Papazın günlüğü
'Papazın Günlüğü' yüzyıllar evvelinde coğrafyamızda yaşayan insanların renkli hayatına dönük bir mercek. Anlatılanlar genelde diğer seyyahlarla uyumlu. Giderek tek tipleşmekte olan bir dünyada bize maziden gelen kimi zaman tanıdık kimi zaman ürpertici bir ses. Bazı huyların hiç değişmediğini ama aynı zamanda da değişmenin kaçınılmazlığının göstergesi…
Bir süredir Osmanlı'yı turlayan seyyahların gözünden ecdadımızın toplumsal manzarasını analiz etmeye ara vermiştik. Şimdi bu sıcak yaz günlerinde yine seyyahlar ve onların heyecanlı dünyasına geri dönmek istiyorum. Bu haftaki kahramanımız İngiliz Papaz John Covel (1638-1722). Covel gençliğinde (1670) Cezayir’den İstanbul’a bütün Osmanlı topraklarını gezmiş. (1) Yolculuklarının ilk duraklarında Cezayir'de bir Agustinyen Manastırı olan Santa Victoira’yı ziyaret ediyorlar (Cezayir’de sömürgecilikten önce de Avrupalı kolonistlere dair bir iz). Burada azizlerden birinin 100 tonluk bir taşı müritlerinin üzerine düşmeden sopasıyla durdurma hikâyesi anlatıldığında tercüman olarak oradan bulunan Rum kahkahalarla gülmüş. Papazlar bu ‘densiz’ Rum yüzünden hiddetleniyorlar ama İngilizler ortamı yatıştırıp Rum adına özür diliyor. (2)
Covel de çoğu çağdaşı gibi geçmişin anılarıyla iç içe. Kuzey Afrika boyunca yaptığı seyahatte ona mitoloji, Romalılar, Kartacalılar da eşlik etmekte. 'Şu körfezde Romalılar, Kartaca donanmasını yenmişti. Dido burada Aeneas’a aşkından intihar etmişti. Afrikalı Leo, Dido’nun mezarı başında böyle ağlamıştı' vb. Seyahatname antik tarih ve mitlere ilgi duyanlar için iki kez ilgi çekici.
Papaz olmasına rağmen Covel, rönesans-aydınlanma çağlarının adamı. Kartaca kıyıları boyunca yaptıkları yolculuk sırasında gecenin karanlığında bir göktaşı yağmuruna denk geliyorlar. Ürperen denizciler bu ışık hüzmelerinin gulyabani ve periler olduklarını söylüyorlar. Covel 'böyle boş şeylere inanmayın' diyor ve hemen eskilerin Kastor ve Polluks mitini anımsatıyor. Eskiler tek bir kayan yıldızı görürlerse ona Helena derlermiş, iki tane görürlerse Kastor ve Polluks… Denizciler sakinleşmiş olmalılar. Zaten metin boyunca Covel’ın sakinleştirici etkisi okuyucu da yansımakta.
Çok sayıda iyi eğitimli Batılının yaptığı bir absürtlük olan Ege'nin Rum köylüsü ile antik Yunanca konuşarak iletişim kurma çabasını Covel da tekrarlıyor. (3) Cervi adasındaki Rumlar, Homeros Çağı Yunancasıyla konuşan bu adamın dediklerini anlamıyorlar. Ama Covel onları üç bin senedir değişmediklerinden emin gibi. Antik Hellence seslendiği köylüler ona Hesiodos Çağı'ndan fırlayıp gelmişler gibi görünüyor. Seyyah bu benzetmeyi mutlaka olumlu anlamda kullanmıyor. “Bana inanın Yunanlar hala Yunan yalancılıkları ve hainlikleriyle Euripides'in Iphigenia'daki karakterleriyle özdeşleştirilebilirler” demekte. (4) Seyyahlar genelde Küçük Asya ve adalardaki Rumlar hakkında hep böyle olumsuz yorumlarda bulunurlar. Bence bunun en önemli sebebi kafalarındaki antik Hellen imajına takılıp kalarak Rumları o kalıplarla yargılamaları.
