YAZARLAR

Herkesin faşizmi kendine: Rammstein

Rammstein acımasız, müsamahasız bir ayna. Kaçmak istediğimiz tüm hayaletleri suratımıza çarpıyor. Karanlık gölgeleri yerlerden ve duvarlardan alıp yüzümüze vuruyor; bu yüzden aşkı ve nefreti bir arada yaşatıyor. Grubun toplumsal, siyasî, sosyolojik ve psikolojik okumaları çok güçlü. Sözünü hiç sakınmadan, örtmeden, dinleyiciyi entelektüel olimpiyatlara zorlamadan çatır çatır söylüyor. Bunu son derece stilize ve kitlesel cazibeye sahip şekilde yapıyor ve insana ait hemen her duyguyla oynuyor.

“Sen de benim gibi üzgün müsün?” (“Bist du traurig, so wie ich?”) – Armee der Tristen (“Üzgünler Ordusu”) – Rammstein, Zeit albümü (2022)

Yukarıdaki bu sözler, Rammstein grubunun vurucu onlarca, belki yüzlerce söz dizisinden sadece biri. Dinlerken anında mızrak gibi saplanan bir etkisi var. Beni ilk duyduğumda yakaladı. Belki duyduğum andaki psikolojimden kaynaklıdır, ülkemizde bazı işleri yapmanın ve yaparken kendini korumanın ne kadar zor olduğunu düşünüyordum sanırım. Tutkusuyla iş yapan herkesin başına gelir, kalp kırılırsa, kişi tutkusuna yabancılaşır. Tutku işlerinin çoğunda da o kalp er ya da geç kırılır. Zira tutku bir nevi aşktır ve aşk kırılgandır. Hiç kırılmadan, dökülmeden tutku işini yapmaya devam edenler birer Übermensch (“üstün insan”) veya sahte peygamber olabilir; ki onlardan bolca var topraklarımızda. Ve bence üzgünüz. Teker teker ve hep beraber, topraklarımızda üzgünüz. Kandırılıyoruz, ama bildiğimiz şekilde değil. Kırgınız. Kırılıyoruz, söylendiği gibi değil; kırığız.

Rammstein, isminden başlayarak senelerdir müzikseverleri, akademisyenleri ve kültür-sanat üzerine düşünen yazar-çizerleri eşdeğer ölçüde meşgul etmiş bir grup. Dikkate alınmayarak, yok sayılarak geçiştirilecek boyutu çoktan aşmış bir müzik ve gösteri fenomeni. Müzik, çünkü sayısız albümle liste başarıları ve onlarca hit şarkı. Gösteri, çünkü bir Rammstein konseri başka hiçbir şeye benzemeyecek kadar görkemli bir temaşa. İsmini, Amerika’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası Kaiserslautern kasabası yakınlarında konuşlandırdığı ve 1953’ten beri halen kullanımda olan Ramstein Hava Üssü’nden alıyor. 28 Ağustos 1988’de bu üsteki gösteri uçuşları esnasında meydana gelen ve 70 kişinin ölümüyle sonuçlanan kazanın da grubun ismini seçmesinde etken olduğu söyleniyor. Eklenen ikinci “m” harfiyse Almanca’daki “rammen” fiilinden, yani “bir şeyi bir şeye vurma, vurarak yıkma eylemi”ne bir gönderme. Sonundaki “Stein” yani “Taş” da eklenince hem fonetik anlamda kuvvetli, hem de grubun müzikal anlatısını ve tınısını kusursuz tanımlayan bir isim ortaya çıkıyor.

Berlin Duvarı’nın yıkılmasından kısa süre önce, yaşadığı Doğu Berlin’den Batı’ya hayatını tehlikeye atarak kaçan Richard Kruspe tarafından kurulan grup, onun bir araya getirdiği 6 üyesiyle ilk günden itibaren devam ediyor ve bu onlara dair çok şey anlatıyor. Hepsi Doğu Alman olan bu birbirinden farklı ama bir aradayken tornadan çıkmış harika bir takım hissi veren bu adamlar, Doğu Almanya’da yaşadıkları tekdüzeliği ve yoksunlukları anlattıkları 2015 tarihli belgeselde aynı zamanda müzik yapmanın nasıl neredeyse yasak ve imkânsız olduğundan bahsediyor. Zira ülkede işsiz olmak yasak; ne yaparsa yapsın herkesin bir işi olmak zorunda. Dolayısıyla amatör olarak müzik yapılamıyor. Hikâyenin benim gözümdeki çileğiyse, Kruspe’nin grubun en karizmatik ve bilinen üyesi, aynı zamanda solisti olan, 80’lerin sonunda sepetçilik yapan Till Lindemann’ın sepet örerken şarkı söylemesini duyup Rammstein’a davet etmesi. O dönemde müzisyenlikle ilişkisi First Arsch adlı bir grupta davul çalmaktan ibaret Lindemann’ın bu teklifi kabul etmesi, Almanca gibi popüler müzik için zor ve alışılmadık bir lisanı muazzam şekilde kullanan bu grubu hayatımıza sokan başlıca olay belki de.

