Prof. Dr. Zümra Atalay: Şefkat, cesaret ister ve korkaklara göre değildir

Prof. Dr. Zümra Atalay ile 'Şefkat Korkaklara Göre Değil' çalışmasını konuştuk. Atalay, "Eğer kalplerimizi yaralarımıza açabilirsek, kendimizi içeriden iyileştirme gücünü keşfedebiliriz" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Uzak Doğu’dan çıkıp bin yıllar sonra psikoloji biliminin ilgi odağı haline gelen, anda kalmayı, acıları kabullenmeyi ve onlara şefkatle yaklaşmayı içeren 'mindfulness felsefesi', Türkiye’de ilk kez tüm yönleriyle tek bir kitapta toplandı. Dr. Erik van den Brink, Frits Koster ve Prof. Dr. Zümra Atalay imzalı 'Şefkat Korkaklara Göre Değil – Mindfulness Temelli Şefkatli Yaşam İçin Uygulama Kılavuzu' çalışması, İnkılâp Kitabevi tarafından yayımlandı.

Akademisyen ve yazar Prof. Dr. Zümra Atalay, 'Şefkat Korkaklara Göre Değil – Mindfulness Temelli Şefkatli Yaşam İçin Uygulama Kılavuzu’yla okurun önce kendisine sonra da dışarıya karşı nezaket geliştirmesini ve anda kalarak hayatının direksiyonunu ele almasını amaçlıyor. Psikiyatrist Dr. Erik van den Brink ile yine sertifikalı mindfulness eğitmeni Frits Koster tarafından verilen Mindfulness Temelli Şefkatli Yaşam Eğitim Programı’nın sekiz oturumunun birebir çevirisinden oluşan ve karekodlarıyla ulaşılabilen sesli uygulamalar, meditasyonlar, çalışma notları içeren bu kitap okura çarpıcı örnekler, hikâyeler ve şiirler de sunuyor.

Oxford Üniversitesi Klinik Psikoloji Profesörü Mark Williams’ın önsözüyle okurla buluşan 'Şefkat Korkaklara Göre Değil' için Zümra Atalay’la bir araya geldik.

Öncelikle günümüzde yaygınlaşan mindfulness kavramından başlayalım. Ki siz bu konunun uzmanısınız. Türkiye’ye gelişi, insanların bunu benimsemesini nasıl karşılaşıyorsunuz?

Mindfulness benim doktora tezimde de çalıştığım bir kavram. Bilimsel çalışmaların yapılabilmesi için ölçek geliştirirken ve doktora tezimde kullanırken Türkçeleştirmem gerektiği için "Bilinçli Farkındalık" olarak çevirdim. O zaman mindfulness yönelimli çalışan veya bu konuya ilgi duyan pek kimse yoktu. Kendim bu süreci deneyimleyen biri olarak, diğer kişilere de aktarmak ve Türkiye’de de yaygınlaştırmak amacıyla fazlasıyla çalışma yaptım.

Bize 21. yüzyılın getirisi gibi gözükse de aslında kökeni kadim öğretilere dayanır. İnsanlık, yaşamın her aşamasında zihni anlamak, onu eğitmek için kafa yormuştur. İlk yapılandırılmış ve bilimsel mindfulness temelli program 1979 yılında tasarlanmış ve uygulamaya konulmuştur. Etkinliği ile ilgili binlerce çalışma vardır, bu çalışmalar programın kişilerin ruh sağlığı üzerindeki etkinliğine bakarken aynı zamanda beyin görüntüleme yöntemleri ile bizde fizyolojik olarak da istenilen yönde değişiklikler oluşturduğuna dair çalışmalardır.

"Mindfulness en basit tanımıyla şimdiki anda bizde ve çevremizde ne oluyorsa kasıtlı bir dikkat ile fark etme ve fark ettiğimiz şeyleri yargılamadan şefkatle, nezaketle ele almaktır.” Bunun gibi birçok cümle ile açıklanabilir fakat aslında deneyimsel bir süreçtir.

'MINDFULNESS BİR SONUÇ DEĞİL SÜREÇTİR'

Mesela?

