Serkan Gülpınar 'Zerban'ı anlattı: Tütün öykülerin kaderi...

Serkan Gülpınar'la Holden Kitap tarafından yayımlanan öykü kitabı 'Zerban'ı konuştuk. Gülpınar, "Hasan’ın anlatacakları henüz bitmedi" dedi.

Google Haberlere Abone ol

Nevra Nergiz

DUVAR - Yazar Serkan Gülpınar'ın ilk öykü kitabı 'Zerban', Holden Kitap tarafından yayımlandı. Yaktığı her sigarada yarasına koşan, travmalarla bezeli çocukluğunu hatırladıkça içini deşip kanatan Hasan’ın 'Zerban' efsanesi etrafında çırpınan anılarında; gerçekle düş, sevgiyle nefret, umutla çaresizlik kol kola giriyor.

Birbirine yaslanan 12 geçişken öyküden oluşan kitabını bellek, duygusal miraslar ve mistisizm temalarını seven okurlara armağan eden Gülpınar ile kitabını konuştuk.

Kasedi sona sararak başlamak istiyorum: Efsanevi 'Zerban' hikâyesi ile başlayacağım. Kitabın son bölümünde anlatılan, etkileyici bir mitoloji bu. Peki, karakterimiz Hasan için de 'Zerban' yalnızca bir efsane mi? Yoksa çok daha fazlası mı?

Bu soruyu bekliyordum aslında ama biraz daha ileride. Öte yandan Zerban, esas hikâyesine dek anlatılagelen tüm öykülerde beliriverdiği için ilkin anlatıcı konumundaki Hasan’a Zerban’ın ne ifade ettiğiyle ilgili soruyu yanıtlamam gerekeceğini tahmin ediyordum doğrusu.

Zerban, esasında koca bir kayanın dibinden usul usul süzülen bir su kaynağı. Ne var ki kasabalı için bundan çok daha öte bir anlamı var bu su kaynağının. Gök mavisi gözleri, güneş sarısı saçlarıyla bastığı yerlerde yaşam, baktığı yerlerde güzellik yaratan bir kızın, Zerban’ın, kirlenmemek için Tanrı’ya yakarıp kendisini çağıl çağıl akan bir suya dönüştürmesini dilediği mistik bir göze… Her sonbahar, adına kurbanlar kesilir, başında yalan söyleyenin heba olacağına inanıldığı için adı anılarak yeminler edilir. Bir başka deyişle doğrunun, gerçeğin, saflığın mekânıdır Zerban.

Annesinin, elinden sıkıca kavrayıp Zerban’a götürdüğü Hasan için de, o vakitler belki efsanevi, mistik ya da kutsal bir yerdir. Ancak sonrasında bundan da çok daha fazlası tabii. Zerban’da yaşanan onca trajediyi annesinden, dayısından, teyzesinden dinleyerek aktarır Hasan. Dolayısıyla tanığı olmadığı acılar değildir kendisi için Zerban’ı daha anlamlı kılan. Hasan için Zerban demek, annesi demek her şeyden önce. Çocukken, evde yaşananlardan annesiyle beraber kaçıp kaçıp adeta sığındıkları, birbirlerinin yaralarını sardıkları esas evleridir çünkü Zerban. Her şeyi unuttukları, sevgilerini birbirlerine gösterebildikleri tek yer.

'HASAN'IN ANLATACAKLARI HENÜZ BİTMEDİ'

Hasan’ın hayatının önemli bir bölümünden detaylı öyküler dinliyoruz 'Zerban'da ve büyük izler bırakan, travmatik hikâyeler bunlar. Ancak buna rağmen Hasan’dan, olanların onun üzerindeki tezahürlerinden az malumatımız oluyor. Hasan için tek bir sıfat kullanmam gerekse, ona tereddütsüz “ketum” derdim. Neler oluyor Hasan’ın içinde sahi?

