YAZARLAR

Rejim, siyasal partiler ve seçim yasası

Bugüne kadar yaşadığımız seçimleri ayarlama girişimlerinin MHP-AKP tarafından önümüzdeki günlerde yoğun bir biçimde sürdürüleceğini tahmin etmek zor olmayacaktır. Yeni anayasa söylemi ve insan hakları eylem planı da dahil olmak üzere siyasal iktidardaki ittifakın -inandırıcı vaatlerde bulunmanın dahi politik imkanlarını yitirmişken- ana gündemi budur.

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıkladığı insan hakları eylem planında yer alan en dikkat çekici konu hiç beklenmedik bir yerde, “daha güçlü bir insan hakları korumu sistemi” başlığı altında geçen siyasal partiler ve seçim yasalarında yapılacak değişiklik “vaadi” oldu. “Daha güçlü insan hakları koruma sistemi” deyince ulusal insan hakları kurumları, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolu gibi mekanizmaların aklımıza gelmesi doğaldır, fakat seçim ve siyasal partiler yasalarının değiştirileceğinin bu başlıkla ilgisini kavramak doğrusu güç. Başlık seçimini sorgulamak yerine, AKP-MHP ittifakının, daha çok MHP kanadında sürekli tekrarlanan seçim ve siyasi partiler yasalarını değiştirme arzusu ile daha çok AKP kanadında gündemleştirilmeye çalışılan yeni anayasa stratejisini uygun bir başlık altında değerlendirmek daha doğru olur.

SEÇİM, DEMOKRASİ, DİKTATÖRLÜK

Türkiye, kendine özgü bir siyasal rejime sahip değil, benzer pratikleri uygulayan, benzer siyasal stratejiler izleyen “yerli ve milli” denkleri var; Avrupa’da Polonya ve Macaristan; Amerika’da Brezilya, Asya’da Filipinler birbirinden öğrenen siyasal rejimler. Az ya da çok, kendi meşreplerince birbirlerine öğretiyorlar. Biz bize benzemiyoruz, kapitalist dünya ekonomilerinin siyasal birimleri olarak ulus devletlerin hiçbiri kendine özgü değil. Fransız filozof Balibar’dan destek alarak, 1970’lerde başlayan demokrasinin öznesizleştirilmesi, yurttaş ile politika arasındaki olmazsa olmaz bağların koparılması sonucu oluşan iki karşıt eğilimin -teknokratikleşme ve popülizm- kaynaşması sonucu oluşan yeni tip otoriter rejim varyasyonlarından bahsetmek mümkün. Bu rejimlerin farklılıkları bir yana, en önemli ortak özellikleri kurumsuzlaştırma, yürütme gücünün sınırlarını olabildiğince zorlama ve plebisiter yollarla elde ettikleri siyasal gücü demokratik meşruiyetini kaybetse dahi sürdürme girişimleri. ABD’de benzer stratejileri zorlayan Trump’ın 3 Kasım 2020’deki seçim yenilgisi sonrası gerçekleşen kongre baskını, kurumların sınırlayıcı kapasitelerinin ve dirençlerinin derecesinin ne denli kritik olduğunu gösterdi. Çünkü otoriter rejimler altındaki demokrasi görüntüsünün sürdürülmesi bakımından en kritik aşama hâlâ seçim olarak duruyor. İktidarın barışçıl bir yolla el değiştirmesi, azınlık olanın çoğunluk olabilme ihtimalini mümkün kılan seçimler karşısında bu rejimlerin karakterinin neye evrileceğini öngörmek zor değil. Türkiye bu kategoride düşünülmeli, elbette MHP-AKP ittifakının seçim sistemi ve siyasal partiler kanununa ilişkin çalışmaları ve HDP’yi yok etme çabaları da.

Seçim sistemlerinin ve siyasal parti kurumsallaşmasının olağan biçimsel demokrasiler bakımından çok önemli üç rolü var. Seçim sistemleri iki şeyi bir arada yapmaya yarıyor, birincisi hem yönetebilir çoğunluklar yaratır, çoğunluk inşa ederken hem de seçmenlerin oy verme yoluyla yönetime katıldıkları inancını artırıyor. Seçmeni sistemin içinde tutuyor. Çoğunluk inşasında barajlı nispi temsil ya da dar bölge çoğunluk sisteminin çok farklı sonuçlar yaratabileceğini biliyoruz. MHP-AKP’nin seçim sistemi değişiklik önerisinin amacı da bu değişik sonuçlardan kendilerini iktidarda tutmaya en yakın olanını belirlemek. Bir tür çoğunluk yaratma mühendisliği yoluyla oyuna tek taraflı yeni kurallar koymak. Siyasal partiler, olağan bir biçimsel demokraside iktidarda ya da muhalefette olsun yurttaşların kurumsallaşmış siyasal katılım araçları olarak toplumsal çatışmaları belirleyen talep ve arzuları demokratik yollarla tartışılabilir kılıyor ve iktidarın demokratik yollarla değişimini sağlayan kurumlar olarak sistemin temel unsuru olarak var oluyor. Partilerin neyi yapıp yapamayacaklarına, hangi taleplerin taşıyıcısı olup hangilerinin olamayacaklarına, kimlerin üye ve yönetici olup kimlerin olamayacağına, kuruluşları ve işleyişlerine ilişkin yasal düzenlemeler de bu nedenle sistemin demokratik açıklığı ve kapalılığını belirleyen temel yasalar olarak öne çıkıyor. Seçime ilişkin kuralların, seçim sisteminin ve kurumsallaşmış parti sisteminin demokratik meşruiyetini yitirmekte ve otoriterleşmekte olan bir iktidar ittifakı tarafından değiştirilmeye çalışılmasının nedenlerini anlamak güç değil. Türkiye’de bunu düşünmek için teorinin çok ötesine geçen nedenlerimiz var.