Nedir bu deneyim? Meditasyon uygulamaları ile bu tavrı kendimize bir beceri olarak kazandırmaya çalışıyoruz. Genelde bunun için 8 haftalık temel kurslar vardır. Bu kurslarda katılımcılar hem eğitim içeriğine dair temalar hem de kendi deneyimlerini edinirler. Kursun içinde ve kurs sonunda kişilerin kendi uygulamalarına devam etmeleri beklenir. Mindfulness bir sonuç değil bir süreçtir. Yaşamımıza getirmek için sürekli olarak kendi uygulamalarımıza devam etmemiz ve yaşamımızda buna yer açmamız gerekir. Kişiler son 1-2 yıldır mindfulness’a daha ilgililer ve kendi yaşamlarında bu tutumu benimsediklerinde ilginin de giderek yayılacağı kanaatindeyim. 

Bu yaygınlaşma olumsuz sonuç doğurur mu sizce?

Tabii ki popülerleşmeye başladıkça bu konu ile ilgili kulaktan dolma bilgiler, yetkin olmayan kişiler tarafından yapılan uygulamalar, hiç bilmeden kafadan “bu bir para tuzağı” diyenler de fazlalaşıyor. Bu konuya gönül vermiş bir uzman olarak elimden geldiği kadar yazdığım kitaplarda, eğitimlerde ve konuşmalarda doğru uygulamalara dair vurgu yapıyorum. Hatta etik uygulamaların yapılması için geçen yıl bir dernek de kurduk.

Daha önce 'Şefkat, Mindfulness' (Bilinçli Farkındalık) kitaplarınız yayımlandı. Şimdi de Dr. Erik van den Brink, Frits Koster ve sizin imzanızla 'Şefkat Korkaklara Göre Değil' okurla buluştu. Bize biraz bu kitabın oluşumunu ve buluşmanızı anlatabilir misiniz? 

Frits Koster, benim kendi mindfulness eğitimimi aldığım sırada Norveç’te tanıştığım Hollandalı bir psikiyatri hemşiresidir. Kendisi yıllarca Budist rahip olarak manastırda yaşamıştır ve daha sonra bu yaşamın da aslında bir tür konforlu alan ve insanın zihnini ve bedenini sınırlayan bir yaşantı olduğuna karar verip, tekrardan Hollanda’ya geri dönmüştür. Onun kendi kişiliğindeki bilgelik, meditasyon, mindfulness ve ruh sağlığı alanındaki deneyimi bende hep hayranlık uyandırmıştır. Kendisinden yıllarca süpervizyon aldım ve dostluğumuz, iş arkadaşlığımız her zaman devam etti. Beraberce Türkiye’de Erik van den Brink ve Frits Koster’in oluşturmuş olduğu Mindfulness Temelli Şefkatli Yaşam (MBCL) kursları verdik, toplumda yaygınlaşması için çalışmalar yaptık.

Aynı şekilde Erik van den Brink, bir psikiyatrist ve ruh sağlığı uzmanı olarak batının ruh sağlığına bakışını tekrar gözden geçirmiş ve mindfulness’ın ruh sağlığı alanına entegre edilmesi ile ilgili yıllardır dünyada önemli çalışmalar yapmış ve benim için çok değerli bir kişidir. Bana bu kitabı teklif ettiklerinde oldukça heyecanlandım, kitabın içeriğindeki mindfulness temelli şefkatli yaşam programı Erik ve Frits’in kişilerin mindfulness becerilerini öğrendikten ve belirli bir meditasyon alışkanlığı edindikten sonra, zorlayıcı duygu ve durumlarla temas etmenin daha gelişmiş yollarını sunan bir programdır. Kitapta bir araya gelişimiz benim programı Türk kültürüne ve okuruna uygun biçimde entegre etmem, Türkçeleştirmem ve içinde kendi sesimden olan meditasyon uygulamaları sizlerin kullanımına sunmam ile oluştu. Kitabın adı insanların zihninde böylesine “naif” söz gelimi “yumuşak” olan şefkat kavramıyla bazen örtüşmeyecek kadar iddialı ve sert algılanabilir. Fakat “gerçekten de şefkat, cesaret ister ve korkaklara göre değildir.”