Ben grubu sanırım ilk defa 1997’de, Lost Highway filminin eksantrik yönetmeni David Lynch’in filmde kullandığı iki Rammstein şarkısıyla duymuştum. Sonra yıllarca pek ilgilenmedim, ama o zamanlarını, Almanya’da doğmuş ve büyümüş, o yıllarda orada olan, The Ringo Jets grubunun üyelerinden, çalışma arkadaşım Tarkan Mertoğlu’na sordum. Şunları söyledi:

“Rammstein’ı ilk defa Almanya’da yayımlanan Visions adlı dergiyle birlikte verilen bir promo kasette duymuştum. İlk şarkı Rammstein (YN: Lost Highway’deki 2 şarkıdan biri) mükerrer metal riffiyle dikkatimi çekti. Die Krupps ‘un müziğini ve Prong’un Cleansing albümün çağrıştırdı. Daha sonraki Du Riechst So Gut şarkısının kapağındaki homo-erotik durum da dikkat çekiciydi. Almanya’da ilk çıkışlarında pek anlaşılmadılar ve çok sevilmediler. Kulturfabrik adlı mekânda 80-90 kişiye çaldıkları konserde ilk defa canlı seyrettim. Laibach, Kraftwerk gibi gruplardan etkilendikleri belliydi. Yaptıkları çok yeni bir müzik değil ama çok istikrarlı, başarılı ve takdir ettiğim bir grup.”

Belgeselci yaklaşımdan biraz uzaklaşıp Rammstein’in kişisel ve duygusal karşılığına geçelim, ki bu karşılıklar, bu grubu çok özel kılan büyünün yansımaları. Grubun toplumsal, siyasî, sosyolojik ve psikolojik okumaları çok güçlü. Sözünü hiç sakınmadan, örtmeden, dinleyiciyi entelektüel olimpiyatlara zorlamadan çatır çatır söylüyor. Bunu son derece stilize ve kitlesel cazibeye sahip şekilde yapıyor ve insana ait hemen her duyguyla oynuyor. Melodiler basit ama yakalayıcı, ritimler militarist ama içkin, gitar cümleleri köşeli ve sert, klavyeler oyunlu ve hayalperest, nakaratlar çoğunlukla marşımsı, ama bazen coşkulu, çoğunlukla hüzünlü. Hüznü, tam zıttı unsurları kullanarak ve bu kadar yücelterek veren, romantik bir aşk mektubu gibi sevdirebilen az grup vardır herhalde. Şarkılar, onlara özgün tınılarını veren prodüksiyon unsurlarından ve seslerden arınıp iskeletine indirgendiğinde çoğu birer Eurovision veya ergen pop şarkısı olacak kadar basit ve pragmatik anlamda, ilkel. Kitlesel cazibe için birincil formül. İnsanın şarkıları, hayatın müziği bu.

Ama bence ve bende bu grubu en özel kılan şey şu: Rammstein acımasız, müsamahasız bir ayna. Kaçmak istediğimiz tüm hayaletleri suratımıza çarpıyor. Karanlık gölgeleri yerlerden ve duvarlardan alıp yüzümüze vuruyor; bu yüzden aşkı ve nefreti bir arada yaşatıyor. Halının altına süpürülen “günahlar”, örtbas edilen “ayıplar”, yatak odası sırları, kişinin kendine itiraf etmekten çekindiği, dolaplara tıkılmış iskeletler, toplumsal tabular, evlerden ırak öcüler hep birlikte bu grubun şarkılarında, sözlerinde, video kliplerinde ve sahne şovlarında bir araya gelip, döne döne göğe doğru yükselip başımızdan aşağı boca ediliyor. Tıpkı Lindemann’ın sahnede penis şeklinde dev bir topun üzerine binip yüzlerce seyircinin başından aşağı dakikalarca beyaz köpükler boşaltarak onları ihya ettiği gibi. Toplumların, dinlerin, politikacıların, kapitalizmin ve onun beşiği Amerika’nın, güç odaklarının, kısacası insanın ikiyüzlülüğünü görkemli sunumlarla anlatırken, sisteme “sallarken” bunu sistemin ve statükonun içinde yapıyor olmaları elbette çelişkili bir durum, ama aslında bunu da kabullenecek kadar samimi, hakiki ve serinkanlılar. Almanlıktan, hatta Doğu Almanlıktan gelen yapısal kişilik özelliklerinden olsa gerek, verdikleri röportajları, söyledikleri şeyleri ve müziklerini dinlerken kendinizi kandırılmış hissetmiyorsunuz. Her biri ayrı ayrı doğru düzgün konuşan, kendisiyle barışık ve dalga geçebilen, ama aynı zamanda işlerini son derece ciddiye alan ve saygı duyan karakterler. Eşi benzeri zor görülür bir üretkenlik, istikrar, motivasyon ve heyecan içinde yaratmaya devam ediyorlar.