Neyse Covel bir süre sonra Müslüman ahaliyi de yakından gözleme fırsatı buluyor. Türklerin bolca afyon tükettiklerini yazmış. İzmir’de tanıdığı bir kahveci varmış. Yataktan zor kalkan bu adam ‘afyonu patladıktan’ sonra yerinde duramazmış. (5) Dervişler için birçok çağdaşı gibi ‘gerçekte tımarhane kaçkınıdırlar’ diyor. Keçi boynuzu üfleyen, bel bölgesi hariç çıplak gezen dervişlere denk gelmiş. Bir de ‘kendisine verdiğimiz şarabı su gibi içti’ diye andığı bir kalender var. (6) Afyoncu kahveci ile şarapçı kalender ilk bakışta benim sizin için seçtiklerim gibi görülebilir; ama seyyahların da ilgisini çeken insanlar da bunlar.
Neyse hiçbir kötü niyetim olmadan papazın günlüğüne devam ediyorum. Covel sonra İstanbul’un en meşhur maması (patroniçe) olan Sporca (Kirli) Sultan’ın maceralarını anlatıyor. Mama Sporca’nın yanında 30 tane çalgıcı kız çalışıyormuş. Kızlardan biri öylesine güzelmiş ki padişahın bile ona gözü varmış. Ama Mama kızın azadlı olduğunu, padişah çok istiyorsa nikâh kıyması gerektiğini söylemiş (cariye ile nikâh gerekmediğini daha önceki bir yazımızda değinmiştik). Kızlar gece eğlenceleri için paşaların evlerine gidiyorlarmış. Gel zaman git zaman bu en güzel kıza Vezirin kaptanlarından biri âşık oluyor. Kaptan kızı alıkoyuyor. Mama buna çok kızmış ve bir anda kızın azadlı değil köle olduğuna karar vererek mahkemeye başvurmuş. Üç gün sonra kaptanla kız evde basılıyorlar. Gerçek bir aşk hikâyesi ile karşı karşıya olduğumuzu gösterecek biçimde Kaptan ‘bana ne yaparsanız yapın ama sevgilime kötülük etmeyin’ diyor. Girit’in fethine katılmış bir savaş kahramanı olmasından dolayı Kaptan’ın affedilmesi için araya çok giren olmuş ama iğfal suçundan başı kesilmiş. Covel bu dokunaklı öyküden sonra şöyle diyor: “Mars’a yaptığı hizmetlerden sonra Venüs’ün sarayındaki eğlencesi affedilmeliydi.” (7) Ben de ne diyeceğimi bilemedim. Şarklı yanım, aşkın ve romantizmin Batılı hümanistlerin icadı olduğu iddiasına karşı ‘Doğu'da ne aşklar yaşandı bre densizler’ demek istiyor. Garplı yanım ise kimsenin umurunda olmayan sıradan bir köle kaçırma hikâyesinden acaba İngiliz Covel bir romans mı üretti diye şüpheye düşüyor. Kararı okuyucu versin.
Covel’ın dil çözümlemeleri çok eğlenceli taht-ı revanı koşan oturma yeri diye çevirmiş ki bence çok güzel bir çeviri. (8) Rum-Türk ortak yaşamına dair anlattıkları da öyle… Lüleburgaz Babaköy'de Aziz Nikolaos türbesi varmış. Türbeye Türk kadınlar da adak adıyor. Dindar biri de adak adadı diye Müslümanlara kızıyor. (9) Meryem günü (15 Ağustos) ve Aziz Georgios Türkler arasında da saygınmış kadırgalar o gün denize açılırmış. (10)
Her seyyah gibi peçeler ardındaki Müslüman kadınlar Covel’ın da ilgisini çekiyor. Bazen ‘zarif bazı kadınların etrafa bakındıklarını ve peçelerini biraz aşağıya kaydırdıklarına’ şahit oluyormuş. Bu hareket görülürse büyük terbiyesizlik olarak kabul edilmekteymiş. (11) Rebiyülevvel ayını “ilk şeytan ayı” olarak anıyor. Bunu anlayamadım. Bilen varsa bana da söylesin. Galibe Covel, 13-14 Şubat günü Edirnelilerin kutladığı Karahangilas (Karakoncolos veya Kalkagari) bayramını kast ediyor. Emin olamadım. Bu günlerde şeytanın ruhları yeryüzüne inermiş. (12) Bilindiği üzere bu bayram halen bölgede kutlanır ve bilip bilmeyenler de bunun bir Batı özentisi olduğunu sanırlar. Tam tarihler vermese de çeşitli şenlikler izlemiş. Şenlikte bir robin (iyi karakter) bir de hobgoblin (kötü cin) bir de geyik maketi vardı diyor. Müzikleri büyüleyici ama basitmiş. (13) Oldukça enteresan bir ortaoyunu daha izlemiş. Karakterleri iki sarhoş, iki genç fahişe, yaşlı bir genelev patronu kahraman bir âşık ve bir asker yaşlı koca olarak sayıyor. Bir tür Kanlı Nigar herhalde... Kıskançlık yanlış anlamalar kavgalar oyunun konusuymuş. (14) Geçen hafta yaşadığım memleketin meydanında ücretsiz bir güldürü sahnelendi. Ben izleyemedim ama konu aşağı yukarı buna benziyormuş. Mütedeyyin yurttaşlarımız böylesine bir ‘rezil’ oyunun meydanda çoluk çocuk önünde oynanmasına tepki göstermişler. Bazı izleyiciler koltuklarından kalkıp oyunu protesto etmişler. İyi ki Covel 300 sene önce yaşamış da rahat rahat bir güldürü izleyebilmiş diyorum.
