Sanata dönüşen bir tutku: Osmanlı kültüründe bahçe

Osmanlı kuyumcularının mücevher yaparken değerli taşların şeklini bozmadan kullanması gibi, Osmanlı saray bahçelerinde de el değmemişçesine bir doğallığın hâkim olduğunu görebiliriz…

Google Haberlere Abone ol

Gülgün Yılmaz*

Anadolu’nun geleneksel ev tasarımında yaşantının büyük kısmının geçtiği, kimi yörelerde “hayat” olarak adlandırılan avlu kavramı, Osmanlı sarayının oluşumunu ve tasarım felsefesini de açıklamaktadır kuşkusuz. Osmanlı sarayı kompleksini; birbirine bağlı avlu ve taşlıklar, teras ve setler, sofalar, fıskiyeli havuzlar, çeşme ve selsebiller, irili ufaklı köşkler çevresinde gelişen mekanlar meydana getirir. Teras düzenlemeleri topografyaya uyum esasına dayanırken, bu oluşum içeriden çok dışarıyla ilişkili bir yaşamı vurgular. Bahçelerden başka sarayların yakın çevresinde yer alan avlaklarda, dışarıdan getirilip içeriye salınmış av hayvanlarının dolaştığı; gündüz cirit, ok atma, güreş, avlanma gibi amaçlarla kullanılan alanlarda, geceleri kuş seslerinin dinlendiği bilinir. Dış dünyadan izole ama kendi içinde kendi tabiatını barındıran bu yapılanma belki de göçebe yaşamın izlerini taşır.

Osmanlı’nın mirasçısı olduğu Anadolu Selçuklu dönemi Kubadabad ve Keykubadiye saraylarının mimari süslemesinde kullanılan zengin bitkisel bezeme repertuarı, çiçeğe verilen değeri ve doğayı dikkatle gözlemleyen bir sanatsal anlayışı gösteriyor. Örneğin, Beyşehir Kubadabad sarayında yaylalardan getirilen suyun toplandığı bir barajı içeren av parkı yer alır. Ayrıca yazılı kaynaklarda Selçuklu sultanlarının Antalya, Alanya, Konya, Kayseri, Sivas ve Erzincan’daki yazlık köşklerinin bahçeleriyle ilgili anlatımlarını biliyoruz.

Osmanlı kuyumcularının mücevher yaparken değerli taşların şeklini bozmadan kullanması gibi, Osmanlı saray bahçelerinde de el değmemişçesine bir doğallığın hâkim olduğunu görebiliriz. Topkapı Sarayı Müzesi kütüphanesinin en değerli eserlerinden sayılan ve Nakkaş Osman ile ekibi tarafından hazırlanan Hünername adlı kitabın bir minyatüründe, saray bahçesi padişah için hazırlanmış yüksekçe platform ve köşk dışında bir mimari müdahale içermezken; arkada uzanan kayalıklar, yüksek servi ve çınar ağaçları, bahar dalları ve çimenler, hatta iskelesiz sahil tamamen doğal bir dokuyu yansıtır. Aynı eserdeki başka bir minyatürde, Topkapı Sarayı ikinci avlusunda ceylanlar dolaşırken, ağaçlarda kuşlar ötüşür.

Hünername minyatürü, solda: Kanuni Sultan Süleyman’ın Hasan Paşa’yı Üsküdar Sarayı Bahçesinde kabulü / sağda: Topkapı Sarayı ikinci avlusunda ceylanlar - Nakkaş Osman,
Topkapı Sarayı Müzesi.

Gölge veren ulu ağaçlar, bostan ve meyvelikler, şifalı otlar, güzel kokulu ıtırlar, koku ve renkleri gönülleri şenlendiren çiçeklerle bezeli bahçeler bir yandan da İslam inancındaki cennet algısıyla özdeşleşir. Bahçe kavramını inançla bağdaştıran İslam anlayışı Batılı yazarların da ilgisini çekmiştir. Fransız doğabilimci Joseph Pitton de Tournefort gözlemlerini: “… Türklerin en dindarları hayır işlemek için bitkileri sular, daha iyi beslenmeleri için topraklarını kabartır. Müslümanlar bitkilere bakarak her şeyi yaratan ve koruyan Allah’a hoş gelen bir şey yaptıklarına inanırlar…” şeklinde dile getirir. Alphonse de Lamartine ise Osmanlı tarihini ele aldığı eserinin bir yerinde: “… üstünde ağaç dalları ve yanında bir çeşme, gözünün önünde kırlar, ya da deniz, oturmak ve orada, belirsiz, dalgın bir seyirle saatler, günler geçirmek, işte Müslüman’ın hayatı; evini seçiş ve düzenleyişinden bu zevki anlaşılır. Türkler filozof bir millettir; her şeyi topraktan çıkarır, her şeyi Allah’a bağlarlar...” şeklinde gözlemlerini aktarır.