Rammstein deyince akla ilk başta video klipleri geliyor. Müzikle görüntüyü evlendirmek çok zor ve hummalı bir iştir, hummanın ta kendisidir. Pahalıdır, zahmetlidir, planlar ve demolarla sonuçlar pek örtüşmez. Başka bir anlatıcıya, zihne ve göze emanet edilen şarkı bazen vezir, bazen rezil olabilir. Rammstein, şarkılarını bir şekilde hemen her defasında video klibiyle vezirleştirmiş bir grup. Her kliplerinde yılmadan, bıkmadan, usanmadan, yepyeni kıyafetler, makyajlar ve karakterlere bürünerek ama mutlaka 6’sı birden yer alıyorlar. Bu da bir gruba ve anayasasına dair çok şey söylüyor. Bu şekilde, vezirleştirdikleri kliplerinin de her zaman efendisi, yani işin başındaki patronlar oluyorlar. 10 senelik bir sessizliğin ardından 2019’da pat diye çıkardıkları, çıktığı gün müzik dünyasının gündemine bomba gibi düşen, Almanya’nın tarihini olağanüstü bir yaratıcılık ve prodüksiyonla betimleyen Deutschland klibi, grubun video arşivine dalmak için iyi bir başlangıç olabilir. Eğer hiç Rammstein klibi izlemediyseniz epey şanslısınız, sizi harika bir görsel-işitsel şölen bekliyor. Ama ülkemizde basın bültenlerine sıkıştırılıp içi boş, sası ve zevksiz sahneleri tarif etmek için kullanılan şekliyle değil; dolandırmayan, gerçek bir şölen.

Sözlerdeki Almancayı kullanırken genellikle basit ve dünyada karşılığı olan kelimelerin seçildiği, sert sessizlerin üzerine basa basa seslendirildiği, görsel estetiğinde ideolojik ve kültürel birçok koddan ödünç alınarak bunların işlere yansıtılmaları sonucu sıkça Nazizm, ırkçılık, faşizm vb. kavramları övmekle itham edilen, bu ithamları defalarca reddederek tam zıttı bakış açılarını anlatsalar da bir kesime bir türlü kendilerini anlatamayan bir grup Rammstein. Buna rağmen, aslında iki şey bir arada oluyor ve sorun, sorun olmadan çözülüyor: Sevmediği, hatta nefret ettiği bir şeyi o şeyin kültürel kodlarından, görsel imgelerinden ve konvansiyonel anlatılarından ödünç alarak eleştirmek bir kulvarda yürürken, yan kulvarda da herkesin içindeki irili ufaklı faşistlere hitap ederek belki de kimsenin masum ve lekesiz olmadığı anlatılıyor ve şarkılarına, videolarına konu olan doğum-ölüm, (ultra-)vahşet, cinsellik, pornografi, BDSM, savaş, yıkım, para, güç, sömürü, efendi, köle, fail, mağdur vb. temaların hepsinde herkes bir şeyler buluyor. Bu şekilde, grupla ve müziğiyle kurulan ilişkinin sübliminal boyutu da canlanıyor. Grupsa hem insanların içinde hem de dışarıda büyüdükçe büyüyor. Kullanılan ögeler ve tarz, bazılarınca şok etkisi ve sansasyonelizm üzerinden kitlelere oynamak şeklinde değersizleştirilmeye çalışılsa da ben bu ifade biçimini tam tersine ultra-dürüstlük olarak tanımlıyorum.

Rammstein, öncelikle bir heavy-metal grubu. Bu çerçeve altında endüstriyel metal janrının “Neue Deutsche Härte” akımını şekillendiren başat isim. Endüstriyel müziğin atalarından Killing Joke ve Ministry gibi gruplardan etkilendikleri aşikâr. Metalin kendine has kültürüne ve tavizsiz düsturuna yakın ve yatkın adamlar. Çekirdekten geliyorlar, gökten inmediler. Eşine, benzerine rastlanmayacak sahne performansına ve iş ahlakına sahipler. Bunlarla ilgili grubu sevdiğini bildiğim müzik yazarı dostum Barış Akpolat’a fikrini sormak istedim, şunları söyledi:

“Endüstriyel metali hem de Almanca gibi zor ve müzikte alışılagelmişin çok dışında bir dille ana akıma dönüştürmeleri beni her zaman büyülemiştir. Endüstriyel metalin tüm öğelerini buluşturdukları albümleri arka arkaya ara vermeden dinlediğimde şunu farketmiştim: Bu grup gerçek anlamda gelişimi simgeliyor bu yüzden progresif bir müzik yapıyor. Kimseyi umursamadıkları, tabu yıkan klip, söz ve duruşları ise alkışı hak ediyor. Sonisphere 2010 festivalinde grubu İstanbul’da izlediğimde neye uğradığımı şaşırdığımı çok iyi hatırlıyorum.”

