Prof. Uysal: Güvenlikli siteler kentsel yarılmalara ve karşıtlıkların bilenmesine neden oluyor

Prof. Dr. Ayşen Uysal, üst sınıfların yaşadığı kapalı ve güvenlikli yerleşimlerin yaygınlaşması ile kentlerin giderek toplumsal eşitsizliklerin yeniden üretildiği mekânlar haline geldiğini söyledi.

Prof. Dr. Ayşen Uysal
Google Haberlere Abone ol

Namık Alkan

DUVAR - İzmir Büyükşehir Belediyesi Akdeniz Akademisi'nin 11-12 Mayıs tarihlerinde Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde (AASSM) düzenlediği "Kent, Mekân ve Toplumsal Eşitsizlikler" sempozyumu büyük ilgi gördü. İki gün süren ve 3 oturum halinde yapılan sempozyumda, Türkiye ve Fransa’dan bilim insanları katıldı. Sempozyumda Kentsel Mekânlar, Toplumsal Yarılmalar, Kentsel Toplumsal Eşitsizlikler, Yerel Siyaset ve Eşitlik Mücadelesi konuları tartışıldı.

Sempozyum Düzenleme Kurulu Üyesi ve Science Po Paris Uluslararası Araştırmalar Merkezi'nden Prof. Dr. Ayşen Uysal, Toplumsal Eşitsizlikler ve sempozyum hakkındaki sorularımızı yanıtladı.



"Kent, Mekân ve Toplumsal Eşitsizlikler" sempozyumunu düzenlerken hangi fikirden yola çıktınız? Sempozyumu değerlendirebilir misiniz?

Bu sempozyumu düzenleme konusundaki ilk adımı yaklaşık on beş ay önce attık. İlk düşündüğümüz tarih Kasım 2021 idi, ancak pandemi konusundaki gelişmeler sempozyumu bu tarihte düzenlememize olanak tanımadı. Zira bu toplantıyı mutlaka yüz yüze gerçekleştirmek istiyorduk.

'İZMİRLİLİK KİMLİK VE FİKRİNİN ÇOK FAZLA YÜCELTİLMESİ BİR ENGEL'

Neden böyle bir toplantı düzenledik? Bu başlık altında bir sempozyum düzenlemeyi önerirken aklımda üç şey vardı. Bunlardan ilki, bilimin ancak eleştirel düşünce ile ilerleyeceği fikrinden hareketle, İzmir Büyükşehir Belediyesi Akdeniz Akademisi bünyesinde Prof. Dr. İlhan Tekeli başkanlığında yürütülen "İzmir için kamu alanı ve kent düzeyinde bir komünite oluşturma stratejisi" toplantılarında yapılan tartışmaların eleştirisiydi. Zira bu toplantılarda, "sınıfsal farklılıkları göz ardı edip hatta yok sayıp İzmirlilik üst kimliği ile bir komünite oluşturulabileceği fikri hakimdi. İzmirlilik üzerinden kurulabilecek bir kimliğin birlikte yaşam/ortak yaşam için yeterli olacağı fikri baskındı. Akdeniz Akademisi’nin web sayfasından söz konusu çalışmanın İlhan Tekeli tarafından kaleme alınan metnine ulaşılabilir. Sadece fikir vermesi bakımından Tekeli’nin burada kentsel yaşam pratiklerinin oluşturduğu komünite hissinin kente bir bağlılık yarattığı fikrinden yola çıktığını söyleyebilirim. Yani burada komünite bir tür farklılıkların üzerini örten bir anlayış olarak karşımıza çıkıyor. Farklılıklara rağmen bir arada yaşamayı mümkün kılan bir aidiyet olduğu da söylenebilir ancak ben bunun biraz zorlama olacağını düşünüyorum. Gerçekten de "İzmirli olmak" bir arada yaşamak için yeterli bir tutkal mı? Ben uzun yıllardır İzmirlilik kimlik ve fikrinin çok fazla yüceltilmesinin şehri kendi içine kapattığını ve kültürel gelişiminin önünde bir engel oluşturduğunu düşündüm ve savundum. Ve bu kimliğin bu kadar yüceltilmesinin ayrımcılığı beraberinde getirdiğini ve tehlikeli olduğunu düşündüm. Bu sempozyum da aslında mekânsal olarak olabildiğine ayrışan günümüz kentlerinde ne kadar bir arada yaşadığımızı sorgulamayı hedefliyordu.

Tam da buradan hareketle toplantının temelindeki asıl düşünceye gelebiliriz. O da uzun yıllara dayanan kente dair gözlemlerimiz. Benim öğrenciliğim Ankara’da tam da orta üst sınıfların Gaziosmanpaşa ve Çankaya’dan Eskişehir yolu tarafına “göç etmeye” başladığı bir döneme denk gelir. O zaman kendi kendime sorardım “niye Çankaya bırakılır da in cin top oynayan yerlere taşınılır” diye. Bu süreç yıllar içinde başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerde hızlanarak devam etti. Alt-orta sınıflar ve yoksullarla mekânsal ayrışmalar çok keskin haller almaya başladı. Özellikle 2000’li yıllarda bu konuda oldukça az sayıda bilimsel çalışma, ki bunların başında Jean-François Pérouse ile Didem Danış’ın 2005 yılında güvenlikli siteler üzerine kaleme aldığı makale gelir, yapıldı. Orta sınıf göçünün ve kendi içine kapalı yaşamasının toplumsal bir mesele olarak görülmemesi, buna karşılık yoksulların ve kitlesel dış göçün sorun olarak görülmesi sanıyorum bu meseleye bilimsel ilgiyi sınırlı tuttu. 