BAHÇELERDE HAYAT VE KUTLAMA

Saray bahçeleri hem gezilip hoş zaman geçirilen, müzikli ve içkili eğlenceler düzenlenen hem de sarayın ihtiyacı olan meyve, şifalı bitki ve çiçeklerin yetiştirildiği birer alan olarak değerlendirilmiştir. Bahar aylarında harem kadınlarının, günler öncesinden hazırlıkları başlayan bahçe eğlencelerine çıktıkları anlatılır. Bahçelerde yetiştirilen çiçeklerin armağanlaşma geleneğinde önemli yeri olduğunu, Osmanlı saray geleneğinde özellikle sünnet ve evlenme düğünlerinde kutlamaların çiçeklerle zenginleştiğini biliyoruz. Hatta günümüze ulaşan çeyiz defterlerinde padişah kızlarına gönderilen armağanlar arasında çiçeklerin de yer alması dikkat çekicidir. III. Murad’ın dönemindeki sünnet düğünü şenliklerini anlatan Surname-i Hümayun adlı eserin minyatürlerinde, padişahın huzurundan geçen esnaf loncaları arasında çiçek ve ıtır satıcılarına yer verilmiştir . Çiçek satıcılarının padişahın huzurundan geçirdiği çiçek tablası, vazoların ağırlığından bel vermiş halde betimlenmiştir. Eserin metninde, getirilen çiçeklerin kokusundan övgüyle bahsedilirken, bir başka minyatürde ise Mısırlı baharat satıcılarının araba üzerinde yürüterek küçük bir bahçeyi padişaha sundukları anlatılır. Üstelik bu “mobil bahçe”nin kendi sulama sistemine sahip olduğu da kaydedilmiştir. Benzer sahneleri III. Ahmed’in şehzadelerinin sünnet düğünü şenliklerini anlatan Surname-i Vehbi adlı eserde de görüyor, özellikle hoş kokulu çiçeklerin geniş tablalar içinde düğün evine gönderildiğini biliyoruz. Saray düğünlerine gönderilen armağanlar arasında yer alan, şekerden yapılmış bahçe maketleri ise hem gözlere hem de damaklara hitap eder.

Bursa, Edirne ve İstanbul’daki büyük saraylar ile Amasya ve Manisa’daki şehzade saraylarının bahçeleri hanedan mensupları için şekillendirilmiş “hasbahçe”lerdir. Prof. Dr. Nurhan Atasoy’un da dikkat çektiği üzere Bursa Sarayı bahçesi kale içinde “suyu bol” olarak ifade edilirken, Edirne Sarayı ve bahçeleri nehirler arasında yer alır. Topkapı ve Üsküdar Sarayları da deniz manzarası ile bahçeleri bütünleştiren yapılardır. Peyzajda doğal su kaynaklarının yer almasının yanı sıra çeşme ve havuzlarla pekişen bahçe ve su ilişkisi, Osmanlı Sarayının karakteristiği olarak karşımıza çıkar.

Osmanlı döneminde saray bahçeleri dışında, halkın kullanımına sunulmuş bahçe ve mesireler de bulunur. Askeri, ticari, hukuki, diplomatik başarılarıyla Osmanlı tarihinin zirvesini temsil eden Kanuni döneminde çiçek ve bahçe kültürünün de büyük gelişim gösterdiğini görebiliriz. 16. Yüzyıl kaynaklarında İstanbul’un Rumeli ve Anadolu yakalarında, Fener, Haydar Paşa, Üsküdar, Piyale Paşa, Defterdar Paşa, Sinan Paşa, Bayram Paşa, Musahib Paşa ve Ayazma Bahçesi adlarıyla geçen mesire yerleri zikredilir. Boğaz kıyıları da yine iki yakada çok sayıda bahçeyle donanmıştır. Beykoz, Küçüksu, Göksu mesire yerleri Anadolu yakasını; Emirgan, Büyükdere, Bebek bahçeleri de Rumeli yakasını süsler. Mesire yerlerinin belirlenmesinde de “su kenarı”nda konumlanma kaidesine sadakatle uyulduğunu söyleyebiliriz.