Çok haklısınız, bahsi geçen hikâyelere dair Hasan’ın yaklaşımı çok ketumca. Onca acı şeyi anlatıp ya da aktarıp duruyor ancak bir ikisi dışında bunlara dair duyguları pek de anlaşılmıyor. Olan biteni çok önceden duyduğu, dinlediği için belki de. Seneler sonra doğduğu kasabaya dönen Hasan’ın aktardıklarının küçük bir kısmı, onu bir miktar şaşırtsa da bu şaşkınlık çarçabuk yerini kabule bırakıyor. Bu ketum tutumu, Hasan’ın iki öyküde satır aralarına serpiştirdiğim, son öyküdeyse görünür kılmaya çalıştığım derdiyle ilgili de olabilir. Bir de, bir türlü kapanmak bilmeyen avlu kapısı yüzünden muhakkak.

“Unutmak” arzusuyla geldiği kasabasında, unutmayı çok istediği ancak hatırından çıkarmaya gücünün bir türlü yetmediği çocukluğu da üzerine karabasan gibi çöküyor üstelik. Ancak “ketum” yerli yerinde bir sıfat onu nitelemek için. Bu kitap için en azından. Hasan’ın anlatacakları henüz bitmedi çünkü.

Avludan bahsetmişken hemen sorayım: Hasan, içindeki o avlu kapısından geçip çocukluğuna gittiğinde orada ne buluyor?

Son romanı 'Kara Sis'te anlatıcısına, “İnsan yaşlandıkça yarasına koşuyormuş” cümlesini söyletir Kemal Varol. Tabii Hasan, henüz o romandaki anlatıcı kadar yaşlı değil. Biyolojik olarak değil en azından. Ancak ruhu çok yaşlı Hasan’ın. Yarasına son sürat koşacak kadar hem de.

Hasan’ın içindeki ve de kapısı bir türlü kapanmayan o avluda, koşup koşup yoruldukça soluklandığı, ardından gene koşmaya başladığı yaraları var elbette. Her şeyden evvel, annesi var. Onun iç çekişleri, pirinç ayıkladığı sırada denk geldiği kapkara taşa dalıp gitmeleri, uykusunda inlemeleri… Babası da var muhakkak. Babasının; suskunluğunda bıyığını çekiştirirken, sarhoşluğundaysa bağırırken devleşen burnunun hemen kenarındaki koca ben var mesela. Yerle göğü inletircesine savrulan küfürler, duvardan duvara fırlatılan annesinin cam bir bardak gibi parçalanışı, minicik yanaklarına art arda inen tokatlar, yatağa koşup yorganı başına çekişi var.

Meryem var bir de. Kokusu, kibritleri, rengarenk entarisi, kasıklarını yumruklayışı var.

'İNSAN EVLADININ EN BÜYÜK ARZUSU SONSUZA DEK YAŞAMAK'

Kitap, okuru hafıza ve bellek üzerine düşündürtecek pek çok metaforla bezeli. Bir yönüyle aslında toplumsal hafızaya da atıflar var. Modernitenin unutturucu bir tabiatı olduğunu da varsayarsak, bu öyküler sizce unutmak üzerine mi, yoksa hatırlamak mı?

'Gılgamış'tan başlayacak olursak, insan evladının en büyük arzusu sonsuza dek yaşamak galiba. Yüz küsur yaşında hayata gözlerini yuman dedemin, ölümünden hepi topu üç ay kadar önce gözlerimin içine bakarak kurduğu “İnsan epey ihtiyarlıyor oğul ama gönlü genç kalıyor” cümlesi de, destandaki ölümsüzlük arayışını teyit ediyor sanki. Benim böyle bir isteğim yok gerçi. Şimdilik en azından. Böyle bir arzumun içimde bir yerlerde gizlenip gizlenmediğini anlayabilmem için bu dünyada, iki ya da üç on yıl daha vakit geçirmem gerekecek. Bu opsiyonu da tanıyorum kendime.

