Osmanlı’da Arkeoloji 3 : İlk Osmanlı Arkeoloğu Hürmüz Rassam
Hürmüz Rassam hakkındaki tüm yazılarda bir mağdurluk, mazlumluk edebiyatıdır almış başını gidiyor. İngilizler muhtemelen böyle düşünmüyorlardı. Onlar Musullu bir köylünün Kraliyet Coğrafya Topluluğuna üye seçilmesini yeterince elit bir başarı olarak görmüş olmalı. Rassam’ın elit bir bilimci olarak görülmemesi salt Ortadoğu kökenli olmakla da açıklanabilir mi bilemedim.
Osmanlının ilk arkeoloğu olarak Osman Hamdi Bey’i biliyoruz. Gerçi Osman Hamdi arkeolog muydu yoksa müzeci miydi diye tartışılmaya devam ediliyor. Bu konuda bir uzlaşı sağlanmış değil. Öte yandan aslında Osmanlı tebaası için hafriyat işlerine merak salan ilk kişi Mezopotamyalı Süryani bir ailenin ferdi olan Hürmüz Rassam. Bu yazıda Rassam nezdinde 19. yüzyılda Osmanlı aydının dünyasını, Mezopotamya’nın ahvalini ve geçen hafta üzerinde durduğumuz Layard ve Botta gibi öncü arkeologların yarı bilimsel yarı politik girişimlerini incelemeye devam edeceğiz.
Hürmüz Rassam 1826’da Musul’da doğdu. 1910’da diplomatik görevde olduğu Etiyopya’da öldü. Gençlik yıllarında Musul’a kazı için gelen İngiliz arkeolog Layard’ın ekibinde yer almış ve arkeolojiye olan ilgisiyle Layard’ın dikkatini çekmişti. Britanya vatandaşlığına geçme kararı aldı ve Oxford’da eğitim almaya gitti. Rivayete göre ‘Osmanlı’da paşa olacağıma İngiltere’de baca temizlerim daha iyi’ demiş. Olabilir. Rassam hakkında yazıp çizenler bu cümleyi kendi özünden utanan ve Batılılara aşırı hayranlık duyan ‘ezilmiş’ bir ruh halinin yansıması olarak görme eğilimindeler. Halbuki bir milyon Arap ve Süryani Hıristiyanın Osmanlı dünyasını terk ettiği bir dönemden bahsediyoruz. Sadece Avrupa değil bütün Güney Amerika ülkeleri Rassam gibi göç etmiş Lübnanlı, Filistinli, Iraklı vb Hıristiyanla dolu. 19. yüzyıl Ortadoğu'sunun karmaşasında, imparatorluğun geleceğinin iyice belirsiz hale geldiği yıllarda Nasrani taife kendini nasıl hissediyordu incelemek gerekiyor. Günümüzde de yüz binlerce iyi eğitimli Ortadoğulu birey, hekimliği, mühendisliği vb. bırakıp Batı ülkelerine garson ve benzinci olarak çalışmaya gitmiyor mu? Rassam bence doğu kaynaklı ‘beyin göçünün’ öncülerinden biri.
Rassam, Layard’ın Nimrud ve Ninive kazılarına katıldıktan sonraki yaşamında Osmanlı topraklarına ‘İngiliz’ kimliğiyle dönüp kazılar yaptı. Osmanlılar da onu artık İngiliz kabul etmekteler zira Türk Kazı Tarihi adlı devasa derlemede okuduğum Osmanlıca belgelerde ‘İngiliz hafir Rassam’ olarak anıldığını gördüm. Bu nedenle sanırım Rassam’ı ilk yerli/Osmanlı arkeoloğu olarak kabul etmekte olan çevrelere rağmen Osman Hamdi Bey’in tahtı sarsılmayacak gibi geliyor bana.
Rassam’ın meslek hayatı oldukça başarılı sayılır. Layard çoğu zaman kazı alanını ona bırakıyordu. Assurbanipal’in meşhur kütüphanesini Rassam bulmuştu. Ki burada ele geçen tabletler sayesinde bilindiği üzere George Smith, Nuh Tufanı anlatısının Babil versiyonunu keşfetmiş ve bu keşif tüm Avrupa düşün dünyasını alt üst etmişti. 1877-1882 kazı dönemi de bir arkeolog için baş döndürücü keşiflerle geçmişti. Yeryüzünün ilk insan hakları metni olarak bilinen –son zamanlarda çevirisi üzerine tartışmaların yoğunlaştığı- Kyros Silindiri, Babil Kralı Nabonidus’a ait olan Şippar Silindiri, Assurnasirpal’in Sarayı, Balavat Kapıları, Nabukadennezzar II’nin Sarayı... Liste böyle uzayıp gidiyor. Kazılarda ele geçen buluntuların şimdi British Museum’da olduğunu da söylemeye gerek var mı bilemedim.
