YAZARLAR

Sihirli formül

Metro girişinde, tam kartı gösterip turnikeden geçeceğim, güvenlikçi yanıma sokuldu: “Beyefendi, HES kodunuz var, di mi?” diye sordu. “HES’le mesle uğraşamam, şehitlerimiz var,” dedim. Şaşırdı kaldı. O arada turnikeden geçtim, ama peşimi bırakmadı. “Beyefendi,” diye tekrar lafa girecek oldu. “Sen teröristlere mi arka çıkıyorsun?” dedim korkutucu bir sükûnetle.

Apartmandakilere çok borcum birikti, bu yüzden kimseye görünmeden girip çıkmaya çalışıyorum. Ancak ne yapsan kurtaramıyorsun, illâ biri denk geliyor. Söz açmalarına fırsat vermeden dışarı süzülmeyi bir müddet becerdim. Bazen kapı aralığında, kat sahanlığında karşılaşılıyor, yol vermek, geri çekilmek falan gerekiyor, o zaman mecburen selamlaşılıyor, bir çift laf etmek icap ediyor. Hemen, ikimizin de kenara bırakıp borçla harçla meşgûl olamayacağı önemde bir felaket haberi veya ülkemize, devletimize yapılan düşmanlıklarla ilgili bir son dakika gelişmesi bulup sürüyorum ortaya. “Ne ayıp, değil mi?” diye giriyorum söze, yüzeyden süzülüp uzaklaşabilme şansı görürsem. Kaçış tünelini daha derinden kazmak gerekirse, “Büyük hainlik!” diye baş sallıyorum. Süslemek gerekirse, “Çekemiyorlar işte,” diye giriyorum, bir yere çıkmaksızın. “Karıştırmak istiyorlar.” Hayattan bezmiş iki numarayla karşılaşmışsam fahiş içki fiyatlarından dem vuruyorum, bilgisayar oyunu manyağı yedi numarayı elektrik zamlarıyla kışkırtıyorum, mümin beş numarayı, “Camiye virüs atmışlar, kırk kişi birden hastanelik olmuş,” haberiyle yerine mıhlıyorum. Virüsü atan Almanya veya ABD oluyor. Devletler arası ilişkiler ve dünyaya yön veren komplolarla ilgilenmeyen dokuz numaradakiyle, “Hükümet de ne yapsın, insanımız laftan anlamıyor,” makamından -maskemi göstererek- dertleşiyor, “Adam olmayız,” diye söylenerek tutuyorum kapının yolunu. Hep dışarı çıkmaya dikkat ediyorum. Aşağıdan gelmişsem bile tekrar iniyorum. Bunun şaşırtıcı etkisi oluyor, sıvışmak dışında da işe yarıyor.

Dört numaradakilerin babası tekerlekli sandalyede. Çok da yaşlı değil, ama bir hastalığı var işte, yürüyemiyor adam. Sormuyorum ki, fazla yakınlık olmasın, sorumluluk doğmasın. Kör talih, tam kimseye gözükmeden çıkıyorum derken kapıları açıldı, kadın babasını çıkarıyor. Girişteki beş-on basamağı indirmesi lazım. Açık ki, yardım teklif etmem gerekiyordu. Şöyle bir baktım, bir sonraki apartman toplantısı hemen gözümün önünde canlandı. Kadın bana arka çıksa hiç fena olmazdı. Hemen atıldım, tekerlekli sandalyenin tutamaklarına yapıştım. Kadın, “Sağolun, ben usûlünü öğrendim artık, indiririm,” dedi. Adam da, “Rahatsız olmayın, kızım indirir,” diye mırıldandı. Fakat ben bu eylemimden puan veya puanlarla dönebileceğimi akıl etmiştim bir defa, bırakamazdım.

Kadına tutamakları bıraktırıp, başkalarıyla da karşılaşmadan bir an önce işi bitirmek için hamle ettim. Hal ve hareketimi kadının hoyratlığıma değil yardım etme telaşıma yormasını umarak arabayı itmeye başladım. İlk birkaç basamakta adam azıcık sarsıldı, ama iyi kötü iniyorduk. Ortak mülk olan tavanarasına elkoyma fikrimi açmak için şartları uygun görerek, arabayı elimden almasın diye arkada bıraktığım ve geçişine izin vermediğim kadına döndüm, “Biliyorsunuz,” dedim, “o tavanarası leş gibi öyle…” Kadının şaşırdığını fark ettim, ama bu kadarcık laf için gözlerinin açılışı, kaşlarının kalkışı bana aşırı tepki gibi göründü. Hele iç çekmeyle çığlık karışımı o sesi çıkarması pek tuhaftı.

Arabanın ön tekerleklerinden birinin trabzan demirlerine takılıp sertçe kurtulduğunu, adım atayım derken arkalığa vurduğum diz darbesinin arabayı merdivende önce yan çevirdiğini, sonra ona yokuş aşağı mükemmel ivme kazandırdığını, takılıp tökezlediğim için tutamakları bırakmış olduğumu, bir elimle trabzana tutunup öbürüyle basamağa yumuşak iniş için fren yaptığımı fark ettim. İş işten geçtikten sonra. Düşmemeyi başarıp doğrulmuştum. Adam ve araba, kalan birkaç basamaktan sarsıla sarsıla inmiş, apartmanın camlı kapısına çarpmışlardı, cam kırılmıştı, adamın eli kanıyordu, yüzünde de biraz kan vardı. Müthiş şaşkınlıkla bakışlarını cam kırıklarında, kapıda, elinde gezdiriyordu. Kadının yüzüne son ana kadar bakmadığım için o sıradaki ifadesini göremedim. “Babacım, babacım!” diye fısıldıyor, mırıldıyor, sesi zor duyuluyordu.