“Ölmemek” arzusu en büyüğüyse, ikincisi “unutmak” bana kalırsa insan evladının. Hatırlamayı istemediğimiz onca şey var ki her birimizin yaşamında, en umulmadık zamanlarda gün yüzüne çıkıp perperişan ediyor bizi. Dolayısıyla, kimse bir şeyi unutmuyor bence. Unutmaya çabalıyor sadece, zihnindeki halının altına süpürüyor orada burada ne varsa. Böyle olunca da unuttum sanıyor kendince. Öte taraftan, ‘hayatımız’ dediğimiz şey; günü kurtarmaya dönük politik nutukların, modern yaşamın, dönüşen tüketim alışkanlıklarımızın ve de sosyal medya mecralarının bizlere neredeyse emrettiği ancak üflesen yıkılacak denli kırılgan bir şeye evrildi evrilecek. Bu, unutmayı olmasa da galiba hatırlamak istemediğimiz onca şeyi, demin zihnimizdeki halı dediğim o halının altına daha çabuk atmamıza yol açıyor sanki. Bilemiyorum yine de.

Kitapta, başta Hasan olmak üzere, hikâyelerini dinlediğimiz tüm karakterlerin de ‘unutamama’ derdinden muzdarip olduğunu söyleyebilirim. Herkesin, tıpkı Zerban’ın kapkara entarisi gibi anıları, sırları var kasabada. Hasan’ın yatalak annesinin bile, o karmakarışık aklıyla onca ayrıntıyı unutması pek mümkün olmadığına göre, galiba hatırlamak üzerine kitap.

Pek çok ölüm sahnesiyle de karşılaşıyoruz öykülerde. Ana karakter Hasan, ölümün eylemsizliği ve hareket edememe haliyle yüzleştiğinde çok ufak yaşlarda. Bu ona, "Hiçbir yere bağlanma, sürekli hareket et, yoksa ölürsün" hissi mi veriyor? Hatta şöyle de sorabilirim belki: Hasan’ın yaşadıkları çocukluğunun kefareti mi?

Bana kalırsa, Hasan’ın bırakın bir yerlere gitmeyi, kıpırdamaya bile mecali yok. Kibrit adlı ilk öyküde çocukken tanık olduğu ölüm esnasında nasıl donakalmışsa hâlâ da öyle. Kül’de, annesi ve amcası onu kente götürme konusunu tartışırlarken Hasan yorganını burnuna dek çekmiş, tavandaki yamuk yumuk kütüklere bakarak dinler onları. Sonra da “Gitmek istemiyordum. Hiçbir yere” der mesela. Karacaoğlan’ın deyişiyle söyleyecek olursam, yalan dünyaya çıkışamayacak denli kıpırtısızdır Hasan.

Ölümden o da korkuyor elbette. Ancak bu korku, onun harekete geçmesini sağlıyor diyemem. Olsa olsa sürükleniyor bir yerden bir yere. Çocukluğunda annesi peşinden sürükleyip nasıl Zerban’a götürürüyorsa, yetişkinliğinde de Kahveci Adnan’ın, dayısının, teyzesinin yahut bir başkasının peşi sıra sürüklenip kımıldayabiliyor ancak. Kımıldayınca da onlardan dinlediği ya da onlarlayken hatırladığı hikâyeleri anlatıyor bize güç bela.

Tüm bunları, Hasan’ın çocukluğunun kefareti olarak mı görmeliyiz bilemiyorum ama Hasan kitap boyunca zaman zaman içini kanatıp duruyor diyebiliriz. Diğer taraftan, evet, kitapta pek çok ölüm var. Üstelik kasabalıların da bu ölümlerin çoğuna yaklaşımları hususunda Hasan’dan pek farkı yok. Tıpkı Hasan gibi her ölümde, üstelik sadece ölüm karşısında da değil, her durumda taş kesiliyorlar. Nemrut’taki heykeller gibi…

Zerban, Serkan Gülpınar, 112 syf., Holden Kitap, 2021.

Öyküleri okurken zihnimde, kısa metrajlı filmler oynadı sanki. Burnuma anason kokuları geldi, bir yerden kibrit çaktı, toprak evin hezanları üstüme üstüme devrildi, sigara dumanından genzim yandı… Karakterlerin zenginliği ve gerçekliği de eklenince o filmleri net bir şekilde hayal edebildim. Bu, yazar olarak bilinçli tercihiniz miydi? Okura bunu yaşatmayı planlamış mıydınız?