Türklerde sirk konusuna daha önce de değinmiştim. Covel da sirkimsi gösterilere değiniyor. Cambazlar, bıçakların üzerinde yalınayak dururken aynı anda kayaları sırtlayanlar, ağızında tuttuğu sopanın ucunda onlarca su bardağını dökmeden çevirenler, sırtında bir deveye denk ağırlık olduğu halde kendisini makarayla yukarı kaldıranlar vb. İnsanların üzerinden yılan çıkarabilen bir sihirbaz, bir bardak şarabı da yılana çeviriyormuş. Eğitimli ayılarla güreşen çocuklar, samsonlarla (dövüşçü bir köpek türü) ayıların dövüşüne de şahit olmuş. Ateşbazlar havai fişek gösterisi yapıyorlarmış. Tam teknoloji konusunda çağı yakalama örneği bulduğum sanına kapıldığımda Covel gösterilerin bir Hollandalı ve Venedikli tarafından tertip edildiğini ekliyor. (15) Gösteriler mükemmel ve aynı Roma’daki savaş canlandırmaları gibi. Mesela Girit’in fethini canlandırmak için maketten bir kale yapılmış. Covel hayatımda gördüğüm en hoş şenlik ateşiydi diyor. (16) Eğlenceler sırasında esnaf dükkanını kapatmak ve şölenlere katılmak zorundaymış. (17)
Bir kısım ulemaya göre heykel günah olduğu halde Hatice Sultan'ın düğünü şekerden yapılmış heykellerle süslenmiş. Toplam 120 heykel yapılmış. Deve kuşları, tavus kuşları, tazı geyik, koç, manda, Covel hepsi acemi işi kaba sabaydılar diyor ama heykel geleneğine dair bu anlatı mühim. Covel ardından insan yapmanın günah sayıldığını ve yasak olduğunu ekliyor. (18)
Hastalık ve can sağlığına dönük kayıtsızlık günümüzdeki gibi… Veba sadece Edirne’de günde 900 kişiyi öldürüyormuş. İnsanlar ölümü kabullenmiş mücadele etmiyorlarmış. 'Vurdumduymazlık had safhadaydı, Rum, Ermeni, Türk aynı kayıtsızlıktaydı' diyor. Vebadan ölenlerin elbiselerini sevap olsun diye fakirlere dağıtıyorlarmış. (19) Edirne’nin en güzel kızı vebadan ölmüş ve hastalık tüm hızıyla devam ettiği halde cenazesine 500 kişi toplanmış. Edirne metropoliti de oradaymış. (20) Halk, Meriç Nehri'nin çamurunun şifalı olduğuna inanıyormuş ve vebadan korunmak için gelip çamur içinde yuvarlanıyorlarmış. Covel, ‘Musevi Türk, Rum hepsi de bu boş şeylere inanmaktaydılar, onlara defaten böyle hurafelere inanmamaları gerektiğini söyledim. Ama bana çok kızdılar’ diyor. (21) Ne ilginç değil mi? Son dört asırdır halka sürekli bu hurafeleri boş verin deyip duruluyor; bir dört yüz yıl daha bu böyle devam edecek herhalde. Ne hurafeciler ne de onları düzeltme gayretindeki mantıkçılar yılacak gibi değiller. Hurafeler denilince çok ilginç örnekler var. Edirne çevresinde onlara mihmandarlık eden Yeniçeri ‘yarasa kuşu’ yakalayıp yarasanın kanını pamuk içinde saklamış. Bu onu felaketlerden koruyacak bir tılsımmış. Covel her zamanki didaktik söylevleriyle Yeniçeri'nin canını sıkıyor. Ama yolda giderken hemen önlerine bir şimşek düşmüş. Yeniçeri, Covel’a dönüp ‘bak gördün mü yarasa kanı bizi nasıl da korudu' diyor. (22) Cezayir’de Katolik mucizelerine gülen Rum’a mukabil bu sefer Covel bir kayadan yağ çıktığına inanan Rumlarla alay etmekte. Covel 'bu bir Yunan soytarılığıdır ve yağı onlar döküyor olmalılar’ demekte. (23) Covel Edirne'deyken (1675) meşhur bir Yahudi büyücü kadın varmış. Ama Covel ve etrafı modern insanlar olduklarından kadının güçlerine inanmıyorlar. (24) Hâlbuki ortaçağlarda Avrupalıların Yahudileri büyücülükle itham ettikleri bilinir.