Philippe du Fresne-Canayen “… İbrahim Paşa’nın Boğaziçi’ndeki evinin bahçelerinde yetişen mavi, sarı, kırmızı çiçeklerin ihtişamı görülmeye değer. Türkler çiçekleri çok sever, ellerinde ya da sarıklarında daima çiçek vardır. Pâdişahın sarayında ağaçların altında her çeşit ve kokuda çiçek bulunur. Ağaç olarak servi ağırlıktadır...” diyerek saray bahçesini tasvir ederken; 17. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’na gelen Fransız gezgin Jean-Baptiste Tavernier de saray bahçeleri hakkında şu bilgileri verir: “… Sarayda küçük küçük çiçek bahçeleri bulunur. Bostancıbaşının idaresindeki, sarayı çevreleyen büyük bahçe, diğerleri gibi padişahındır ve serviler çoğunluktadır. Yürüyüş yollarında mozaikler ve renkli mermerler bulunur. Çok sayıda bostancı bahçeden sorumludur. Çilek ve ahududu, kavun, salatalık, bolca bulunur. Bahçede bulunan çeşmeler değişik renkteki mermerden yapılmıştır...” Bu anlatımlardan 18. yüzyıla dek saray mekânları gibi saray bahçelerinin de tasarım anlayışı yerine ihtiyaca bağlı düzenlemelerle şekillendiği söylenebilir.

AVRUPA TARZI BAHÇE DÜZENLEMELERİ

1720’li yıllarda elçilik göreviyle Fransa’ya yollanan Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi, sefaretnamesinde saray yaşantısını usta bir gözlemcinin yorumlarıyla aktarır. Mehmed Efendi hastane, okul, fabrika, saray ve bahçeleri heyetiyle beraber incelemiş, sefaretnamesinde gördüklerini hayret ve hayranlık ifadeleri içinde yazıya dökmüştür. Avrupa etkilerinin Osmanlı topraklarına girmesinde -bir anlamda Osmanlı için Batı’da bir pencere açılmasında- Mehmed Çelebi’nin gezisi ile Versailles, Marly, Fontainebleau, Trianon Saraylarını öven ve benzerlerinin yapılmasını öneren mektupları, beraberinde getirdiği resimler, planlar ve kitaplar birer dönüm noktası olmuştur. Böylece III. Ahmed dönemiyle özdeşleşen, Kağıthane deresi kenarındaki Sadabad bahçeleri, Fransız saraylarının bahçelerinden ilham alınarak düzenlenir.

III. Selim döneminde sarayda baş mimar olarak çalışan Antoine-Ignace Melling, gravürlerden oluşan ve İstanbul’u konu alan bir albüm hazırlar. Melling, III. Selim’in kızkardeşi Hatice Sultan’ın Defterdarburnu’ndaki Neşetabad Sarayı’nı ve bahçelerini tasarlayıp düzenlemekle kalmamış, haremin resmini yapma cesareti gösterecek kadar da saraya yakın olur. Hatice Sultan bu düzenlemelerin öncesinde, Danimarka Maslahatgüzarı Hübsch’ün Büyükdere’deki yazlık villasının bahçelerini görmek için Sultan’dan izin ister ve İstanbul’u Avrupa tarzında güzelleştirmek isteyen Sultan III. Selim kendisine bu izni verir. Aynı dönemde İstanbul’daki bazı köşk ve kasırların bahçeleri, yabancı uzmanlar tarafından, Rönesans ve Barok tarzında düzenlenir. 18. Yüzyılda Melling’in Batı etkili bahçe düzenlemelerinden sonra 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa, özellikle de Fransız bahçe düzenlemeleri saraylarda ve konaklarda yaygınlaşır. Avrupa tarzı bahçe düzenlemeleri hakkında, 1835 yılında İstanbul’a gelen İngiliz seyyah ve edebiyatçı Miss Julia Pardoe’nun, Reisülküttab Yusuf Paşa’nın yalı bahçesini anlatan satırları bize fikir verir: “… bir yanda mermer havuzları, öte yanda portakal ağaçları arasındaki gezinti yolları ve her yanda çeşitli ustalıklarla biçimlendirilmiş gül, mine ve sardunya tarhları ile küçük bir cennetti…”

Lake kitap cilt kapağında köşk ve bahçe tasviri, Abdullah Buhari, Topkapı Sarayı Müzesi.