Bu dediklerinizi yapmayı becerebilmişsem ne mutlu bana. Evet, öyle olsun istedim. Bana olan biteni uzun uzadıya anlatan değil de gösteren metinleri okumayı daha fazla seviyorum ben çünkü. Çok kişisel bir şey bu elbette. Tıpkı yazma deneyimi gibi. Herkes, bu tarz metinleri okumaktan zevk duyar yahut bu tarz şeyler yazmakla hazza ulaşır demeye çalışmıyorum. Haddim değil benim.

Bir kere, kısa ya da uzun metrajlı fark etmeksizin film izlemeye bayılıyorum ben. Gözlerimi hayran hayran beyazperdeye ya da televizyonun ekranına diktiğimde, sinemanın hikâye anlatımını kıskanmıyor da değilim zaman zaman. Söz konusu sahne her neyse o anda, bunu sözcüklerle acaba nasıl dile getirebilirim demekten kendimi alamıyorum ne yalan söyleyeyim. Sonrasında, bir de sinema denilen sanatta her bir saniyeyi öyküye uyarlayıp kelime, bazen de cümle sayısı olarak görüyorum. Gereksiz yere yazdığım bir kelime ya da bir cümleye denk gelmişsem yazdıklarımda, azarlıyorum kendimi.

Lafı uzatmayayım, sonuçta izlediklerim yahut okuduklarımdan aldığım hazzın çokluğu ve belki de azlığı beni böyle yazmaya itmiş olabilir.

'TÜTÜN, ÖYKÜLERİN İNŞA EDİLDİĞİ COĞRAFYANIN KADERİ'

Sigara konusuna ayrıca değinmek istiyorum. Bu öykülerde sigara tasvirine torpil geçilmiş. Mutlaka bir sebebi olmalı? Hem size hem de Hasan’a ne ifade ediyor sigara?

Bu hususta öncelikle kendimden başlayayım. On altı yaşımdan bu yana sigara içiyorum. Bu da sigarayla ilişkimizin yirmi beş yıldır sürdüğüne işaret ediyor. Çeyrek asır… Evet, pek övünülecek bir şey değil bu tabii. Çeyrek yüzyıl boyunca her gün onlarca kez intihar girişiminde bulunmak demek çünkü. İki kez ara verdim içmeye. İkisinde de sol elimin parmaklarından ikisini yitirmiş gibi hissettiğimi düşündüm şimdi. Bu soruyu sormasaydınız, yitirdiğim parmaklarımın genellikle sol elime ait olduğunun farkına varmayabilirdim. Sağ elimi, çoğunlukla çay bardağı yahut kahve fincanını tutmak için kullanıyormuşum çünkü. Şu an hayatımda bulunan tüm insanlardan daha fazla vakti, sigarayla bölüştüğümü söyleyip kendimden uzaklaşayım artık.

Sigaraya; daha doğrusu tütüne, tütün tabakalarına, iplik iplik tütünün serildiği Arap kâğıtlarına dair her öyküde epey sahne var kitapta. Tekrara düşmüş olmak ya da bunaltıya neden olmak gibi bir kaygıya kapıldım muhakkak yazarken. Ne var ki, kendimi de alamadım. Tütün, öykülerin inşa edildiği coğrafyanın kaderi çünkü. Geçimlerini onunla sağlamalarının yanında yaşam biçimlerini şekillendiren de bir şey. Bir cenaze varsa mesela bir evde, taziyeye gelenlere kaçak çayın yanında sarma sigaralar da uzatılırdı önceleri. Birkaç genç onlarca sigarayı sarar, hazır ederdi. Ayrıca genç yaşlı fark etmeksizin kadınların kuşaklarında, erkeklerin şalvarlarının ceplerinde mutlaka işlemeli bir tabakası vardır ve iş güç dışında yapabildikleri şey o tabakanın kapağını açıp sigara sarmak. Çocuklar da dahil buna. Uçsuz bucaksız tarlalar tütünle kaplı olduğuna göre ulaşılabilme kolaylığı var ne de olsa.

