YAZARLAR

Şerefinizin elini kadınların bedeninden çekin

Değişim ve umut rüzgarları esiyor. Bunları dönüştürücü ve kalıcı kılabilmek içinse bu dili ve zihniyeti değiştirmek şart. Şerefinizin elini kadınların bedeninden çekin.

"Babamdan önce başkasının elini tutmamış bir annem ve benden önce kimsenin elini tutmamış bir eşim var. Şeref istiyorlarsa bizde fazlasıyla var."

Dün bir ara onca derdin ve derdimizin arasında bu sözler timeline’ıma düştü. Alllaaaah. O an, bir süreliğine belirli türden bir öfke diğer tüm öfkelerin önüne geçti. Ki kadınlar olarak dünyaya “ce” dediğimiz andan itibaren ehlileştirmeyi, kınında tutmayı, içimizden taştığı durumların çokluğuna rağmen bize ait bir şey değil de hareket ettirebildiğimiz bir kuklaymış gibi yönetmeyi mecburen öğrendiğimiz öfkemiz, maalesef en idareli kullandığımız duygumuzdur. Maalesef diyorum çünkü öfkeyle ilgili öğrendiğim bir şey zamanında beni çok etkilemişti: “Öfke çarpıtılmış korku ya da acıdır.” Her iki duygudan da nasibimize düşen çok daha fazlasıyken işte bir de bize o öfkeyi hep terbiye etmek öğretiliyor. Halbuki doğru kaynağa yönelmiş sağlıklı öfke ve bugünlerde hepimiz için, umut kadar öfkeyi de “örgütleyebilmek” çok önemli. Böyle yapmalıyız ki, bizi öldürmeye çalışan şey, bizi güçlendirebilsin.

Bu aşırı tetikleyici sözlerin Emre Belözoğlu’na ait olduğunu ve olayın ayrıntılarını öğrendim sonra. Düzenli okuyanlar bilir, futbol pek ilgilendiğim bir konu değil. Öte yandan futbola gerçekten ilgi duyan, çok iyi futbol izleyicisi, oyuncusu ve son yıllarda giderek artan biçimde çok sıkı futbol yazarı, sunucusu kadınlar var. İyi ki varlar ve bence bu yazıya oturma sebebim olan dönüşümde de payları büyük olacak. Koca bir alan niye sırf erkeklerin alanı olsun ya da sırf erkeklere ait hangi alandan insanlığa hayır gelmiş?

Tabii bu erim erim eril alanın içinde salt kadınların değil, çok aklı başında erkeklerin de coşkuyla yer alabilmesi insanı bazen şaşırtıyor, yani o taraftarlık hali. Ama aidiyettir, tıpkı hem delice sevdiğimiz hem de adım başı canımızı sıkan her şeye (memleket hariç değil) duyduğumuz bağ(ım)lılık gibi, insan olmanın bir yanı bu ve anlaşılabilir. Ama bir “içindeyken dönüştürme” arzusuyla beraber geliyorsa.

40. güne yaklaşırken hala hiçbir yaranın sarılmadığı, depremzedelerin en temel ihtiyaçlarının bile giderilmediği, asla unutmamamız ve unutturmamamız gereken deprem gündemi arasında dikkati başka bir şeye yoğun çekilince suçluluk da duyuyor insan. Ama işte her şey birbirine öylesine bağlı ki. Mesela Türkiye’nin gelmiş geçmiş en yetenekli oyuncuları arasında sayılan, şimdinin Başakşehir Teknik Direktörü Belözoğlu aynı zamanda dev bütçeli “Türkiye Tek Yürek” şovunun da yıldızları arasındaymış. Bir yıllık maaşını bağışlamış. Ki şerefi anne ve eş bekareti üzerinden ölçen bu sözlerinin kötü başrolü kaptığı basın toplantısı ve sonrasında da “ülkece acılı günlerimizde gündemi fazlaca meşgul etmek istemediğinden” dem vurarak gündemi iki gündür meşgul ediyor. Tıpkı deprem bölgesindeki koşullara bakınca o şovda toplanan muazzam paraların nereye gittiğini bir türlü anlayamadığımız gibi, seçim rüzgarlarının da etkisiyle hayli değişmiş ve dönüşmüş görünen genel ortamda bu korkunç eril sözlerin hala nasıl kolaylıkla sarf edilebildiğini de anlayamıyoruz. Ya da gayet iyi anlıyoruz: Depremden sonra tribünlerde umut rüzgarları estiren hükümet protestolarının hemen akabinde Bursaspor-Amedspor maçıyla maalesef milliyetçi, ırkçı ayarlara dönülmedi mi? Ülkemizin iki lanetli özelliğinden biri unutkanlık, diğeri de hızla “sağa” ve ayarlara çekmektir. İşte önce bu ve bunun içinde yer alan kurucu figürler değişecek ki, bir şeyler gerçekten değişebilsin.