Bu görüşlerine katılıyor, festivaldeki hissiyatını da aynen paylaşıyorum. O festivalin Türkiye’deki organizatörü Siyabend Suvari de benimle şunları paylaştı:

“Rammstein ismine ve cismine uygun gizemli havası olan bir grup. Doğu Alman ruhunu ekiplerinde ve çalışma disiplinlerinde hissetmek mümkün. Standartlarını yakalayabilmek için kendi ses firmalarını kurmaları işlerindeki ciddiyetlerini ve tavırlarını çok iyi gösteriyor. Benzer vizyona ve standartlara ulaşabilen partnerlerle devam ediyorlar. 100 TIR yerine 10 TIR malzemeyle dolaşıp maliyetlerini düşürmeyi seçebilirlerdi, ama o zaman Rammstein olamazlardı belki de. Müzik piyasasında pek bulunmayan 'sadakat' müessesesini benimsemiş ender gruplardan.”

Rammstein için daha çok fazla şey yazılabilir, söylenebilir. Bir yazıda ele almak için fazla büyük ve ağır bu “yıkım taşı”. Yıktıkları her şeyi büyüterek onlarla birlikte büyümeyi başaran bir müessese Rammstein. Sadece sözleri veya video klipleri üzerine üniversitelerde dersler açılabilir. Sahne prodüksiyonlarında, turne ekiplerinde staj veya asistanlık yapacak gençler ileride bu işlerin piri olacakları altyapıyı kazanabilir. Çok sayıda içki masasında grubun ideolojik duruşu, müzikal yetkinliği, sahne çılgınlıkları sabahlara kadar tartışılabilir, muhtemelen Du Hast, Keine Lust, Deutschland, Amerika, Links…2 3 4 gibi şarkılar eşliğinde kavga dövüş birbirine girilir, ardından Rosenrot, Haifisch, Reise Reise, Sonne, Zeit gibi şarkılarla da gözyaşları içinde birbirine sarılınır. Tüm bunlar olurken Till Lindemann, Paul Landers, Christoph Schneider, Christian ‘Flake’ Lorenz, Richard Kruspe, Oliver Riedel adlı altı yoldaş ya kollarını kavuşturup gülümseyerek bakarlar ya da bir yerlerde aynı anda sahneleri ve yürekleri yakarlar. Hassasiyetlerimizi deşe deşe bizi bize anlatırken, kendi kafamıza ördüğümüz çorapların, ruhlarımızı mahkûm ettiğimiz hapishanelerin, en sertini kendimize layık gördüğümüz (ön)yargıların ve cezaların hayatlarımızı nasıl mahvettiğini gösterirler. Ne de olsa, herkesin faşizmi kendine. Rammstein sihri milyonlar tarafından paylaşılan bir mucize ve iyi ki var.


Can Sertoğlu Kimdir?

1975 yılında İstanbul’da doğdu. Alman Lisesi’nden mezuniyetinin ardından The University of Texas at Austin’de Radyo-Televizyon-Sinema ve Ekonomi alanlarında çift lisans aldı. 1998’de New York’ta önce Right Track Recording kayıt stüdyosunda, ardından Atlantic Records’da prodüktör Arif Mardin’le birlikte çalışmaya başladı ve şirketin A&R departmanında görev yaptı. Bu dönemde Tori Amos, Stone Temple Pilots, Led Zeppelin, Jewel, Kid Rock, The Darkness, Matchbox Twenty, Craig David gibi sanatçı ve gruplarla çalıştı. Aynı zamanda Brooklynli kült grup World/Inferno Friendship Society’nin menajerliğini üstlendi. 2005 yılında Mor ve Ötesi’nin menajerliğini üstlenmek üzere Türkiye’ye döndü. 2015’e kadar grubun üyeleriyle birlikte kurduğu Rakun Müzik’in Genel Müdürü olarak birçok albümün yapımcılığını yürüttükten sonra 2015-2018 yılları arasında Doğuş Grubu’nun dijital platformu Puhu TV’nin kurucu ekibinde İçerik Direktörü olarak görev aldı. 2019’da kurduğu Ferment Records ile müzik yapımcılığına ve More Management etiketiyle 2005’ten beri sanatçı menajerliğine devam etmektedir. Yakın zamanda tekrar New York’ta yaşamaya başlamıştır.