Hasan içinse, galiba içini deşip kanatmak amacıyla kullandığı bir bıçak. Ne zaman bir sigara yaksa “yarasına koşuyor” çoğu zaman ya da tam tersi oluyor.

'Zerban'daki öykülerin politik bir yönü de var sanki. Politik öykü diye tanımlamak zorlama olur elbette ama suya sabuna layıkıyla dokunmuşsunuz diyebilirim belki. Hikâyeleri daha da çarpıcı yapan bu olabilir mi?

Olabilir, bilemiyorum. Ancak şunu rahatlıkla ifade edebilirim: Ülkemizde, hele ki öykülerin geçtiği coğrafyada politika dediğimiz şey geçmişten günümüze dek çoğu zaman bir mengene olarak kullanılıyor. Başında duran kim/kimlerse artık o sırada, mengeneyi, arasına aldıklarını bazen ancak soluk almasına yetecek denli gevşetirken çoğu zaman kemiklerini çatırdatana dek sıkıyor. Zaman zaman da un ufak ediyor elbette.

'Zerban'da askerlerce yaşatılan şiddet, başka bir inanca, başka bir dile tahammülsüz politik anlayışın tezahürü örneğin. Baldırlarına dek suyun içinde dizilen çırılçıplak erkekler mengene tarafından un ufak edildiler. Yaşadıklarından sonra nasıl yeniden eskisi gibi olabilirler ki?

Kızının dağa çıkmasından sonra ve daha sonrasında Mecnun, gerçek anlamıyla mecnuna dönüşünce, eskisi gibi gidip bakkal dükkânın köceğini açacak gücü bulabilir mi kendinde? Sait Dayı içindeki pişmanlık ve kapı komşusuna yaşattıkları için duyduğu suçluluk yüzünden eskisi gibi yaşayabilir mi? Hasan, henüz başına neler geldiğini bilmesek de bu kitapta, Ulucanlar’daki yıllarından sonra daha da ketumlaşmaz mı?

Şunu demek istiyorum: Politik kararlar, bu kararların uygulanış biçimi ve bunun sonuçları çok trajik ve iyileşemeyen yaralar açar halkın yaşamında ve belleğinde. Bu bellekte yer edinenleri de unutmamak, unutturmamak gerek diye düşünüyorum. Ben bunu, kurgulayarak hatırda tutmaya/tutturmaya çalışıyorum diyebilirim. Fakat hikâyeler bu yüzden mi çarpıcı, bilemiyorum. Ama ben çarpıcı olsun diye yazmadım onları, anlatmam gerektiğine inandığım ve de belki atmosfer ve karakterlerin bunaltıcılığının nedenlerini imlemek için.

'TANIMAYI, GÖRDÜKLERİMİZLE SINIRLANDIRIYORUZ'

Yakınlarımızı, çevremizi aslında yeterince tanımıyor olabilir miyiz? Merdan, Mecnun, Şehriban, Güzel Dede, Medine ve tüm diğerleri… Hepsinin kesişen ama bir yandan da başka başka ağır hikâyeleri var. İnsanların çektiği acıları, hezeyanları, sırları deşmek mi sağlıyor onları gerçekten tanımamızı? Yani bir nevi onları tüketerek mi ulaşıyoruz bu amaca?

Tanımıyoruz kuşkusuz. Ben tanımadığımızı düşünüyorum ya da. Tanımak dediğimiz şeyi, gördüklerimizle sınırlandırıyoruz çünkü. Göremediklerimizi de arzularımızla, tahminlerimizle, kuşkularımızla, paranoyalarımızla tamamlıyoruz. Sonra da tüm bunları bir araya getirip etrafımızdakileri, en azından bize en yakın olan insanları, yanı başımızdakileri çok iyi tanıdığımızı iddia ediyoruz bence. Bana kalırsa, bu kadar kolay bir şey olamaz birini tanımak. Hele ki kendimizi yeterince tanımak çok güçken, bir başkasını tanıdığımızı ileri sürmek pek mümkün görünmüyor.