Son zamanlarda okuduğum yazı dizisinde Rassam’ın yaşamı ve çalışması ‘hemşehrisi’ Iraklı arkeolog Zainab Bahrani tarafından yeni baştan değerlendirilmekte. Bahrani’nin Rassam üzerine değerlendirmesi, Rassam nezdinde ‘kolonyal çağa dönük bir eleştiriye’ dönüşmüş. Bu da benim asıl ilgi alanım olduğundan anti-kolonist yazıyı keyifle okudum. Rassam, Bahrani’nin çizdiği tabloya göre İngilizlere karşı bütün platonik sevgisine rağmen, onlar tarafından kendilerinden biri olarak kabul edilmeyen, doğulu olduğu için hakir görülüp aşağılanan, başarıları başkalarına mal edilmiş yenik biri.(1) Bahrani’ye göre “Ne kadar başarılı olsa da Batılılar ona ancak bir kazı işçisine davrandıkları gibi davranmışlar. Hala da böyle bakılıyormuş Hürmüz Rassam arkeolog değil kazıcıydı denilmekteymiş.(2) Ben böyle algılamadım, popüler internet ansiklopedilerinde de bilimsel ağırlıktaki yazılarda da şu an Rassam oldukça saygın bir şekilde anılmakta ve arkeoloji alanındaki başarılarına yer verilmekte.
Bahrani’nin yazısı yavaş yavaş sırlarına ermekte olduğum anti-kolonist edebiyatın klasikleri arasına girebilecek örneklerden biri. Geçen yazılarımda belirttiğim üzere arkeolojinin tarihine isyan eden arkeologlarca oluşturulmakta olan bu yeni söylem bana giderek daha fazla Lenin’in ‘çocukluk hastalığı’ olarak gördüğü Alman solcularının yazınsal mirasını anımsatmakta. Mesela Bahrani evinde Assur heykelleri çıkan köylülerin arkeologlara direnişini övüyor. Fransız arkeolog Victor Place’a (1818-1875) Ninive yakınında Nebi Yunus adıyla bilinen yerde bir köylünün evinde boğa başlı insan tasviri (geçen haftada değindiğimiz lamassu) bulunduğu ihbarı geliyor. Ama köylü, Fransız arkeologları evine sokmuyor. “Kendi evi olduğu düşünülürse buna şaşmamak lazım” diyen Bahrani bu olaydan anladığım kadarıyla anti-kolonist bir direniş öyküsü ya da özel mülkü kutsayan bir tavır yaratmaya çalışıyor. Adamın evine Fransızları almaması cahillik olarak görülemezmiş. "Bir yabancıyı neden evine alsınmış”. Eğer tüm dünyada bu türden tepkilere Bahrani gibi saygı duyulsaydı arkeoloji ve müzecilik diye bir olgudan da bahsedemezdik. Dünya üzerindeki bütün kazılar ister kolonistlerce, isterse komünistlerce yapılsın yerel halkın çoğu kez direnişine rağmen başlamıştır. Köylüler genelde bağının bahçesinin delik deşik edilip alıştığı yaşam biçiminin beş bin sene önce ölmüş birtakım insanlar için yıkılmasını onaylamaz. Bahrani’nin buradaki itirazı arkeolojinin bir bilim olarak kendi kendini inkarını kaçınılmaz kılar.
Sonuçta köylülerin engellemesi karşısında Fransızlar Musul Valisi Hilmi Paşa’ya başvuruyorlar.(3) Hilmi Paşa da hem köylülere hem de Fransızlara kızıp "Nebi Yunus kazılarını ben yapacağım" diyor. Bahrani anti-kolonist oklarını bu sefer Osmanlılara yöneltiyor. Osmanlıların bu eserleri İstanbul’daki merkezi müzeye taşımak istemeleri aslında Avrupalıların yaptıklarından farklı sayılmazmış.(4) Ne diyelim... Geçen hafta 2003 işgalinde Irak Ulusal Müzesinin yağmalanması ile Osmanlıların eski eser hediye etmeleri arasındaki farkı anlattık. Şimdi bir de egemen bir devletin kendi sınırları içindeki buluntuları sahip olduğu tek müzeye taşıması ile kolonistlerin faaliyetlerinin aynı şey olmadığını anlatmamız mı gerekiyor? Ayrıca Osmanlılar hiç de her buluntuyu İstanbul’a taşıma meraklısı değillerdi. Türk Kazı Tarihi adlı derlemede yer alan yazışmalar Osmanlıların 1908-1912 dönemlerinde Musul, Halep, Şam gibi kentlerde yerel müze kurma çabası içinde olduklarını ama ödeneksizlikler ve Balkan Harbinin yol açtığı felaketler nedeniyle bu projelerin gerçekleştirilemediğini ayrıntılı biçimde göstermekte.