"Beşiktaş taraftarlarının kendisine yönelik küfürlü tezahüratlarına tepki gösteren Başakşehir Teknik Direktörü Emre Belözoğlu, 'Bu insanların ne insanlık ne de haysiyetten nasibini aldığını düşünmüyorum. Şeref istiyorlarsa bu bizde fazlasıyla var. Kendilerini gidip aynada kontrol etsinler' ifadelerini kullandı. Bu maça iki kızımı getirdim. Sağ olsun bizimkiler de bizim çocukları oraya yakın koydular. Çocuklar 30-35 dakika küfür dinlediler. 8 ve 5 yaşlarında iki kızım var. Benim de tanıdığım Beşiktaş taraftarı çok dostum var. Özellikle bir ay önce büyük bir felaket yaşamış ülke, Emre Belözoğlu’na küfrediyorsa bu nasip işidir. Bu insanların ne insanlık ne de haysiyetten nasibini aldığını düşünmüyorum. Annem var, babamdan başka kimsenin elini tutmamış. Eşim var benden önce kimsenin elini tutmamış… Şeref istiyorlarsa bu bizde fazlasıyla var. Kendilerini gidip aynada kontrol etsinler.”

Bu sözler Belözoğlu’nun basın toplantısından. İlk cümlelerde, küçük kızları ve eşiyle maç izlemeye gelmiş bir adamın değil o kız çocuklarının o kadar zaman boyunca eril dil şiddetine maruz kalmalarına üzülüyorsun tabii. Bu Belözoğlu’ndan bağımsız, yerleşik futbol kültürüne ise sıkı sıkıya bağlı bir durum. Fakat Emre Bey cümlesini mümkün en cinsiyetçi ve ayrımcı yerden bağlıyor akabinde. Kendi şerefini, eşinin ve annesinin bekaretine bağlıyor. Ortada kız çocukları varken, mesele yine gidip gidip eril zihnin kadın bedenini sömürge toprakları gibi görmesine bağlanıyor…

Yahu erkeğin şerefinin, onurunun, hayatındaki kadınların geçmiş cinsel hayatıyla ne ilgisi var? Aynı adamın evlenmeden önceki geçmişinin elbette ki söz konusu bile edilmemesi de ayrı mevzu, bu nasıl çağdışı bir ayrımcı söylem… Annesinin, eşinin ikinci ya da beşinci evliliği olsa ya da onlar evlenmemiş ama her reşit insan gibi ilişkiler kurmayı tercih etmiş olsalar, Emre Belözoğlu daha (az) şerefli bir adam mı olacaktı? Devamında da “çiçektir, böcektir, baş tacımızdır” nakaratıyla süslediği sözlerinin anneler ve eşlere ve bu arada kendi annesi ve eşine de ne büyük saygısızlık olduğunun, bu zamanda nasıl farkına bile varamıyor? Ya da gayet farkında da toplumsal bilinçaltının ayarlara çekme özelliğini gayet iyi biliyor da mı bunu yapıyor?

Şükür her iki durumda da bu konuşma sahibinin istediği sonucu vermedi. Büyük tepkiyle karşılaştı. Çünkü yılmaz kadın ve LGBTI+ mücadelesi sayesinde artık nihayet dillere bir kemik ve zihinlere bazı çok lüzumlu soru işaretleri geldi. Ama yetmiyor. Ayarlara çekmeyi önleyip bundan çok daha fazlasını istemeyi, bu zihinleri ve bu figürleri değiştirme zorunluluğunu kavramamız gerekiyor.

Belözoğlu’nun bu içli olduğu kadar da cinsiyetçi konuşmasından sonra elbette en belirgin özelliklerinden birinin fütursuzca küfretmesi olduğu bilgisi geldi. Tüm küfredenler gibi, kendisi başkasının annesine küfrü “merhaba” kolaylığında sarf ettiğinde sorun değil ama onun “namusuna” küfredilmesi dev olay, anlaşılan. Üstelik sadece küfürbaz değil, ırkçı küfürcü imiş. Hatta bir ilke imza atarak Türkiye’de ırkçılıktan ceza alan ilk futbolcu olmuş. Trabzonsporlu futbolcu Didier Zokora’ya bir maçta “fucking nigger” (pis zenci…s..kti…min zencisi) şeklinde ettiği hakaretten dolayı 2 ay 15 gün hapis cezasına çarptırılmış. Mahkeme Belözoğlu’nun daha önce kasıtlı bir suçtan mahkûm olmadığı ve yeniden suç işlemeyeceğine kanaat getirerek cezasını hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına ve 5 yıl süreyle denetimli serbestlik tedbirlerine tabi tutulmasına karar vermiş.