Zerban’ın entarisi gibi kapkara sırlarımız var hepimizin bir kere. Tıpkı 'Zerban'daki kasabanın insanları gibi. Öte yandan, evet, sırlara vakıf oldukça insanın içindeki karanlık, bilinmez ve dipsiz kuyuya inmeye başlarız. Ancak dipsiz olduğu için o kuyu, yere basmamızın mümkünatı yok bence. İpimiz ne kadar uzunsa oraya kadar inebiliriz ancak. Ama dibe dek varabileceğimizi düşünmüyorum. Tabii kuyuya inerken düşmemek için tırnaklarımızla tutunmaya çalışır, kanatırız hep. Hem tırnaklarımızı hem de kuyunun taş duvarlarını...

Otobiyogrofik öğeler barındıran ilk kitaplara aşinayız. Bir parça özgeçmişinizi incelediğimizde Zerban'ın sizi de bolca etkilediği hissiyatına kapılıyorum. Ne dersiniz bu konuda? Ve bir başka soruyla da bağlayacağım. 'Zerban'ın bir klibi olsaydı, fonda hangi Arguvan türküsü çalardı sizce?

Babam on bir, on iki yaşlarındayken, otlattığı koyun ve kuzuları bir başına bırakarak elektrik direkleriyle yüklü bir kamyonun kasasına atlayıp kasabadan kaçtığı için ben kentte doğup büyüdüm. Babamın kasabaya sığamayarak kaçışının da bir hikâyeye ihtiyacı vardır muhakkak, yazarım belki. Dolayısıyla kasabanın ve Zerban’ın üzerimdeki etkisi, dinlediklerimle ve birkaç sömestr ile yaz tatili için gittiğim hepi topu ikişer ayla sınırlı biraz. Ne var ki, “gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor” elbette. Oncacık zamanda Zerban’a ilişkin dinlediklerim, kana kana suyundan içmelerim, buz gibi göletinde kuzenlerimle çimmelerimiz epeyce yer etmiş olmalı bende.

Türkülere geçecek olursak… Müzik dinlemeyi çok seviyorum. Birkaç türünü dışarıda bırakarak tabii. Fakat, türküleri apayrı bir yere koyduğumu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Bunun birçok sebebi var mutlaka. Biri; benim için en önemlisi belki de, her türkünün birer hikâye anlatıyor oluşu mesela. Her türkünün gerçek bir hikâyesi var demeye çalışmıyorum. Vardır da belki. Birçoğunun var örneğin. Demeye çalıştığım, onları en sade haliyle yazılmış birer hikâye diye dinlediğim. Üstüne üstlük bağlamanın ve seslendirenin sesi de içliyse değmeyin keyfime. Bazen, bir iki dizeden yola çıkarak onlardan bir hikâye yarattığım da olmuyor değil. Sözgelimi, bir Arguvan türküsünün “Yar yanında nazlı idim/ El kahrını çekemedim” dizelerinden güzel bir öykü yazılmaz mı?

'Zerban' bir klip olsaydı ve binlerce Arguvan türküsünden birini seçmek de bana bırakılsaydı, ilkin elim ayağıma dolaşırdı sanırım. Üstelik, her öykü için ayrı ayrı onlarca türkü dolaşırken dilimde… Seçmek çok güç olsa da; galiba fonda, Muharrem Temiz’in, babası Seyit Meftûni’ye ait “Garip Gönlüm” türküsü olurdu olsa olsa.

Biraz da sizden bahsedelim. Yazarlık serüveniniz nasıl başladı? Bu yolculukta hangi yazarlar, hangi kitaplar yol gösterici oldu size?