Bahçe düzenlemenin bir sanat halini almaya başladığı 18. yüzyılda, Batılılaşma yönünde değişime uğrayan tasvir sanatlarında da bahçe konusunu işleyen sahnelerin giderek yaygınlaştığını görebiliriz. Geleneksel duvar çinilerinin yerini almaya başlayan kalemişi duvar resimlerinde, lake kitap ciltlerinde, pulat sini ve tepsilerde, şiir albümlerinin sayfaları arasında duvarlarla sınırlanmış bahçe manzaraları kimi zaman hayali bir dünyayı betimler. Osmanlı sanatında bir yenilik olarak karşımıza çıkan bu manzara resimlerinde köşkler, köprüler, renkli çiçeklerle süslü çiçek tarhları, dallarından meyveler sarkan ağaçlar Batılı bir bahçe düzenini gösterecek şekilde ve perspektif kurallarına uymaya çalışarak yani yine Batının anlatım diliyle canlandırılır. Topkapı Sarayı’nda, 18. Yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başında önce yaptırılan ya da yenilenen I. Abdülhamid Has odası, Valide Sultan Dairesi, Mabeyn Sofası, III. Selim ve Mihrişah Valide Sultan Has odaları, III. Osman Köşkü gibi pek çok mekânın duvarlarını bu hayali bahçe manzaraları süsler. Kısacası 16. Yüzyılda sarayı bahçeye taşıyan anlayış değişmiş, 18. yüzyıldan sonra adeta bahçeyi mekânın içine sığdırma çabası kendini göstermeye başlamıştır.

Topkapı Sarayı Harem Dairesi, Mihrişah Valide Sultan Hasodası’ndan duvar resminde bahçe köşkü.

DOĞAYA MÜDAHALE EDEN BİR ANLAYIŞA DOĞRU

19. yüzyılda Çırağan, Beylerbeyi, Dolmabahçe ve Yıldız saraylarında, söz konusu yapıların Batı tarzı mimarileriyle uyumlu bahçe düzenlemelerini görebiliriz. Fıskiyeli havuzlar, çiçek tarhları, mermer ya da bronz hayvan heykelleri, devasa bronz döküm vazolar, oturma birimleri, çitler kullanılarak Batı’daki bahçelerin birer benzeri yaratılır. Sarayın bahçe düzenlemeleri, varlıklı ailelerin konak ve köşklerini de etkiler. Örneğin, İzmir’in Avusturya Başkonsolosu Karl von Scherzer, 1873 Viyana Sergisi için Avusturya Devleti tarafından istenen ticari ve kültürel içerikli raporunda, İspanyol hasırından yapılmış sandalyeler ve İngiliz üretimi demir bahçe mobilyalarının da İzmir limanına getirilen ithal mobilyalar arasında yer aldığını bildirir.

Osmanlı siyasi, askeri ve bilimsel alanlarda olduğu kadar sanat konusunda da çok çeşitli kaynaklardan beslenerek yükselir. Ancak başlangıçta olumlu sonuçlar yaratan yabancı etkiler, sürdürülemez hale gelerek imparatorluğun sonunu hazırlar. İmparatorluğun her yerinden, en uzak coğrafyalardan en yetenekli sanatçıları kendine çeken Osmanlı Sarayı devrinin en önemli sanat üretim merkezi iken 18. yüzyılda değişen dünya düzeni ile geleneğini yitirir. Sanatın bu gelişim çizgisi bahçe düzenlemelerinde de kendini gösterir ve doğayla bütünleşen bahçe zevki doğaya müdahale eden bir anlayışa evrilir. Değişmeyen ise Osmanlı toplumunda bahçeye, çiçeğe, ağaca ve hayvanlara karşı beslenen tutku derecesindeki derin ve yoğun sevgidir…

*Trakya Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sanat Tarihi Bölümü