Covel 'beni vebadan içki korudu' diyor. (25) Salgın zamanlarında bu yöntemi başka seyyahlarda da okumuştum. Alkolün sağlığa iyi geldiğini ve bedeni güçlendirdiğine dair çok anlatı var. Covel buradan Türklerde içki meselesine geçiş yapıyor. ‘Türklerin şarabı çok sevdiğini ve diğer insanlar (gayrimüslimler) kadar içtiklerini söylemeliyim’ diyor. ‘Karşılaştığım kimse şarap teklifimi reddetmedi’ diye ekliyor. ‘Padişah, kaymakam ve musahip hariç şaraptan keyif almayan yok gibiydi vezirin kendisi dahi bir kaç defa körkütük sarhoş oldu’ diyor. Rumlar 200-300 kişi toplanıp içiyorlarmış, Türkler de onlara katılıp bu serbestlikten yararlanıyormuş, ‘Şehrin (Edirne) belli başlı Türkleri rahibin evine gelip kafayı bulurlardı’ diyor. 'Normalde içki içmeyen Türkler bir başladılar mı körkütük olana dek içerler’ diyerek mevzuyu kapatıyor. (26) Gerçi anlatının Trakya bölgesine dair olduğunu hatırlatalım. (27)
Covel Türklerde içki ve sofra kültürü hakkında ilginç bilgiler vermekte. Bir ziyafette tabakların şeker likörüne yatırıldığını yazmış. Yemeklerin yerde değil yer masalarında yendiğini söylemekte. 'Çatal bıçak gibi züppeliklere sofrada pek rastlanmazdı' diyor. Asma yaprakları kaşık niyetine kullanılıyormuş.
Covel meşhur Vani Efendi (öl.1685) ile de tanışmış. Vani Efendi 6 yıldır meyhane taverna gezip içkinin kötülükleri üzerine vaaz vermekteymiş; ama eskisinden de çok şarap içildiğini görünce bu işten yılmış. Vani Efendi'ye misafir olmuşlar. Sir Thomas Baines ile Vani Efendi arasında o zamanlar için çok önemli meselelerin tartışıldığı bir sohbet olmuş. Vani Efendi’ye bütün ruhlar (kadın, erkek, çocuk) eşit midir diye sormuşlar. Vani Efendi 'bununla ilgili bir vahiy yok' cevabını vermiş. 'Kadınlar da cennete gidebilecek mi' diye sormuşlar. O da 'iyi olanları cennete gidecek' demiş. 'Cennete kadınlar gidecekse orada da cinsi münasebet olacak mı' diye sormuşlar. 'Cinsi münasebet olacaksa kadınlar orada da çocuk doğuracak mı' diye ahretlik sorulara devam etmişler. Vani Efendi orada maddesel bir çocuk doğamayacağını söylemiş. Sonra Hıristiyanlar hakkındaki fikrini sormuşlar. En sonunda İslam’ı hiç duymamış birinin cennete gidip gitmeyeceğini sormuşlar, Vani Efendi buna da cevap vermemiş. Sorular ahretlik hale geldikçe Rum tercüman ‘efendim mümkünse ben bunları sormayayım sizin değil ama benim başım belaya girer’ demiş. (28)
"Papazın Günlüğü" yüzyıllar evvelinde coğrafyamızda yaşayan insanların renkli hayatına dönük bir mercek. Anlatılanlar genelde diğer seyyahlarla uyumlu. Giderek tek tipleşmekte olan bir dünyada bize maziden gelen kimi zaman tanıdık kimi zaman ürpertici bir ses. Bazı huyların hiç değişmediğini ama aynı zamanda da değişmenin kaçınılmazlığının göstergesi… Önümüzdeki haftalarda benzer seyyahlardan örneklere devam etmeyi düşünüyorum.