Bahrani ayrıca 1842’de Horsabad kazılarını yürüten Fransız/İtalyan arkeolog Botta’nın da hiç izin almadan Dur-Şarrukin’i kazdığını iddia ediyor. Bu yazıların belirli bir izlek kalıbı var herhalde! Yani Osmanlı Devleti’nde bir adam gelecek, koca bir tepeyi yüzlerce işçi tutup, yanına bir de devasa kazı evi inşa edip Osmanlılardan izinsiz, habersiz kazabilecek? Geçen hafta da kaş yapalım derken göz çıkaran bu yaklaşımın ne kadar yanlış olduğuna değinmiştim. Botta’nın her adımda Osmanlı makamlarına nasıl danıştığı ve her ayrıntıda izin aldığı konusuyla ilgili olarak dileyenler Bülent Genç’in Osmanlı arşivlerini derlediği –bence- mükemmel hazırlanmış yazısına bakabilirler.(5)
Botta’yı küçültmek için hiçbir fırsatı kaçırmayan Bahrani “Dur-Şarrukin’in keşfi Botta’ya atfedilmişse de aslında işçilerden birine aitti” diyerek arkeoloji disiplininde daha önce kimsenin aklına gelmemiş bir çığır açıyor. İyi de bütün kazılarda durum böyle değil mi? Yani insanlar dünya müzelerini dolduran milyonlarca buluntunun kazı başkanlarınca tek tek keşfedildiğini mi sanıyorlar? Arkeolojik keşiflerin ekseriyeti zaten tarlasını süren köylülere, keçileri çukurlara kaçmış çobanlara, öğrencilere, işçilere aittir. Ben de gençliğimde Mersin Kilisetepe kazısında İslami döneme ait bir sürü seramik buldum. Ama hepsi Nicholas Postgate’in hanesine yazıldı. Bu mantıkla adını arkeolojik keşifler tarihine yazdıran herkesi silip yeniden bir tarih yazmak lazım. Aslında Kolomb’un anılarına bakıldığında da Yeni Dünya’yı gören ilk kişi Trianalı Rodrigo adlı bir tayfaymış. Ama ne yazık ki kitaplar bu seferi planlayıp tayfaları yönlendirenleri yazıyor.
Bahrani’ye göre Rassam da keşifleri başkalarının hanesine yazılmış horlanmış biriydi. Meşhur çiviyazısı uzmanı Henry Rawlinson’ın kardeşi George Rawlinson, Asurbanipal'in sarayının keşfinin övgüsünü kardeşinin alması gerektiğini iddia etmişti ve Rassam’ın başarısını küçültmeye çalışıyordu. Rassam'ın sadece işi denetleyen bir "kazıcı" olduğunu söylemekteydi. Rassam, birinci sınıf eserleri şahsi hesapları için satmakla ve British Museum'a yalnızca "çöp" buluntular göndermekle suçlandı. Ama bunlar sadece Bahrani’nin aktardığı kısımlar... Bahrani tamamıyla dışlanmış, horlanmış İngilizlere duyduğu büyük hayranlığa rağmen kökenleri nedeniyle hiçbir zaman seçkinler kulübüne dahil olamamış mazlum bir Rassam imajı çiziyor. Rassam’ın hor görüldüğü doğru ama dostları olduğu da doğru. Bahrani, davası sırasında Layard’ın devreye girerek Rassam için "Tanıdığım en dürüst ve en açık sözlü adamlardan biri ve hizmetleri hiçbir zaman hak ettiği değeri görmemiş bir insan" diyerek dostuna sahip çıkmasından söz etmemiş. Sonraki yıllarında Mahkeme sonucu iftiralardan aklandığını ve Britanya mahkemesinin kendisinden resmen özür dilediğini de yazmamış. Kraliyet Coğrafya Topluluğu'nun, Rassam için verdiği ölüm ilanında "Kraliyet Coğrafya Topluluğu en eski ve en seçkin üyelerinden birini kaybetmiştir” demesi de Bahrani’nin yazısında yer almıyor.