Seçimin sağladığı demokratik meşruiyetin hâlâ önemli olduğu muhakkak. Erdoğan’ın 2010 anayasa referandumundan beri, mahalli seçimlerden genel seçimlere; halk oylamasından cumhurbaşkanlığı seçimine her oylamada kendisini oylattığını on yıllık deneyimimiz gösteriyor. Türkiye’de AKP’nin içinden çıkan iki yeni parti de dahil olmak üzere, sağ kanat siyasette AKP’nin ilk defa bu kadar çok rakibi var. Anketlerin önemli bir kısmının gösterdiğine göre de Erdoğan’ın yüzde 50 ya da üzeri oy alması da mümkün değil. Burada otoriter rejimlerin kurumsuzlaştırma stratejilerinin mümkün kıldığı bir uygulama olarak “seçimleri ayarlama” hadisesi devreye giriyor. MHP-AKP’nin bunun için giriştiklerine bakalım.

HDP’ye MHP zoruyla açtırılan incelemeyi ve muhtemelen başlayacak parti kapatma sürecini, başka sebeplerle birlikte öncelikle buradan düşünmek gerek. İkinci olarak ittifak yasası örneğinde gördüğümüz gibi iktidar ittifakının lehine seçim düzenlemelerinin göz göre göre yapıldığına dikkat çekilmeli. Üçüncüsü ve önemlisi gerek iptal edilen İstanbul seçimlerinde gerekse de 2017 halk oylamasında Yüksek Seçim Kurulu’nun iktidar lehine, yasa metinlerine aykırı olarak verdiği kararlar doğru bir bağlama oturtulmalı. Son olarak demokratik yollarla oluşan/oluşması beklenen her kurumun üzerine çöken kayyum rejimi aracılığıyla, iktidarın çıkarları doğrultusunda doğrudan İçişleri Bakanlığı tarafından seçilmiş kişilerin yerine kayyum olarak atanan mülki idare amirlerince seçim mefhumunun anlamsız kılınmasını ekleyebiliriz. Bugüne kadar yaşadığımız seçimleri ayarlama girişimlerinin MHP-AKP tarafından önümüzdeki günlerde yoğun bir biçimde sürdürüleceğini tahmin etmek zor olmayacaktır. Yeni anayasa söylemi ve insan hakları eylem planı da dahil olmak üzere siyasal iktidardaki ittifakın -inandırıcı vaatlerde bulunmanın dahi politik imkanlarını yitirmişken- ana gündemi budur. Demokratik muhalefet için Türkiye’de sorunun esaslı kısmı artık otoriter bir siyasal iktidarı seçimler yoluyla koltuğundan indirmek değil; iktidarın barışçıl yollarla, adil ve güvenceli bir seçim sonucunda değişebileceğinin siyasal güvencelerini yaratmaktır. Çünkü sorunun bu esaslı kısmına ilişkin politika eğer muhalefet partileri tarafından üretilmezse, geri kalan kısmı kendiliğinden anlamını yitirecektir. Oyunun kurallarının sonradan belirlendiği, hakemin, seyircinin oyunun bir tarafınca kendisinin kazanması için değiştirildiği bir oyuna, o şekilde girmenin bir anlamını kendi tarihimizden biliyoruz. Diktatörlük eşiğinde olduğumuzu söyleyip, diktatörlük koşullarında siyasal iktidardaki ittifakın bekasını sağlamak için konmuş kurallara güvenmedeki çelişkiyi sanırım ayrıca göstermeme gerek yok.

İNSAN HAKLARI EYLEM PLANININ GERİ KALANI

Seçim yasası ve siyasal partiler yasasının değiştirilmesi vaadinden ayrı olarak, insan hakları eylem planını değerlendirmek gerekir mi? Kısa yanıtım, Hayır! Daha uzunu, Ankara’da on dokuz, yirmi yaşındaki öğrenciler GBT yapılıp kaçırılır ve ölümle tehdit edilirken; Ankara Valiliği sorumluların bulunması için yapılan başvurulara yanıt vermezken; Boğaziçi’nde öğrenciler cinsel yönelimleri gerekçesiyle bizzat İçişleri Bakanı tarafından hedef gösterilip öğrenciler tivitleri nedeniyle tutuklanırken; insan hakları savunucuları hapsedilirken; AİHM kararlarına rağmen Kavala ve Demirtaş cezaevinde rehin tutulurken; adalete ulaşamayan on binlerce insan OHAL Komisyonu kapısında bekletilirken; İnsan Hakları Derneği İçişleri Bakanı tarafından hedef gösterilirken; zorla kaybetme, işkence yöntemleri insan onurunu sistematik biçimde zedelerken insan hakları eylem planı değerlendirilmez. Değerlendirmenin koşulları oluşmamıştır. Bu kadarıyla söylenebilecek olan şununla sınırlıdır: Önce yeni ilkeler diye yazdığınız, kamu hukukumuzda yüz elli yıldır var olan anayasal ilkeleri uygulayın; kullanılmaz kıldığınız haklarımızın, anayasal güvencelerimizin üzerindeki ellerinizi çekin. Boğazımızı sıkmayı bırakın.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.