'KENTSEL MEKÂNLAR GİDEREK AYRIŞMAYA BAŞLADI'

İzmir’de durum nasıl, sizin gözlemleriniz nelerdir?

İzmir’de kapalı, güvenlikli üst sınıfların yaşadığı yerleşimler İstanbul’a göre daha geç yaygınlaştı. Son yıllarda başta İstanbul olmak üzere kente üst sınıf göçü bu süreci çok hızlandırdı ve kentsel mekânlar giderek ayrışmaya başladı. Kent giderek artan oranda toplumsal eşitsizliklerin yeniden üretildiği bir mekân haline geldi. Aynı kentsel mekânları kullanmayan, yerel yönetim hizmetlerine erişimde eşitsiz konumda bulunan toplumsal sınıflar ve kentsel yarılma ile karşı karşıyayız. Elbette sadece İzmir’de değil, diğer büyük kentlerde de böyle. Bu sınıfsal yarılmalar çoğu durumda etnik, dinsel ve toplumsal cinsiyete dayalı ayrışmalarla kesişiyor ve eklemleniyor. Üstelik de kentsel dönüşüm, soylulaştırılma politikaları ve göç, toplumsal ve mekânsal eşitsizliklere başka boyutlar da kazandırıyor.

İzmir örneğinden ilerlersek, kentin iki ucunda yaşanan dönüşümler bizi belki de hiç olmadığı kadar kent, mekân ve toplumsal yarılmalar üzerine düşünmeye itiyor. Burada özellikle İzmir’e üst sınıf göçü ile yeniden şekillenen Mavişehir ve çevresi, Seferihisar’ın bazı kesimleri ile Urla’da konut/site alanında yaşanan dönüşümlerden, inşa edilen ekonomik, sembolik ve materyal bariyerlerden söz ediyorum.

Tüm bu dinamikler kentten kente, ülkeden ülkeye farklılıklar gösterebiliyor. Bu sempozyumda İzmir kadar Paris ve Lyon kentlerindeki duruma da baktık. Hem sorunları tespit etmek hem de olası çözümler üzerinde karşılaştırmalı olarak düşünebilmek için. İzmir’de İzmirlilik önemli bir tartışma iken, aynı meseleleri tartışmak için Paris’te "parisien.ne" olmanın neden tartışma konusu bile yapılmadığı önemli ve üzerinde düşünülmesi gereken bir soru bence.

Tam da bu gözlemlerden yola çıkarak, bu uluslararası sempozyum temel bir varsayımdan yola çıkarak şekillendi. "Konut/barınma/yaşam alanları, toplumsal yarılmaları gözleyebileceğimiz en somut göstergelerden biridir. Konut/yaşam alanları, mekânsal ve sembolik toplumsal yarılmalara ayna tutar." Bu yarılmalar sadece mekânsal değil, aynı zamanda yaşam tarzlarından (kültürel sermaye), ideolojik ve sembolik konumlanmalardan kaynağını alan yarılmalardır.

Ve son olarak, Paris Kent Sosyolojisi Merkezi'nin 1950’lerden beri yaptığı çalışmaların da bu toplantının ardında yatan düşünsel planı oluşturduğunu eklemek isterim.

Prof. Dr. Ayşen Uysal

'KENTLER SINIFSAL KARŞILAŞAMAMALAR ALANI'

Kent aynı zamanda bir sınıfsal karşılaşmalar alanı. Bunun kent tasarımlarındaki yansımaları nasıl oluyor, anlatabilir misiniz?

Kentler aslında giderek bir sınıfsal karşılaşamamalar alanı haline gelmeye başladı. Bu sempozyum tam da bu toplumsal meseleye dikkat çekmek için düzenlendi. Sempozyumun gerisindeki düşünsel arka planı özetle anlatırken, az önce kentsel yarılmalara dikkat çekmeye çalıştım. Bu sorunuzdan hareketle dilerseniz meseleyi daha da somutlaştırayım. Özellikle de İzmir örneğinden hareketle. Seferihisar ve Urla’da oluşan yarılmalar, güvenlikli siteler, bir yandan başta İstanbul’dan olmak üzere İzmir’e üst-orta sınıf göçü ve kentteki etkileri, diğer yandan Suriye’den, Afganistan’dan, Afrika’dan gelen göç dalgası ve kentteki etkileri. İlki toplumsal bir mesele olarak görülmeyen göç iken, ikincisi toplumsal sorun olarak görülen göçe örnek teşkil ediyor. Toplumsal bir mesele olarak görülsün ya da görülmesin, her iki göç ve yarattıkları mekânsal yarılmalar İzmir’i dönüştürüyor. Bu dönüşüm belki de hiç olmadığı kadar bu ayrışmaların, sınıfsal içe kapanmaların doğuracağı sonuçları düşünmemizi gerekli kılıyor. Herkes kendi benzeri ile yaşama eğiliminde. Bu da kentlerde ortak kullanım alanlarının gerçekten ortak olmaktan çıkmasına, karşılaşmaların istisnalaşmasına ve karşıtlıkların bilenmesine yol açıyor.

