YAZARLAR

Ruhen ayrı, kalben biriz, uzun zamandır beraberiz

Gerçekten nefret ettiğimiz ve nefret edilmeyi yerden göğe kadar hak edenler ve şeylerle ilgili suspus olmuş, duruyoruz. Nefret ettiğimiz şeylerle barışmayı, hatta onları sevmeyi öğreniyoruz; zorla. Dolaylı yoldan işimize geliyorsa daha da kolay nefret ettiklerimizi görmezden gelmek, ne de olsa algoritmaların neleri gözümüze gösterdiğini umuma açık eden bir algoritma henüz yok.

Hayatımın belli dönemlerinde bazı grupların, şarkıcıların, müziklerin etkisi altına giriyorum. Kimi seneler sürüyor, kimisi haftalar, bazısı günler. Bazıları da ömür boyu benimle ve hep oradalar. Bu dönemde etkisi altında olduğum ve geçen hafta uzunca bir yazıyla anlatmaya çalıştığım Rammstein’in beni üzerine düşündüren şu sözleriyle hayata, Türkiye’ye ve geride bıraktığımız yıla dair muhasebe yapıyorum.

Du hast viel geweint

Im Geist getrennt

Im Herz vereint

Wir sind schon sehr lang zusammen

Dein Atem kalt

Das Herz in Flammen

So jung und doch so alt

(Deutschland)

Düzyazıyla ve basit bir çeviriyle şunu diyor Rammstein, ismini ülkelerinden alan Deutschland şarkısının bu satırlarında: “Çok ağladın, ruhta ayrı ama kalpte biriz, çok uzun zamandır beraberiz. Nefesin soğuk, yüreğin yanıyor, öylesine genç ama bir o kadar yaşlı.”

Aklınıza aklımızı bozduğumuz ülkemiz, Türkiye’miz gelmedi mi? Sanki bir mor ve ötesi şarkısının sözleri gibi, değil mi?

Biz, başka, hele hafazanallah Batılı ve afedersiniz Hristiyan bazı milletlerin kendi tarihiyle ve geçmişiyle yüzleşmelerinin bize bizi andırmasını kendimize pek yakıştırmayız. “Ne münasebet!” gibi olur tepkilerimiz. Biz bizi biliriz, bizi de biz biliriz, varsa bir derdimiz, ona da biz dertleriniz. Elin eski ulusalcı sosyalist, faşist devletinin milletinden alacak değiliz feyzimizi! Tıpkı o yere göğe koyamadığımız yerli ve milli ahlâkımızı da onlardan alacak olmadığımız gibi.

Bu son derece tuhaf sene biterken yazdığım bu yazıyı sizler okurken o tuhaf sene bitmiş olacak. Mühim değil. O kadar küçüğüz ki hepimiz, bir o kadar da önemsiz, ne bunlar o kadar önemli, ne siz, ne de ben. Sıkça ruhlarımız sandığımız zihinlerimiz bize akla karayı, sapla samanı karıştırdığımız oyunlar oynuyor. Öyle oyunlar ki, kendimizi ülkenin, ne ülkesi, dünyanın kaderini değiştirebilecek kadar kudretli sandığımız bir sürü harikulade sanrı yaşatıyor. Hatta sanrı değil, basbayağı hüküm şehveti yaşatıyor. Bir tweet atıveriyoruz, yeterince alevlenir ve “yürür”se tastamamız, tüm maksatlar hasıl oluyor. Bir vecize buyuruveriyoruz ki sanarsın akan sular duruyor. O kadar önemliyiz işte, hepimiz.

