Şaşalı kaybedişlere övgü: Bir Kumarbazın Ölüm Kılavuzu

Nilüfer Kent Tiyatrosu’nda oyuna gitmek her defasında bir hafifleme hissi veriyor. İstanbul’dan kaçışın arasına şehirden “taşraya” bir sanat eseri için gitme heyecanı karışıyor.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR- Bu defa Nilüfer Kent Tiyatrosu’nun (NKT) yeni oyunlarından “Bir Kumarbazın Ölüm Kılavuzu” prömiyerine yetişiyorum. Koskoca bir sıkışmışlığın ortasında feribota biniyorum. Lodos esiyor, deniz dalgalı. Yine de feribotlar düşünmek için güzel mekânlar, benimse bir Bursa yolculuğum daha yağmura denk geliyor, deniz korkunç bir gri hal alıyor, durmadan sallanıyoruz. Ama bir kaosu ardımda bırakmanın tadını hiçbir şey kaçıramıyor. Sabah güneşli bir güne uyanacağım hissi içime çoktan dolmuş.

Hoplaya zıplaya geçen yolculuğumda oyunun künyesine bir daha bakıyorum; ilk kez Kadıköy Emek Tiyatrosu’nda seyrettiğim ve adını hafızama hızlıca kaydettiğim İbrahim Ersoylu tek başına oynuyor bu kez. NKT bu oyunda zaman zaman tercih ettiği gibi bir yönetmen misafir ediyor, bence küçük şeyleri parlatma mahareti olan bir yönetmen Güray Dinçol. Bu buluşma merak uyandırıyor haliyle. 

Şehre ulaşıyorum, dosdoğru Nâzım Hikmet Kültürevi’nin yolunu tutuyorum. Burada daha önce oyun izlemediğimi fark ediyorum. Önceki NKT oyunlarını Ormandaki Kulübe’de seyrettim sahiden. “Vur, Yağmala, Yeniden”in 5 epizottan oluşan tam günlük maratonunu; ormanda başlayıp biten ışıl ışıl bir günün, yıldızla yağmurun birbirine karıştığı bir geceye dönüştüğünü unutamam. Nâzım Sahne’ye girer girmez tasarımı ilgimi çekiyor, bir İtalyan sahne havası var ama bir çeşit alternatif sahne aynı zamanda. Seyirciyle hemen her açıdan oyuncu göz hizasında kalabiliyor. Seyirci koltuklarının dizilimi “Bir Kumarbazın Ölüm Kılavuzu” oyununun en başında seyirciye “hoş geldiniz” seremonisine de olanaklı.

İskoç yazar Gary McNair’in Cansu Aybaş çevirisiyle sahneye konan metni, kültürel olarak bunca mesafeli olduğumuz bir ülkenin yabancılığına rağmen bizi içine kolay alıyor. Öte yandan dekorlar, aksesuarlar ve videolar, oyunculuk kadar güçlü kartlar sahnede. Multimedya kullanımıyla İbrahim Ersoylu’dan 12 karakter sahneye bir nevi girip çıkıyor. Farklı farklı türde sinemanın dili oyuna renk veren unsurlardan. Bu nedenle video tasarımı yapan Okan Temizarabacı ve ekibinin reji çalışmasındaki yeri geniş görünüyor.

Oyun parkı kadar eğlenceli bir hali var sahnenin. Oyuncunun elini her uzattığında rolüne dahil edeceği bir malzeme var sahnede. Hepsi oyuncunun uzamları gibi. Cansız mankenler –ki onların her biri hikâyedeki bir karakteri temsil ediyor– peruklar, masa, teyp, külah şapkalar, kıyafetler, konfetiler, toplar…Cem Yılmazer imzası taşıyan ışıklar renkli, cazip ve eğlenceli. Bütün bu haliyle sahneye hepimizi çeken bir görsel rüzgâr üzerimize üfleniyor.

Burdan sonra sahne arkası hazırlıklarıyla beraber sahne üzerinde bazen stand up vari bazen evde olmak gibi bazen içimizdeki tozlu sandıkların kilidini açtığımız küçük duygusal anların tanzimi gibi akıyor.

Tek kişilik bir sahneleme deneyiminde oyunculuk kuşkusuz merkezde, ki videolarla da mankenlerle de karakterler arasında adeta koşan İbrahim Ersoylu sahnede şarkı da söylüyor takla da atıyor, yukarda söylediğim gibi komedyenlik de yapıyor, gazeteci de oluyor... Metinde olduğu gibi reji de oyuncu da güldürmenin kolay yanına kaçmamış görünüyor. Artık olgun bir oyunculuk üslubu kazanmış İbrahim Ersoylu’nun sahnedeki hareketliliğinin dozunun kimi anlarda komedi unsurunu tercihten çok istemsiz bir yere çekebileceğini, yer yer fazla koştuğunu da düşündüm diğer yandan.

İskoçya işçi sınıfının mensubu ve kumarbaz bir dedenin torununa “mirası” ne olabilir derken edebiyattaki ifade edilişiyle “sıradan” insanların hayatının içine giriyoruz oyunda. 1966 Dünya Kupası’nda bahis oynayarak bir servet kazanan kahramanımız kumarbaz Archie’yi bize torunu Gary anlatıyor. Bütün parasıyla yakalandığı kanseri yeneceği üzerine bahse giren dedenin torununa para değilse de insana dair bıraktığı koca bir miras var. Zaaflarıyla, kayıplarıyla, küçük bir yaşamın içinde hayatı çalışmakla geçen bir işçi olarak anti kahramanımız olan dede “Tekrar tekrar havaya atılan madeni paralarız” bilincinde ve kumar da olsa tutkusunun peşinden giderek bir yerde düzene nanik yapıyor.  

Parayla, taşınmazla ölçülen “miras” burada yerini dedeyle torunun çok eğlendiği bir akşama ya da birlikte yaşanan deneyimlerden kalan küçük bir mottoya bırakıyor. Bu imaj içinde torunun bize anlattıkları hem İskoçya’daki aile biçimi hem kimi siyasal hareketler hem de işçi sınıfının sosyokültürel davranışlarına dair bir açılım yapıyor. Sınıfsal pozisyonların eğlence ve hayal kısıtları hakkında da fikir veriyor. Kumarbazlık bazen cesaret kimi zamansa kaybetmeyi göğsünde yumuşatmak olabilir mi diye düşündürüyor bana mesela. Söylediğim kötü bir şey gibi görünebilir ancak başarının, kazanmanın bu kadar itibar kazandığı, kaybetmenin “aptallık”, maceracılığın “hayatı bilmemek”, hayalciliğin “boş işler” olduğu bir dünya etrafımızda dönerken, “Bir Kumarbazın Ölüm Kılavuzu” bana anti kahramanlığa reverans gibi geldi.

Hayatın sonlu olduğunun farkında olarak yolda nasıl sürdüğümüzü önemsemek belki yeni yılın getirisi olacaktır zira hangimiz bilmeyiz, “kuş ölür sen uçuşu hatırla.”

Yazar: Gary McNair

Çeviren: Cansu Aybaş 

Yöneten: Güray Dinçol 

Video Tasarım: Okan Temizarabacı 

Yardımcı Yönetmen: Adem Mülazim 

Dekor Tasarım: Burak Etöz 

Kostüm ve Makyaj Tasarım: Ülkü Şahin 

Işık Tasarım: Cem Yılmazer 

Vokal Eğitmeni: Prof. Dr. Ayhan Helvacı 

Ses Tasarımı ve Kumanda: Derya Bölükemini 

Oyuncu: İbrahim Ersoylu