiyor.

Şu an bağımsız sinemanın durumunu gerek ekonomik gerek sosyal olarak nasıl tarif edersiniz? Bağımsız sinema yapmak isteyen genç sinemacılar nasıl bir yol izlemeli?

Türkiye’de anlatılmayan o kadar çok hikâye var ki, bunları nasıl anlatırız derdine düşemedik bile, keşke derdimiz bu olsa, kısacası “koca sektöre” rağmen “yoksul sineması” yapıyoruz. Sinema yapımcısı olmayan bir ülkede çok para kazanan yapımcılarımız olabiliyor! Yönetmenler her zamanki gibi parasız, birçok senaryo çekmecede bekliyor. Bir yandan da bağımsız sinema tartışması o kadar saçma yerlere gidip geliyor ki, bir ülke sineması olması için yapımcılar olması gerçeği çoğu kez unutuluyor. Yeşilçam döneminde aklı başında filmler yapan bir iki yapımcımız bugün olsaydı başka şeyler tartışıyor olurduk.

Sinema- edebiyat ilişkisinin güçlü bir bağa sahip olduğunu düşünüyor musunuz? Sizce yönetmen ya da senarist olmak isteyen biri kimleri okumalı?

Sinema görsellikle, edebiyat sözcüklerle gerçeklik kuruyor. Bir insan hiç sanat yapmayı düşünmüyorsa bile kendi hayatını sanat eseri yapmak için okumalı! Okumaktan, yazmaktan zevk almadan bu iki işte yapılamaz. Yönetmen veya yazar adayı kendi beğenisini kendisi yaratmalı… Zorunlu okumaların yanı sıra zevk için okumalar yapmalı. Bazen kimsenin bahsetmediği bir yazardan çok şey alabiliyorsun. Edebiyatın yanı sıra felsefe ve özellikle tarih okuması gerekiyor sinemacıların. Bundan kastım “saray entrikaları” değil elbette. Ucuz işlerden, kestirme aforizmalardan, mide bulandıran duygusallıklardan uzak durması gerekiyor bence. Okumayı alışkanlık haline getiren kişiler bir süre sonra kendi yazarını buluyor zaten.

Sinema okullarında verilen sinema eğitimini yeterli buluyor musunuz?

Sinema okulları deyince ben GSF’lere bağlı Sinema-TV bölümlerini anlıyorum. 1999’dan sonra okullar merkezi sınav sistemine bağlandı ve özel yetenek sınavları kalktı. O saatten sonra kan kaybetmeye başlamıştı, birçoğu niteliksiz özel okullarla birlikte sinema eğitimi çamura battı. Son birkaç yıldır da zaten birkaç tane olan nitelikli hocalar okullardan uzaklaştırılınca GSF’ler lise düzeyine düştü. Öğrenci mezun etmek kolaydır, yaratıcı, zihni açık insan yetiştirmek zordur. Bugün bu okulların bu nitelikleri yitirdiklerini düşünüyorum ama bu o okullardan yönetmen çıkmayacağı anlamına gelmiyor. Sinema öğrencisi bugün eskiye göre kendini daha çok film setlerinde eğitmek zorunda.

Son yıllarda özellikle festivallerde baş gösteren sansür meselesine dair, sinemacıların alması gereken tavır sizce nedir?

Yıllarca önce bir röportajda, Lütfi Akad, “Türk sinemasında sansür hep vardı,” demişti. Sansür kimi zaman biraz daha sıkı, kimi zaman göreceli bir tolerans göstermiştir. Bence asıl sorun Türkiye’de “devlet”in yani iktidarı elinde bulunduran her kimse, asker, bürokrasi, siyasi iktidar sinemayı ve sinemacıyı hiçbir zaman sevmedi.

İktidarların Türkiye’ye verdiği ekonomik, kültürel, sosyal ve insani zararları ilk ifşa eden, geniş kitlelerde tepki oluşturan en önemli gücün sinema olduğunun onlar da farkında. Örneğin, AKP yıllardır kendi sinemacısını, edebiyatçısını oluşturmaya çalışıyor. Ama AKP kendi edebiyatçısını ve sinemacısını sevmiyor. Çünkü böyle bir dertleri yok. Uzun zamandır sinema yasasını çıkartacaklarını söyleyip duruyorlar, bence o yasa çıkarsa bugünleri dahi arayacağız. Şimdi keyfi nedenlerle, uydurma gerekçelerle filmler yasaklanıyor. Öyle bir sinema yasası çıkartacaklar ki siz daha bilgisayar başına oturmadan sansüre teslim olacaksınız.

Bütün yasaklara rağmen film çekiyorsak bundan daha iyisini de yapabiliriz. Sansür sinemacıya vız gelir, her koşulda film üretebiliriz. Tek kusurumuz yeterince güçlü kolektifler oluşturamamış olmamız ve yönetmenlerin birbirini hep rakip olarak görmesi… Bu rekabet elimizi zayıflatıyor, sinemayı festival ödüllerine ya da devlet desteğine teslim etmemek gerekiyor.