Lise yıllarımın sonuna dek tek kelime dâhi yazmadım ben. Dek dediğime bakmayın, son sınıftayken de yazdığım tek bir öykü yok. O yıl eşantiyon olarak dağıtılan bir ajandaya sahip oldum sadece. Şiirler biriktirmeye başladım ona. Benim olanlar değil tabii. Zaten hiç olmadı. Bugün de yok. Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Attila İlhan, Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut Uyar’ınkiler. Sadece şiirler de yoktu o ajanda da. Gazetelerden, dergilerden kesip yapıştırdığım, o zamanki kendimin sanatsal zevklerine dair fotoğraflar, resimler, karikatürler… Bir sığınak gibiydi şimdilerde nerede olduğunu bilmediğim o ajanda. O yıl daha zengin bir sığınak da keşfetmiştim: Kitaplar. Özellikle roman ve öykü kitapları.

Sonuçta, yazmaktan müthiş bir haz alsam da, yazmadığımda kendimi bir miktar huzursuz hissetsem de, hatta hayatımın geri kalanının büyük çoğunluğunu buna ayırma arzusu duysam da, “Yazmasaydım delirirdim!” gibi bir şey hissetmedim hiç. Yazmasam şimdi de delirmem galiba. Ancak anlatmam gereken şeyler olduğunu onca yıldır hissediyordum içimde bir yerlerde. Yanılmamışım.

Taa 'Decameron' ve 'Don Quijote'den başlayarak bana yol gösteren o kadar çok öykü kitabı ve roman var ki birini söylesem anmadığım diğerine ayıp etmişim gibi hissedebilirim kendimi.

Klasik yazar sorularından biridir ama ilham verdiği kesin, o yüzden: Nasıl çalışıyorsunuz? Rutin alışkanlıklarınız, olmazsa olmazlarınız, belli bir çalışma biçiminiz var mı?

İstanbul’da bir okulda öğretmenim ben. Dolayısıyla mesleki sorumluluklarım var ve buna epeyce vakit ayırmam gerekiyor. Pandemide mesai kavramı da neredeyse tüm günü kapsayacak bir şeye evrildi. Sözün özü, son bir yıldır yazmaya ayırdığım süre hatırı sayılır miktarda kısaldı. Her gün düzenli bir biçimde yazamıyorum çok uzun zamandır. Ama rutinlerim var elbette. Mesela geceleri daha fazla yoğunlaşarak yazabildiğimi fark etmiştim yıllar önce. Hâlâ öyle. 'Zerban'daki tüm öyküler de gecelerin ürünü.

Bir diğer rutinim ise elbette sigara. Klavyenin başındayken değil ama. Tıkandığımda bir çözüm yolu bulmak, yazdıklarımı beğenmeyip sildiğimde öfkemi dindirmek, beğendiğim bir cümle yahut paragraf yazmışsam da kendimi kutlamak için balkona koşup yakıyorum sigaramı. Küllük de dolup taşmaya yüz tutuyor o zamanlar.

'ÖYKÜLERİMDE KARAKTERLER BAŞI ÇEKİYOR'

Hangisi ön planda sizin edebiyatınızda? Karakter yaratımı mı atmosfer mi yoksa dil mi? Bu soruyu 'Zerban' için de ayrıca yanıtlamanızı rica ediyorum. 'Zerban'da hangisi ipi göğüslüyor?

Galiba bende karakterler başı çekiyor. Zihnimde bir fikir belirip de bundan bir hikâye kurgulamak için bu fikri beynimin kıvrımlarında evirip çevirdikçe aklımda bir ya da birkaç insan silueti beliriyor ilkin. Hikâye olmasa da gölgesi görünür olmaya başlayınca, nasıl birinin/birilerinin başından geçer ki bu hikâye acaba diye düşünürken buluyorum kendimi. Sonra lafın gelişi; şapkasını eline alıp kel kafasını kaşıyan orta yaşlı bir adam, kuşağındaki tabakayı çıkarıp inleyerek kapağını açan yaşlıca bir kadın, önündeki biraya uzanırken gözlerini karşı masaya diken gençten bir erkek, arzuladığı dudak ve bacaklara korkusundan bakamayan gencecik bir kız beliriyor gözümün önünde mesela.

Öykülerin nereye evrileceğine onlar karar veriyor çoklukla. Müdahale ederken onlardan çekiniyorum epeyce. Başlangıçta kurgulayıp sözüm ona aklımda bitirdiğim hikâye de hep onların yüzünden/sayesinde bambaşka bir şeye dönüşüyor. Onları çok seviyorum sanırım.