Sadece Bahrani değil Rassam hakkındaki tüm yazılarda bir mağdurluk, mazlumluk edebiyatıdır almış başını gidiyor. Mesela hakkındaki bir yazı şöyle sona ermekte: “Çok saygın bilim kurumlarından Kraliyet Coğrafya Topluluğu’na üye seçilir ve çeşitli onur ödülleri alır ama bir Ortadoğulu olduğu için hiçbir zaman Britanya’nın elit bilimcileri arasına giremez.” İngilizler muhtemelen böyle düşünmüyorlardı. Onlar Musullu bir köylünün Kraliyet Coğrafya Topluluğuna üye seçilmesini yeterince elit bir başarı olarak görmüş olmalı. Rassam’ın elit bir bilimci olarak görülmemesi salt Ortadoğu kökenli olmakla da açıklanabilir mi bilemedim. Sonuçta bu aristokrat İngilizler kendini arkeolog olarak yetiştirmiş Liverpoollu bir işçiyi de ne kadar benimserlerdi düşünmek lazım. Çağımızda artık aristokrasi kalmadığı, sınıf ayrımlarının yerini de doğu-batı, kuzey-güney çatışması kavramları aldığı için bu konuları sanırım zamanımızın gündemiyle düşünüyoruz. Halbuki 19.yüzyılda İngiliz aristokrasisi kendi proletaryasından vebalı gibi kaçarken Hint racalarıyla ortak bir kültür hayatı inşa edebilmekteydi.
Öte yandan Rassam’ın elit bilimciler arasında sayılmamasının sebebi ne sınıfsal ne de etnik kökeni de olmayabilir. Rassam gerçekten iyi bir arkeologtu, toprak altından çıkardıkları büyük buluşlar. Ama bunları yorumlayan biri miydi? Çiviyazısına hakimiyeti ne düzeydeydi? Kaç antik dil biliyordu? Unutmayalım Rassam çağımızda yaşasa bence bugünün en büyük arkeologlarından biri olurdu. Ama o bir tür ‘devler’ çağında yaşadı. O vakitler arkeologlardan beklenilen ‘toprak eşelemek’ değil buluntuları –şüphesiz batı merkezli bir pencereden- uygarlık tarihi içinde anlamlandırmak ve yorumlamaktı. Rassam’ın bütün bulguları (Kyros Silindiri, Gılgameş Destanı vb) başkalarınca okundu, çözümlendi ve yorumlandı. Bu nedenle Bahrani ve benzer düşüncede olanların, Rassam Süryani, Iraklı olduğu için elit bilimciler arasında sayılmıyor isyanıyla heyecanlanmadan önce konuya bu açıdan da bakmaları lazım.
Bu arada Bahrani’nin İstanbul Asar-ı Atika Müzesine taşınmasına kızdığı Nebi Yunus buluntularını da unutmayalım. Bunların bir kısmı Müzede 1870’lerde enteresan biçimde kayboldu. 1990’da Nebi Yunus Camisi'nde yapılan kazılar sonucunda, caminin yanında Assur lamassuları bulundu. Buluntular ve cami 2015’te IŞID tarafından yok edildi.
NOTLAR:
(1) Zainab Bahrani, “Mezopotamya’nın Keşfinin Anlatılmamış Hikayesi” Geçmişe Hücum, Osmanlı İmparatorluğunda Arkeolojinin Öyküsü 1753-1914, ed. Zainab Bahrani, Zeynep Çelik, Edhem Eldem, SALT,2011.
(2) Bahrani a.g.e.s, s.135-136.
(3) Bahrani, a.g.e.s.138.
(4) Bahrani, a.g.e.s.139.
(5) Bülent Genç, “Khorsabad/Dūr-Šarrukin Kazısı ve Asar-ı Atika Nizamnamelerine Etkisi” Anadolu Araştırmaları-Anatolian Research, 25, 2021, s.117-139.
U. Töre Sivrioğlu Kimdir?
1980 yılında Gönen'de doğdu. Ege Üniversitesi'nde arkeoloji bölümünden mezun oldu. Arkeoloji alanında yüksek lisans ve tarih alanında doktora eğitimi aldı. Türkiye'nin çeşitli illerinde ve İran, Özbekistan, Afganistan gibi ülkelerde kazı ve araştırma projelerine katıldı. İran, Bizans, Osmanlı/İslam sanatı ve arkeolojisi üzerine çeşitli araştırmaları yayınlanmıştır. Arkeoloji ve tarih temalı atölyeler yapmaya devam etmektedir.
İtalyan aydınlarının kafa karışıklığı 10 Aralık 2023
Kürt tarihi ve tarih yazıcılığı üzerine bazı mülahazalar 03 Aralık 2023
Rodrigo, Falla ve Falanjist sanat 26 Kasım 2023
Falanjist sanatın kısırlığı ve Torroba’nın ıstırabı 19 Kasım 2023 YAZARIN TÜM YAZILARI