'BU KİTAP DÜNYAYLA TEMASIN EN ÖNEMLİ NİYETİNİN ONUNLA YAKINLAŞMAK OLDUĞUNU AKTARIYOR'

Çok yoğun bir çalışma temponuz var, şefkat ve bilinçli farkındalık üzerine; Türkiye’de ya da dünyada neyin eksikliğini görüyorsunuz ki bu kavramları insanlarla buluşturmak istiyorsunuz?

Aslında bu konular dünyaya bir eksiklik görme ve tamir etme bakış açısıyla yaklaşmakta olan zihinlerimizi tanımak için yazıldı. Yani bizi, burada ne eksiklik var, ne hata var, düzeltmem gerekiyor diyen bir yerden çıkarıp her şey meydana geldiği an, olduğu haliyle bakıp öncelikle “şu anda ne deneyimliyorum, bu yaşadığım nedir?” sorusunu sormaya doğru nazikçe yöneltiyor. Her şey zihnimizin doğal eğilimlerini fark etmekle başlar, bizler doğal olarak sopalardan kaçmak ve havuçları yemek üzerine yönelmişiz. Çoğumuzun yaşamlarını tehdit sistemi, yani etraftaki tehlikeleri fark etmek, önlemler almak için bizde olan kaygı ve endişe yönetiyor. Diğer bir taraftan ise, başarının, daha iyiye ulaşmanın açıkçası sadece yaşamanın değil, iyi şartlarda yaşamanın kıymet gördüğü, var olmanın neredeyse bir şartı olarak algılanan dürtü sistemlerimiz çok aktif. Bu iki sisteme de, hayatta kalmak, iyi şartlarda yaşamak ve bugün sahip olduğumuz “gelişmiş” toplumun bir üyesi olarak dahil olmak için ihtiyacımız var. Fakat bunların hepimiz biliyoruz ki bir bedeli var. Bu da daha gergin, daha yetersiz, daha sıkışmış ve daha huzursuz bireyler haline gelmiş olmamız.

Şefkat Korkaklara Göre Değil, Zümra Atalay, 264 syf., İnkılap Kitabevi, 2021.

Herkes, her yerde “değişmek” gerek diyor. Peki, birisi size hatta bu kişi kendiniz olsun, hiçbir şey değişmeden de herhangi bir koşula bağlı olmadan da huzurlu olabilirsin dese en azından bir anlığına bunun gerçek olduğunu düşünseniz nasıl hissedersiniz? Yani şimdi İngilizce söyleyeceğim belki daha anlamlı gelecektir; It is okay to be not okay (tamam olmamak da tamam) derse nasıl hissedersiniz? Dolayısıyla bu kitap size kendinizle ve dünyayla olan temasınızın en önemli niyetinin onu düzeltmek, tamir etmekten çok onunla yakınlaşmak, dost olmak olduğunu aktarır. Ve birçok kişi, birçok şey söylüyor ama nasıl’ı hep bir muamma. Biz bu kitapta aslında insan olmanın beraberinde getirdiği acının ortaklığını anlatırken aynı zamanda korkmadan bu zorlanmalara yüzümüzü dönmeyi, uygulamalarla, adım adım anlatarak sizlere eşlik ediyoruz.

Son kitabınız şefkatli yaşam üzerine bir kılavuz… Kişinin kendine yolculuğu, kendini keşfetme arzusu vs. Kişi kendini keşfettiğinde nasıl bir değişim ve dönüşümle karşılaşıyor?

Kişinin kendine yolculuğu, kendini keşfetmek, kendini sevmek, kendini kabul etmek oldukça önemli kavramlar fakat fazlasıyla dile getirilmiş olmaları ve nasıl olacağına dair açıklamaların beraberinde olmaması bu kavramları sadece “dile kolay” hale getiriyor. Ben açıkçası kendilik ile ilgili tüm kavramları, kendimizle temas etme, bizde neler olup bitiyor kavrama ve bu kendimize yönelme halini bir tür ben merkezcilikten ayırt edebilmek, insan olmanın ortaklığına doğru bir yolculuk olarak görüyorum.