İlk aşklarını, sanrı veya değil, Kadıköy-Moda rıhtımlarına yakın bir yerlerde yaşayan yirmilerindeki dalyan boslu bir delikanlıyla alev saçlarını günbatımına doğru savuran bir afet de benzer bir kudreti hissediyordur. Ama onlarınki geçip gidip çürümeye yüz tutmuş sevgicikleriyle ahkam kesenlerinkine nazaran o kadar meşru ki! Bu, gençliğe bir övgü değil, olsa olsa bizden sonra bu ülkede akıp gidecek nesle mükâfatlı bir ağıt. Çünkü bu ülkede maalesef asla tam anlamıyla nefes alamayacaklar. Bizim neslimiz de alamadı, bizden öncekiler de. “Tam anlamıyla” diyorum, çünkü nefes almak, alabilmek, zaten ya tam anlamıyla olabilir, ya da alınan şey hava kirliliğinin arasından solunan kirli bir şeydir. Buradaki sorun, kirli olan şeyin solunan havadan ziyade yaşatılmaya çalışılan ruh olması. Bizim neslimize de bu ruh yaşatıldı zira. Yine de belki şükretmek lazım, Yeni Delhi’de değil de bizim eski İstanbul’da, Trakya’da veya Anadolu’muzda yaşadığımıza. En azından, devletimizin hafta aşırı bir yerlerde “bulduğu” trilyon milyarlarca metreküp doğalgaz sağ olsun, bir miktar nefes gibi bir şeyler alabiliyoruz.

Gerçekten nefret ettiğimiz ve nefret edilmeyi yerden göğe kadar hak edenler ve şeylerle ilgili suspus olmuş, duruyoruz. Nefret ettiğimiz şeylerle barışmayı, hatta onları sevmeyi öğreniyoruz; zorla. Dolaylı yoldan işimize geliyorsa daha da kolay nefret ettiklerimizi görmezden gelmek, ne de olsa algoritmaların neleri gözümüze gösterdiğini umuma açık eden bir algoritma henüz yok. Gerçi bugünlerde yeni dünya düzeninin durdurulamayan neferi Elon Musk Bey (şu yeni Knives Out türevi onu yere seriyor değil mi, yanlış okuma yapmadıysam?) her an bu işe de el atıp onu da görünür kılabilir ama kendisi şimdilik henüz sadece mavi kuşa hükmedebiliyor. Bu görünmezlik sayesinde dişlerimizi gıcırdattığımız, içimizden veya yanımızda birileri yoksa ana-avrat (çünkü severiz) küfrettiğimiz kimselerle aramız da bozulmuyor. Tam bize yakışır şekilde vıcık vıcık bir ikiyüzlülükle hayatlarımıza devam edebiliyoruz. Onu elimizden almak kimsenin, ve tabii ki big tech’in de, işine gelmeyeceğinden gül gibi geçinip gidiyoruz ağır kokulu, çoğu da parfümlerle bastırmaya çalıştığımız bu lağımın içerisinde.

Bir de bu lağımlarda akan cerahati “umut da umut” diye ambalajlayıp bizlere yutturmaya çalışanlar var, mecliste oturup hiç de yutturma kaygısı taşımadan anlatanlara ek. Sık sık bahsetmek zorunda kaldığım sahte peygamberler. Hepimizin hayatının bir yerlerinde var onlardan. Ne kadar az, o kadar iyi, ama maalesef bazen bir tane bile olsa hayatınızı cehenneme çevirmeye yeterler. İşleri yolunda gidenler, keyfi tıkırında olanlar, yemekleri tabaklarında sıcacık tütenler, güvenlikli kaleciklerinde yeni mahsûl Kalecik Karası’nı yudumlayanlar, emekçinin birkaç günlük izin taleplerini hayır işi yapar edasıyla onaylayan orta kademe müdürler, madenler işçilerin kafasına çökerken dürüst savcıların kafasına çökenler, bu dünyaya kazık çakmış ve asla ölmeyecek gibi yaşayan budalalar, kafalarında taçlarla televizyon kanallarında, gazete sayfalarında, sosyal medya platformlarında çirkin suretleriyle hayalleri çalan, hayallere kem gözlerini dikenler var. Umudu, aşkı ve romansı ahmaklık sayıp, işlenmiş umudu paketleyerek aklı ve mantığı promosyon rafına iteleyenler.