1) Bir Papazın Osmanlı Günlüğü, Saray Merasimleri ve Gündelik Hayat, çev. Nurten Özmelek, Dergah, 2017.
2) a.g.e.s.47.
3) a.g.e.s.66.
4) a.g.e.s.68.
5) a.g.e.s.75.
6) a.g.e.s.89.
7) a.g.e.s.96-97.
8) a.g.e.s.104.
9) a.g.e.s.117.
10) a.g.e.s.172.
11) a.g.e.s.133.
12) a.g.e.s. 178.
13) a.g.e.s.142.
14) a.g.e.s.143.
15) a.g.e.s.149.
16) a.g.e.s.151.
17) a.g.e.s.157.
18) a.g.e.s.155.
19) a.g.e.s. 168.
20) a.g.e.170.
21) a.g.e.s. 171.
22) a.g.e.s. 178.
23) a.g.e.s195.
24) a.g.e.s.122-123.
25) a.g.e.s. 167.
26) a.g.e.s.169.
27) Bu bölgedeki içki kültürü hakkında Covel’ın yazdıkları çok çok genç iken başıma gelen fıkra gibi bir olayı anımsattı. Üniversiteyi yeni kazanmıştım. Aynı odada bir Babaeskili, bir Suruçlu ve bir de ben kalıyorduk. Urfalı bir gün memleketini överek ‘Bizde bir düğün olur üç gün üç gece halay çekilir, kaleşnikoflar çıkar, binlerce mermi yakılır’ demişti. Trakyalı ise ‘hiç sevmem öyle düğünleri, içer içer sonra da sarhoş sarhoş sağa sola ateş ederler’ demişti. Urfalı şaşkınlık içinde ‘nasıl olur siz düğünde içki mi içiyorsunuz?’ diye hayretle sormuştu. Karşı tarafın şaşkınlığı iki kattı: ‘nasıl yani siz düğünde içki içmiyor musunuz?' Düğün gibi kutsi bir törende alkol içilmesine dönük tepki ile 'düğün gibi kutsi törende de içilmeyecekse de ne zaman içilecek' tepkisine aynı anda şahit olan 16,5 yaşındaki ben işte o anda nasıl farklı kültürlerin arasında kaldığımı fark etmiştim.
28) a.g.e.s.189-191.
U. Töre Sivrioğlu Kimdir?
1980 yılında Gönen'de doğdu. Ege Üniversitesi'nde arkeoloji bölümünden mezun oldu. Arkeoloji alanında yüksek lisans ve tarih alanında doktora eğitimi aldı. Türkiye'nin çeşitli illerinde ve İran, Özbekistan, Afganistan gibi ülkelerde kazı ve araştırma projelerine katıldı. İran, Bizans, Osmanlı/İslam sanatı ve arkeolojisi üzerine çeşitli araştırmaları yayınlanmıştır. Arkeoloji ve tarih temalı atölyeler yapmaya devam etmektedir.
İtalyan aydınlarının kafa karışıklığı 10 Aralık 2023
Kürt tarihi ve tarih yazıcılığı üzerine bazı mülahazalar 03 Aralık 2023
Rodrigo, Falla ve Falanjist sanat 26 Kasım 2023
Falanjist sanatın kısırlığı ve Torroba’nın ıstırabı 19 Kasım 2023 YAZARIN TÜM YAZILARI