Ben kimim? Yaşamdaki yerim ne? Nasıl birine dönüşeceğim? Dünyayı ve kendini mesele etmiş tüm insanların kafasını kurcalayan ortak sorulardır. Bizler son derece şişmiş benlik öykülerine sahibiz, buna “öyküsel benlik” diyoruz. Sahip olduklarımız, diplomalar, kariyerimiz, başarılar, başarısızlıklar, travmalar, birçok anı, unvanlar ve beceriler. Bunlar bizi tanımlayabilir, önemsizdir diyemem, bugün var olduğumuz kişi üzerinde etkisi büyüktür. Fakat benim gözlemlediğim günümüz insanının temel problemi bu öyküleri oluştururken kendisiyle ve yaşamla teması kaçırmasıdır. Birçok kişi dışarıdan nasıl göründüğüne, kağıt üzerinde nasıl durduğuna, sosyal medyada nasıl algılandığına o kadar çok bağlamıştır ki benlik algısını aslında ne olduğu ve kim olduğu ile bağlantıyı çoktan koparmış olabilir. Otomatik pilotta kendisine biçilmiş bir hayatı yaşayabilir.

'MINDFULNESS VE ŞEFKAT TEMELLİ YAKLAŞIMLAR BİREYLERE DENEYİMSEL BİR BENLİK SUNAR'

Aslında benlik kaybı yaşıyoruz… Burada “öyküsel benlik”i açabilir miyiz?

Mindfulness ve şefkat temelli yaklaşımlar, bireylere “deneyimsel bir benlik” sunar. Yani, en gerçek ve en somut an olan, şimdiki anın içinde her ne varsa onunla temas eden, tüm öykülerinden bağımsız ama kendinin dışında her şeyle olan bağını fark eden bir benlik algısı. Bu elbette bir yolculuk ve anbean değişebiliyor. Örneğin, birisi size “bu yaptığın işi beğenmedim, bence yeterince iyi değil” dediği anda kendinizin başarısız ve yetersiz olduğunuzu düşünebilirsiniz ve o anda ilk ağzınızdan çıkan kelime “ben yetersiz biriyim, başarısız biriyim” olabilir. Veya biri size iyi şeyler söylediğinde “ben oldum galiba, harika bir insanım” diyebilirsiniz. Peki biz hangisiyiz? Yetersiz mi, yeterli mi? İyi mi kötü mü? Faydalı mı faydasız mı? Elbette ki bir karar vermek ve belirlemek istiyoruz yani sabit bir benlik kavramımız olsun istiyoruz. Oysaki bu anbean değişebilir deneyimsel bir algıdır. Sevgilinizden ayrıldığınızda tüm ilişkilerin anlamsız, boş ve emek sarf etmeye değmez olduğunu düşünebilir veya bir ilişki iyi gittiğinde birden bire dünyayı döndüren şeyin sevgi, aşk olduğunu düşünebilirsiniz. İşte mindfulness ve şefkat burada devreye giriyor.

“Ben şu anda ne deneyimliyorum yani, bu nedir? Ve bu andaki kendime ve yaşamıma dair genellemeler, bu an yaşadıklarımın etkisinde. Bir sonraki an bambaşka bir şekilde düşünüp hissedebilirim yani ben düşüncelerim, duygularım ve duyumlarım değilim.” “Öyleyse ben kimim? Ben, her şeyi anbean deneyimleyen ve tüm dünyayla bağlantıda olan ve yaşamın her saniyesinde profesyonel bir anlam oluşturucuyum. Oldukça aktifim, ve yaşamımdaki her şeyi ben anlamlandırıyorum.”

Türkiye yoksulluğun, acının, stresin olduğu bir ülke. İnsanlar bununla baş etmeye çalışırken kendini nasıl keşfedecek?