Birbirimize mavi kuş vesilesiyle sürekli anlattığımız gibi, belli ki buralı naçiz faniler olarak aşağı yukarı şunlardan ibaretiz: yeme-içme, diziler, gün doğuşu-batışı, şarkılar, siyaset, konserler, insan hakları, filmler, faşizm, Berlin, azınlık hakları, mizojini, kadın hakları, kediler, davul-zurna, köpekler, güzel manzaralar, yasak cinsellik, sağcılık, toplu taşıma, solculuk, kumpir fiyat endeksi, İmamoğlu’nun geleceği, TikTok, midye tava, rakının damıtılma biçimleri, hayvan hakları ve istismarı, diyanetin bütçesi ve Ali Erbaş’ın Mercedes’inin modeli, işçi hakları, işveren haksızlıkları, sağlık çalışanlarının ne kadar haksız ve haklı oldukları, Ahmet Hakan ve Fatih Altaylı’nın hadleri, öğretmenlerin atanamaması, Nişantaşı’nın trafiği, köprü trafiği, LGBTQ direnişi, Taksim Dayanışması, Karadeniz’in kabarması, halay, Şenol Güneş’le Fatih Terim’in kariyerleri, dövizin kaderi, Ali Koç, su havzalarının yitirilmesi, Osman Kavala’nın 5 seneye yaklaşan tutukluluğu, dere yatağına yapılan inşaatlar, futbol federasyonu, kanun dışı balık avcılığı, çocuk istismarı, domateslerin hali, ofsayt, ve bir de Pilates ve Yoga.

Bir de, bizim sadece kendisiyle meşgul, ama ne meşgul ve tıpkı Türkiye’nin ta kendisi gibi herkesin her şeyden önce kendisini önemsediğini ve dünyada kendisinden daha önemli hiçbir şey yok sanan bağımsız müzik sektörümüz var ki, işte orada malzeme asla bitmez. Garip bir alt-dünya. Aşağılarda bir yerlerde debelenip duran sevgi böcekleriyle onlara turkuvaz halılardan deste deste gül fırlatan kürsü ve mikrofon sahiplerinin verdiği payelerle hayat bulanların dilleri dışarıda koşturduğu bir mikro manej. Öyle bir kara kâbus ki aslında, hiçbir şey olamamışlığı ve olamayacak olmayı gökkuşakları ve fişeklerle kutlayan, bu şizofrenik halden bahsedeni dışlamaya endeksli bir mahpusluk. Bir yandan buna benzer şeyleri anlatan varoluşçu filozofları anıp, onların insanlık hayrına mahvettikleri varoluşlarına kadehler kaldırırken, yanı başlarında “canımız, kanımız” dediklerini dışlayıp, hatta onlara acıyıp, bu “hallerine” dair haneyi tehdit etmeyen gerekçeler bulup o gerekçeler üzerinde mutabık olan bir ikiyüzlülük. Tam da işler karışırken, ne de olsa Bozcaada’da bir gün batımına kalkan rakı kadehleri kadar engin ve sınırsız, değil mi, hayat?

Hadi diyelim bunlar Kadıköy’ün yine K harfiyle başlayan bir sokağının bir ucundan öbür ucuna uzanan, pek kimselerin umrunda olmayan küçük kral ve kraliçe, pardon, kızçeler. Bir de karanlık doksanlar devleri var. Aslında hepimizin ocağına incir dikilirken uzaktan ağzımızda poğaçalarla geviş getirerek baktığımız yıllarda Cem Uzan’ın kanallarında danseden, ama bugün sadece nostalji kredisinden ailenin aklı hafiften gitmeye başlayan yaşlısı gibi şefkatle şarkıları benimsenen, bunla kalmayıp art arda cover’ları yapılan popçu avanesi var. Şarkılarının, şarkıcılıklarının niteliği beri dursun, Atatürkçü olmaları yetiyor kabul görmelerine. Gönül sofralarının baş köşelerine davet edilip ağırlanmalarına. Gerçek ülküsü bir türlü tam olarak anlaşılamayan esrarengiz siyasetçilerle podyumlarda danslar etmelerine.