Dille oyunlar oynamayı da epey seviyorum kuşkusuz. Çocukların oyun hamurlarına şekil verirken duyduğu bir zevkle hem de. Ancak bu hamurları yoğurup şekil vermeleri belirleyen de karakterler oluyor hep.

Peki, yazma eyleminin hangi aşaması size iyi geliyor? Parlak bir fikri hayata geçirme safhası mı? Yazarken sözcükler arasında kaybolmak mı? Son noktayı koyduktan sonra artık topu okura atma kısmı mı?

Önce bana iyi gelmeyen şeyi söyleyeyim: Boş bir sayfaya boş boş bakıp balkona sigaraya koşmak. Sonra gene gelip bakmak. Yine balkon… Bu hem fiziksel hem de ruh sağlığıma hiç iyi gelmiyor. Birkaç turu ve en az iki üç saati bu döngüyle mücadele ederek geçiriyorum. Bazen de tek kelime yazamadan o geceyi sonlandırıyorum. Ancak ertesi gün ya da sonraki günler, kafamın içinde fikir ve cümleler gövermeye, gelişip serpilmeye başlayınca her şey değişmeye başlıyor. İlk cümleyi karnımda kelebekler uçarcasına yazdıktan sonra boş sayfaya baktığım bunaltıcı saatlerin acısını çıkarıyorum.

Yazmanın en güzel tarafı ve bana da en iyi gelen şey, sözcükleri ve cümleleri evirip çevirerek, kısaltıp uzatarak bir başka deyişle onlarla oynayarak yeryüzünde bulunmayan ve hiç bulunmayacak karakterler yaratıp, üstüne üstlük onlar için acı tatlı bir hayat inşa etmek. Noktayı koyup bir öyküyü ya da kitabı bitirmek mükemmel ama bir yanıyla da hüzünlü bir şey benim için. Birbirine yaslanan geçişken öyküler yazma nedenim belki de bu sona ermesinden duyduğum hüzündür.

Az önce Hasan’ın anlatacakları henüz bitmedi demiştiniz. O halde sırada ne var? 'Zerban'dan sonra Serkan Gülpınar’dan ne okuyacağız?

Doğru. Hasan’ın anlatacakları henüz bitmedi. Çocukluğunda tanık olduğu travmatik birkaç şey dışında onun hakkında pek bir şey bilmiyoruz. Bir çocuğun arkadaşı olmaz mı? Hele ki köy, kasaba gibi küçük yerlerde! Onları tanımıyoruz örneğin. Oyunları, şakalaşmaları, gülüşmeleri, birbirine taktıkları lakapları olmaz mı?

Ya da ilk gençlik ve gençlik yıllarındaki buhranları olmaz mı? Ulucanlar’dan salıverildikten sonra soluğu kasabada alan Hasan’ın cezaevi günlerine dair de bir şey bildiğimiz yok. Suçu ne mesela? Dolayısıyla sahneye çıkıp çoğunlukla başkalarının hikâyelerini anlattıktan sonra toz olmasına izin vermeyeceğim.

İkinci kitabın yarısına yakınını yazdım. Bu kitapta da anlatıcı Hasan. İşim bitmedi onunla dediğim gibi. Dört dönem şeklinde tasarladım kitabı: Hasan’ın çocukluk, ilk gençlik, gençlik ve yetişkinlik dönemleri. Ancak bu kez düşüncelere dalarak dönüp dönüp çocukluğunu anlatmasına izin vermeyeceğim. Hikâyeyi anlatan onun çocuk hâli olacak; ilk gençliği, gençliği ve de yetişkinliği olacak. Çevresiyle olan ilişkileri de elbette. Yine ketumluğu tutacaksa da yetişkinliğinde tutacak çoklukla.

Kitap sonrasında hüzün verici olsa da onunla vedalaşacağım artık. Belki sonraki kitapların birinde bir başka anlatıcı onu anar, kim bilir?