Emre Belözoğlu, Trabzonsporlu Didier Zokora'ya ırkçı hakaretinden sonra açılan davada hapis cezası almıştı.


Bu ani tetiklenmeyle beraber ani konsantrasyonla futbolla aşırı derecede ilgilendiğim bugünün sabahında Radyospor’da, radyonun genel yayın yönetmeni Barış Ertül’ün bir programına rastlayıp dinledim. Ertül gayet isabetli ve eleştirel yorumlarının ardından, yanılmıyorsam biri sağduyulu bir izleyici yorumundan sonra gelmek üzere, iki kez “neticede kız alıp kız vermiyoruz” kabilinden yine sanırım farkında olmadan ayarlara çeken yorumlar yaptı. Bir zihniyeti eleştirirken aynı tuzağa düşmek… Her şeyi ama her şeyi ısrarla kadın bedeni, kız alıp vermeler üzerinden kurmak… Bunun benzeri bir duruma, çok da beklemediğimiz isimlerin Meral Akşener’in masa sabotajı sonrasında verdiği “kız evi naz evi” yorumlarında da rastlamıştık. Hem cinsiyetçi, üstüne Akşener’in tavrını lüzumsuzca yumuşatıcı. Dilimiz, dünyamızdır, ne olur artık vazgeçelim bütün dünyayı erkek, kadınları bir alışveriş nesnesi kılan bu dilden.

Öte yandan başka bir programda rastladığım Mehmet Demirkol’sa kadın bedeni tahakkümüne dayalı bu söylemi eleştirirken dikkatimi çeken çok isabetli bir yorum daha yaptı Belözoğlu’na dair: “Çok iyi bir kazanan ama çok kötü bir kaybedendir.” Hakim erkekliğin özeti gibi bir şey. Kazanırken pırıltılı ve muzaffer, kaybederken ise alabildiğine yıkıcı, hırçın olmak. Çünkü kaybetmeyi bilmemek… Suçunu kabahatini üstlenmeyi, özür dilemeyi bilmemek… Sadece kazanırken, daha doğrusu kazanmak konusunda iyi olmak, akabinde her konuda çuvallamak… Ve tabii, affedilmek.


Nitekim Belözoğlu ülkemizde futbolun ataerkil yüzü olan Fatih Terim’in tedrisatından geçen, onun gözdesi oyunculardan biriymiş Galatasaray yıllarında. Futbolla alakası çok zayıf ben bile gayet hakimim o mikrofonlar önünde babacan ve ayar verici, geri planda kazanmak için her yolu, her şeyi mübah sayan ağır eril tavra.

Medyadan futbola ve siyasete dek hâlâ her alana hâkim bu zihniyetin bir diğer ortak özelliği de “müşfik kız çocuğu babalığı”. Terim’de ve Belözoğlu’nda aynen rastladığımız bu duruma daha önce Birikim için yazdığım bir Peker değerlendirmesinde değinmiştim: “uyandırdığı güvenin en çok muhayyel baba imgemize cuk oturmasıyla ilgili olduğu da açık. Küçük kızının bir damla gözyaşı için dünyayı yakabilecek, evde olabildiğince müşfik, 'dış'/düşman içinse cehennem bir baba figürünün kusursuz temsilcisi.” Sevilen dizilerdeki sevilen baba karakterlerine biraz yakından bakmak bu figürlere duyulan daima canlı ilgiyi anlamayı kolaylaştırıyor. Babalardan baba seçer durumda buluyoruz daima kendimizi. Yeğlenen baba da ister istemez, dışarıda en “korkunçlu” işlere karışır, düşmanlarını acımasızca cezalandırırken aile içinde müşfik olan oluyor. Babayı baba yapan en az gücü kadar ailesine olan düşkünlüğü de. Tersinden düşünürsek, her açıdan bunca gelecek kaygısı uyandıran bir toplumda ancak bu kadar güçlü bir babamız olursa aynı zamanda şefkat de görebileceğiz, hayatımız bir şeye benzeyecek demek oluyor bu. Otorite ile huzur ve düzenin müthiş birleşimi, adeta sağ parti değerler haritası.

İşte bunun kadınların tam da istediği, toplumun ihtiyacı olan şey olduğu iddiası, otoritenin bu tanımı değişmeden dizide de gerçek hayatta da huzur zor, çok zor.

Değişim ve umut rüzgarları esiyor. Bunları dönüştürücü ve kalıcı kılabilmek içinse bu dili ve zihniyeti değiştirmek şart. Şerefinizin elini kadınların bedeninden çekin.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.