Anneler, pardon, analar mahkeme kapılarında ya da meydanlarda ağlarken, istemez miyiz hep birlikte kolkola “aya benzer yüreğim” söylemeyi… neye benziyorsa o ay… daha doğrusu, o yürek… İstemez miydik o analarla birlikte Ekrem Başkan’ın da sevip destekleyeceği makul bir şarkıyla omuz omuza halay çekmeyi? “Ya, hakkaten biz (biz derken biz değil de bizim bu devlet) çok kötü şeyler yaptık, ama şimdi yeni çağ, her şey pek teknolojik ve hatta algoritmik, dolayısıyla sulh zamanı!” demeyi? Faşistin faşisti faşizm üzerinden düzeltip ayar vermeye programlı olduğu enfes rıhtım geceleri ve rakımızın damıtılma süreçleri değil mi aslolan zaten? Yetmişlik göbeğe kaç yazıyordun şef?

“Yaparız bir kolaylık patron, ayıp ettin.” Yeter ki her şey yeri yerinde dursun. Bu çok önemli bir mefhum. Her şeyin yerli yerinde olması. Ve doğru yerinde. Statükonun tam muhafazası demek. Kimse ve hiçbir şey yerinden oynamıyor. Hane ve çocuklar güvende, ebeveyn mutlu, üç nesil. Sermaye emniyette. Herkesin ve her şeyin bir yer var neticede. Başkan, başkan gibi başkan. Patron, patron gibi. İşçisin, işçi kal. Ata, zaten erkil. Erk de erk. Baba, o zaten ABBA. Her şey yerli yerinde. İki yüzlülüğümüz de öyle. İki kere iki yüz.

Debelenip duralım yirmi ikisinden üçüne geçerken, ama bilelim ki bir şeyler olmak, bir şeyler değişmek zorunda. Bir şey. Bu ülke için sadece bir. İki değil. Önce o değişmek zorunda. Tepeden tırnağa, makrodan mikroya, bir şeyler ya değişecek ya da tüm umutlar hep birlikte lağımda çürümeye devam edecek. O esnada enseleri aydınlık tutmaya bakalım, nemelazım. Çünkü, çok ağladık. Çünkü ruhta ayrı olsak da kalpte biriz, çok uzun zamandır beraberiz. Nefesimiz soğuk olsa da yüreğimiz yanıyor ve öylesine genç ama bir o kadar yaşlıyız. Hepimize kutlu, mutlu, umutlu; aşk, heyecan ve müzikle dolu bir yeni dilerim.


Can Sertoğlu Kimdir?

1975 yılında İstanbul’da doğdu. Alman Lisesi’nden mezuniyetinin ardından The University of Texas at Austin’de Radyo-Televizyon-Sinema ve Ekonomi alanlarında çift lisans aldı. 1998’de New York’ta önce Right Track Recording kayıt stüdyosunda, ardından Atlantic Records’da prodüktör Arif Mardin’le birlikte çalışmaya başladı ve şirketin A&R departmanında görev yaptı. Bu dönemde Tori Amos, Stone Temple Pilots, Led Zeppelin, Jewel, Kid Rock, The Darkness, Matchbox Twenty, Craig David gibi sanatçı ve gruplarla çalıştı. Aynı zamanda Brooklynli kült grup World/Inferno Friendship Society’nin menajerliğini üstlendi. 2005 yılında Mor ve Ötesi’nin menajerliğini üstlenmek üzere Türkiye’ye döndü. 2015’e kadar grubun üyeleriyle birlikte kurduğu Rakun Müzik’in Genel Müdürü olarak birçok albümün yapımcılığını yürüttükten sonra 2015-2018 yılları arasında Doğuş Grubu’nun dijital platformu Puhu TV’nin kurucu ekibinde İçerik Direktörü olarak görev aldı. 2019’da kurduğu Ferment Records ile müzik yapımcılığına ve More Management etiketiyle 2005’ten beri sanatçı menajerliğine devam etmektedir. Yakın zamanda tekrar New York’ta yaşamaya başlamıştır.