Çok güzel bir soru. Öncelikle "baş etme" kelimesini kullanmaktan hoşlanmadığımı söylemek istiyorum. Kitaplarımda da olabildiğince kullanmamaya çalışırım. Çünkü baş etmek, bana o durumla savaşmak anlamını çağrıştırıyor. Acıdan, stresten, zorluklardan kurtulmamız mümkün değil. Hatta tamamen kurtulmamız sağlıklı da değil. Birçoğumuz zorlanmalarımız olduğunda ona bakmaya korkuyoruz, yokmuş gibi davranmak veya direkt ondan kurtulmak istiyoruz. Ama önemli bir nokta var ki biz onu görmesek de o, oradadır. Ben derim ki “onunla birlikte nasıl devam edebiliriz?”

Mindfulness ve şefkat işte tam bu sebeplerden dolayı gerekli; evet acı var, evet stres var ve yaşamın birçok anında bizimle birlikte olacaklar, peki ben bunlarla beraber nasıl devam edebilirim? Bunun yanıtı genel bir cevapta saklı değildir. Genel bir yönetim biçimi önerisi olsa da herkes için farklı çalışır. Ve bunu keşfetmek için ilk önce ne zaman zorlanıyoruz ve zorlanmalar olduğu zaman nasıl tepki veriyoruz, yani bir nevi acıyla olan ilişkimize bakmalıyız.

Yine hep yazdığım bir şeyi tekrar etmek istiyorum. Acı ve acı çekmek birbirinden farklıdır. Dünya bizler için hiçbir zaman, genel şartlara baktığımızda, cennet olmamıştır. Fakat huzurlu olmak, sakin olmak ve elimizden geleni yapabilecek kadar aktif olmak için tüm koşulların uygun olmasına bakamayız. Olay ve durumlardan bağımsız bir benliğe sahip olmak için kendimizi keşfetmekten bahsediyorum.

'İLK EYLEM, SİZE FAYDASI OLMAYAN STRATEJİLERİNİZİ FARK ETMEKTİR'

Filmlere dizilere bakıyoruz, hep çocukluktan gelen travmalar eşliğinde “kötülük” türemiş. Sevgisiz toplumun temelleri atılmış. Buradan baktığımızda şefkat beklemek, kendimize öz-şefkat göstermek, neyi iyileştirecek?

Elbette çocukluk yaşantılarının şu an olduğumuz halimizdeki etkisi tartışılmaz. Sürekli tehditlerin olduğu bir ortamda (bu ortam içsel de olabilir dışsal da olabilir) şefkat ilk başvuracağımız yol gibi görünmeyebilir, sonuçta herkes paçasını kurtarmanın derdinde. Bizler mutlu olmaktansa güvende olmayı tercih ederiz. Yani organizmanın temel eğilimi eğer ki öğle yemeği olacaksak, öğle yemeğini kaçırmayı dert etmemek üzerinedir. Bu tehlikelerin sadece dışsal olduğunu söylemiyorum, bazen iyi koşullarda da tehdit algısı yüksek bir birey olabilirsiniz ve yine huzursuz ve mutsuz hissedebilirsiniz. Önemli olan zorlandığımız zamanlarda kendimizi güvende tutmak pahasına nasıl huzursuz ettiğimizi anlamaktan geçiyor. Ve şunu bilmek gerekir ki bu zihnimizin doğal eğilimi.

İlk eylem size faydası olmayan, sizi feraha çıkaramayacak stratejilerinizi fark etmektir. Yani size faydası olmayan, öz eleştirinizin aslında başkaları tarafından da eleştirilme korkusundan, kendimizi toplumdan izole etmenin başkaları tarafından reddedilme korkusundan ve olayları aşırı derecede düşünüp çözümlemeye çalışmanın ise kontrolü kaybetme korkusundan geldiğini görmek... Böylece tüm bu işe yaramayan stratejileri düşman olarak görmektense beceriksiz, sürekli pot kıran bir dost olarak görebilirsiniz. Böyle olduğu zaman şefkat zaten kendiliğinden akıp gidecektir. Yani zorlanmanızı bir zorlanma olarak görebilmek ve ona yüzünüzü dönebilmek. Bu kendinizden başlayan süreç, sizden diğerlerine de bir strateji kullanmadan doğal olarak geçecektir.