Zamanlama hissim çok kuvvetlidir. Tehlikeyi ve fırsatı koklamakta vahşi hayvan gibiyimdir. Gerçi onlar bizim gibi bilinçli değil ama işte öyle… Ya derhal ya asla, dedim içimden. Ve arabayı geri çekip kadını az itip aralarından geçerek kendimi sokağa attım. Döndüm, kadın usulca ayağa kalktı; yüzüne hâlâ bakmıyordum. Karşı apartmana asılı bayrak gözüme ilişti. Onu işaret ederek, “Hainler,” dedim. “Yine şehit ettiler.” Kadın babasının kanayan elini avcuna almış, başını kaldırmış bana bakıyordu. Ama nasıl donuk, nasıl beş-son saniye öncesinde kalmış, zamanın ilerleyişini takip edemeyen bir bakış!.. “Bundan sonra böyle,” dedim, “ya milletten yanayız ya melanetten.” Yürüyüp gittim. Beni göremeyecekleri şekilde, kaldırımdan, bizim sıradaki binalara yanaşarak. O laf tam öyle değildi, onu düşünüyordum.

Bakkala da borcum çoktu. Girdim. Beni gördüğüne pek memnun olmamış gibiydi. “Selamınaleyküm,” dedim, “aleykümselam”ı usûlen mırıldandı. Ufak market gibidir, bizim bakkal, raflardan seçer alırsın alacağını. En son, iki paket çukulatayı da aldıklarımın yanına, tezgâha koyarken, “Görüyorsun, di mi?” diye açtım lafı. “Neyi?” Baş sallayarak sordu. “Hainler,” dedim. Huzursuzca kıpırdandı. Dikkatini başka yere toplamışken, “Poşet,” dedim. Çıkardı, aldıklarımı içine koymaya başladı, son derece hoşnutsuz tavırla. “Şehit etmişler,” dedim. Poşeti kaldırdı, bana tam uzatmadan, ikimizin arasında havada tutarak, “Abi,” dedi. “Kahrolsun PKK!” diye haykırdım. Poşeti kapıp çıktım.

Metro girişinde, tam kartı gösterip turnikeden geçeceğim, güvenlikçi yanıma sokuldu: “Beyefendi, HES kodunuz var, di mi?” diye sordu. “HES’le mesle uğraşamam, şehitlerimiz var,” dedim. Şaşırdı kaldı. O arada turnikeden geçtim, ama peşimi bırakmadı. “Beyefendi,” diye tekrar lafa girecek oldu. “Sen teröristlere mi arka çıkıyorsun?” dedim korkutucu bir sükûnetle. Bir adım geri attı. “Hah!” dedim, onu utandırmamak için başkalarına duyurmak istemediğimi belli ederek. “Şimdi tekrarla bakayım: Kahrolsun PKK!” Sarsılmış halini görünce acımaya benzer bir his dolaştı içimde. “Peki,” dedim, “içinden tekrarlarsın.”

Çıkışta Türk bayraklı rozet satıyordu adam, iki tane aldım. Birini yakama takarken, “Keşke bakkala gitmeden alıp taksaydım,” diye geçirdim içimden. Bakkalın, ben poşeti çekiverince havada kalan eli hâlâ gözümün önündeydi. Yarın öbürgün o el münasebetsiz bir yere inmesin mazallah!..

Apartmana döndüğümde, aksilik bu ya, tam üç kişiyle peşpeşe karşılaştım. Hepsinin yanından, yüzlerine dik dik bakarak, “Kahrolsun PKK!” diye söylenerek geçtim. Kimsede borç harç hatırlayacak hal kalmamıştı. Sadece yedi numaradaki adam laf açacak gibi oldu, ona da hiddetle, “Ya melunsun ya mezun, ya hainsin ya main!” dedim, basamakları ikişer ikişer çıktım. Bu defa dönüp tekrar aşağı inemezdim, çünkü hem merdivende başkaları vardı hem de hava soğuktu. Laf tam böyle değildi galiba, ama böyle de söylesen herkesin mükemmelen anladığından eminim.

Ev de soğuktu. Karıma “doğalgazı yatıracağım” demiş, parayı çarçur etmiştim, kesmişlerdi, o da kızıp ablasına gitmişti. Gelseydi de yiyecek birşeyler uydursaydı. Arayıp, “Gördün mü teröristlerin yaptığını…” diye giriştim, umursamayıp, “Ne var?” diye sordu. “Bundan sonra ya hıyanet ya hidayet,” dedim. “İyi,” dedi. “Seccade var dolabın üstünde. Bayrak da alt çekmecede.” Telefonu yüzüme kapattı. “Kahrolsun PKK!” deyip pencereye yürüdüm. Kollarımı ovuşturarak. Soğuk. Kar atıştırmaya başlamıştı. Keşke yatırsaydım parayı. Bu soğukta milleti doğalgazsız bırakan iç düşmanlar kahrolsun! “Kahrolsun!”u bu defa haykırmadan, hidayet tarafını seçmiş insanın iç huzuruyla söyledim, arabaların birazdan beyazlaşmaya başlayacak kaportalarını hidayetin sükûnete kavuşturduğu bakışlarımla tararken. Başım da ağrımaya başlamıştı. “Kahrolsun PKK!” diye tekrarlamaya koyuldum içimden. Niye aspirine para vereyim ki bu darlıkta?