Kapitalist sistem kendini yeniden üretmek için eşitsizliğe ihtiyaç duyuyor. Bunun sonucu olarak yaşadığımız şehirlerde giderek büyüyen bir adaletsizlik söz konusu. Bir yanda her tür imkâna sahip zengin gettoları, diğer yanda kentin sadece yaşamaya çalışan insanlarını yer aldığı yoksul mahalleleri. Bu adaletsizlik nasıl giderilir?

Kapitalist sistemin kendi içinde bu adaletsizliği ortadan kaldırmanın yolu yok, ancak törpülemenin yolları deneniyor. Paris örneği bu açıdan önemli, zira orada uygulanan politikalardan biri toplumsal karma. Örneğin, yoksulların ve göçle gelenlerin yaşadığı mahallelerde birtakım teşviklerle konut edindirme politikaları izlenmesi, alt-orta sınıflarla yoksulların birlikte ikâmet ettiği mahalleler oluşturmaya yönelik politikalar, vs. Bu politika da çeşitli yönlerden eleştiriliyor. Yarılmayı yeniden üreten politikalar mı, yoksa toplumsal karmayı hedefleyen politikalar mı? Sempozyumda iki gün boyunca tam da tartıştığımız mesele buydu. Yerel yönetimlerin önündeki en büyük açmazlardan biri bu mesele. Karşılıklı görüş alışverişleriyle tartışmaya ve çözüm yolları aramaya devam edeceğimiz çok önemli bir mesele.

'YEREL YÖNETİM EŞİTSİZLİK VE ADALETSİZLİKLERİ AZALTACAK POLİTİKALAR GELİŞTİREBİLMELİ'

Kent ve mekânlarda sınıfsal pozisyonlardan kaynaklanan toplumsal eşitsizliklerin giderilmesi ve ortak kamusal alanlar yaratma konusunda yerel yönetimler ne neler yapabilir, önerileriniz nedir?

Bu konuda partilerin siyasal tercihleri, belediye başkanlarının dünya görüşleri belli sınırlar içinde de olsa birbirinden oldukça farklılaşabiliyor. Aynı partiden olsa bile bakıyorsunuz bir belediye başkanı sadece kentin elitleri ile temas içinde olmayı ve üst sınıfların yaşadığı mahallelere hizmet götürmeyi tercih ediyor, bir başkası önceliği alt sınıf yerleşimlerine veriyor. Dolayısıyla nasıl bir kent, nasıl bir yerel yönetim sorularına verilecek yanıt sizin politikalarınızın genel hatlarını daha en baştan belirliyor. Kente ve kent politikalarına dair yaptığım incelemeler ve gözlemler bir mahallede yaşayanların sadece taleplerinden hareketle yapılan hizmetlerin o kentteki eşitsizlik ve yarılmaları mevcut haliyle korumaya hizmet ettiği yönünde. Bir yerel yönetim bu taleplerin ötesine de geçip kenti dönüştürmeyi hedeflemeli, eşitsizlik ve adaletsizlikleri azaltacak politikalar geliştirebilmeli. Sempozyum açılış konuşmamda örnek olarak vermiştim. İzmir’de Sahilevleri denilen bölgede yaşayanların çevredeki yoksul mahallelerden hafta sonu piknik yapmak için gelenlerden rahatsızlık duyması ve evlerini satmaya başlamaları üzerine dönemin belediye yönetimi orada bir sahil düzenlemesi yaptı ve piknik yapmayı zorlaştıran bir hale dönüştürdü oranın sahil şeridini. Bu bir kent politikası tercihidir ve eşitsizlikleri daim kılmaya yöneliktir. Yine sempozyum açılış konuşmamda dile getirdiğim gibi bu örnek, "kentsel mekânlar sık sık dile getirildiği gibi ortak değil, hepimizin değil, kentsel mekânların birer sahibi var ve uygulamada herkese açık değiller" tespitimi doğrular nitelikte örneklerden sadece biri.

Kentlerdeki tüm bu gelişmelerle birlikte, metropolleşmenin de etkisiyle, yereli yönetmek günümüzde çok zorlaştı. Belediyelerin, özellikle de büyükşehir belediyelerinin işi artık çok daha zor. Mekânsal toplumsal olarak yarılan kentleri yönetmedeki zorluk, tüm bu meseleler üzerine konuşmamızı ve birlikte çözüm aramamızı belki de hiç olmadığı kadar elzem kılıyor.