İnsan karmaşık bir varlık. Ne salt iyi ne de salt kötü, (gerçi kötülük var, özellikle cinayetler, akıl almaz suçlar) ne dersiniz? İnsan olmak zor mu gerçekten? 

İnsan olmak zorludur, daha doğrusu yaşamımızdaki birçok şey oldukça basit görünür ama hiç kolay değildir. İnsanları etiketlemek, olayları kestirip atmak, her bir durumun arkasındaki nedenin tek boyutlu olduğunu düşünmek bizler için oldukça basittir. Birisi için o kötü birisi, işe yaramaz demek ya da belli bir tanıyla etiketlemek oldukça basit. Ama bunun oluşma nedenleri ve tedavisi hiç kolay değildir. Elbette ki zihnimiz bir şeyleri anlamlandırabilmek için iki uçlu sınıflandırmaların içine girebiliyor. Aklımızın aldığı günden bugüne çevremizdeki her şey ile ilgili yorumlarımız bu yönde şekillendiriliyor.

Örneğin akademik süreçte başarılı, başarısız olmak…  Çevremizdekilerin bize bir dersten keyif almadığımızda bu dersi sevmiyor musun diye sorması... Beğenerek yediğimiz bir yemeği sevmiş olmamıza dair yargılar. Ya da birini iyi veya kötü diye tanımlamak. İşte burada hayat da, yaşamlar da, insan da ne iyi ne kötüdür. Sadece öyledir. Bunu okurken içinizden bazıları “ama kardeşim, yani gerçekten kötü insanlar var, birilerinin canına kastedenler var” dediğini duyuyor gibiyim. Evet, bunları anlamak ve haklı görmek durumunda değiliz ama evrenin varoluşundan beri her şey bir arada. Hatta bazen aynı insanın veya aynı durumun içinde bir arada. Yani bir insan tamamıyla iyi veya tamamıyla kötü olamaz. Hatta bir gün, bir an bile tamamıyla kötü olamaz.

Yemyeşil güzel bir bahçenin içinde elbette ki ayrık otları var… Ve biz bahçemize bakım vermekten vazgeçersek ayrık otları orayı tamamıyla kaplayabilir. Ama tamamıyla bu otların olmamasını, bahçenin tertemiz olmasını istersek ayrık otlarını sürekli temizlemekten bahçenin keyfini çıkaramayız.

'YAŞAMDAKİ KUSURLAR EN İYİ ÖĞRETMENLERİMİZ OLABİLİR'

Nelson Mandela’yı kitabınızda örneklendirmişsiniz. Acı, eziyet, kırılganlıkların altında keşfedilmeyi bekleyen güzellikler olabilir diyorsunuz. Mandela’ya baktığımızda çok güçlü çıkıyor onca acıdan, ayrımcılıktan. Ama kimileri de o acıların altında kalıyor. Bunu nasıl yorumlamalıyız?

Acı, eziyet ve kırılganlığın altında keşfedilmeyi bekleyen zenginlikler ve güzellikler olabilir. Büyük sıkıntılara rağmen, –ve hatta bunlar sayesinde– daha güçlü bir hale gelen insanlardan söz eden pek çok hikâye vardır. Yardım verme mesleğinde çalışan bizler, onlarla her gün karşılaşmaktayız. Hayatlarındaki çatlaklardan içeriye mindfulness ve şefkatle bakan herkes, içinde gizlediği altını ortaya çıkarabilir. Leonard Cohen’in de dediği gibi, "Işığın içeri girmesine izin veren şey, bir çatlaktır." Yaşamdaki kusurlar en iyi öğretmenlerimiz olabilir ve gözlerimizi daha anlamlı değerlere açmamızı sağlar. Kendini iyileştirme becerisi doğanın her yerinde mevcuttur ve eğer kalplerimizi yaralarımıza ve kayıplarımıza açabilirsek, ortak bir deneyim olan kendimizi içeriden iyileştirme gücünü keşfedebiliriz.