YAZARLAR

Nâzım Hikmet zorlu hayatına senaryo ve filmler de sığdırdı

59 yıl önce aramızdan ayrılan (3 Haziran 1963) Nâzım Hikmet’i hatırlatacak o kadar çok şey var ki… Şiirleri, destan, oyun, resim, roman, masal, senaryo, film, aşk, dostluk, tutku, memleket ve oğlu Mehmet hasreti… Düşününce ne çok şey sığmış zorluklarla geçen büyük hayatına.

“Beyazperde ve Sahnede Nâzım Hikmet”* kitabım Nâzım Hikmet’i daha yakından tanımamı sağladı. 25 - 27 Ocak 2002’de Nâzım’ın 100. doğum yılı nedeniyle Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı'nca Uluslararası Nâzım Hikmet Sempozyumu düzenlenmişti, Nâzım Hikmet'in şiiri, kişilik özellikleri, mücadelesi, tiyatrosu, sineması gibi farklı alanlarda bizden Ataol Behramoğlu, Nedim Gürsel’den, Zehra İpşiroğlu, Ayşegül Yüksel, Doğan Hızlan, Özdemir İnce’ye ve dışarıdan Richard McKane, Erik Stinus, Svetlana Uturgauri, Dietrich Gronau, Monica Carbe … bilim, sanat insanlarınca bildiriler sunuldu.  Hazırladığım sempozyum bildirisini sevgili Doğan Hızlan’ın önerisiyle genişleterek kitap olarak yayımladım.

Nâzım Hikmet tiyatro-sinemanın tek adamı olarak adlandırılan Muhsin Ertuğrul’un davetiyle kapısını araladığı sinema serüveninin sonunda "...biz, eldeki teknik, personel, parayla hakikaten güzel filmler çevirebilirdik…” demişti. 1950 yılında nihayet çıkacağı cezaevi öncesi yazdıkları ve özgür kaldıktan sonra ondan istenen günün trendi birkaç tarihi film senaryosu bir yana; şiirleri, destanlarının içinde olan sinema/kamerasının varlığının altı önemle çizilmeli…

Bir şiir-senaryo olduğunu Mehmet Ulusoy’un sahnede görselleştirerek kanıtladığı Benerci Kendini Niçin Öldürdü bir yana, Jokond ile Si-Ya-U, Taranta Babu'ya Mektuplar,  Simavne Kadısı Oğlu şeyh Bedreddin Destanı, Memleketimden İnsan Manzaraları… tüm bunlarda sadece onun getirebildiği görme/bakış/sinematografik anlatımın izlerine thiş görsel bir şiir bu“ (Zeynep Uysal) denilen Saman Sarısı’nda da (1961) rastlanacaktır.

O daha önce açıklamıştı, Şaştım, korktum, sevdim, bayıldım ve bütün bunları başka türlü yazmak gerektiğini sezdim, ama yazamadım. Daha büyük bir sarsıntı gerekti.”** Ne zaman? “Benim ilk çocuğum, ilk hocam, ilk yoldaşım/19 yaşım” dediği günlerde. Sarsıntıya yol açan ise, sonraki yıllar Gorki’nin Ana romanını da uyarlayacak yönetmen Pudovkin’in çektiği 18 dakikalık Açlık... Açlık... Açlık adlı belgesel filmdir. Ogünlerde birlikte olduğu Şevket Süreyya Aydemir anılarında şöyle aktarır:

"Filmi seyretmeye başladık. Açlıktan yanan bir hava içinde Kuban, Don, Volga ovalarındaki şehirler birer birer boşalıyordu. Topraklar kuraklıktan çatlamış ve çatlakları anasının eteğine yapışan mecalsiz çocukları habersizce yutacak kadar mezarlaşmış uçsuz bucaksız stepler ortasında eğ̆ri büğrü kafileler sonu gelmez ufuklara doğru yürüyor, koşuyordu.” ***

Ve sonrası gelir: Nâzım Moskova’da tiyatro, sinema ve resmin görsel etki alanları olduğunu ögrenecektir. Örneğin etkisi altında kaldığı Meyerhold’un aynı zamanda sinema ile ilişkilenebilecek sanat ve tiyatro deneyimlerini (müzikhol, Çin-Japon tiyatrosu, sirk, commedia dellarte, halk sanatı ve caz) birbirine bağlama yeteneğine hayran kalır. Ve sonuçta yeni sanat sinemadan yararlanma deneylerini oyuncu ve tiyatro yönetmeni Nikolai V. Ekk ile birlikte kurduğu tiyatro Metla’da (Rusça’da Çalı Süpürgesi) gerçekleştirir.

Kısaca, Nâzım Hikmet’in Açlık... Açlık... Açlık adlı belgeseli görerek ve Vladimir Mayakovski’nin şiir biçiminden esinlenerek serbest ölçülü Açların Gözbebekleri ile başladığı yeni şiir yazma süreci, yönetmen Ali Özgentürk’ün sözleriyle “acaba Nâzım’ın gizli bir kamerası mı vardı, hayatı boyunca yanında taşıdığı? sorusunu sorduracak ve onu Türk şiirinde görselliği en çok ve en iyi kullanan şair (Fırat Caner) yapacaktır.

Anlamının dışında, Açların Gözbebekleri şiiri sadece basamak biçiminde sıralanan dize yapısıyla değil, aşağıda gösterildiği gibi sözcüklerinin kullanılışıyla da görsel ve sinematografik benzeşimler içerir.

Ağrımız büyük!

            büyük!

                    büyük!

Ve Nâzım’ın sinemanın yakın plandan geniş/uzak plana gidilmesi özelliğini Salkımsöğüt şiirinin son dizelerinde de kullandığı görülür. Atların uzaklaşması, ufukta uzaklaşma ve gözden yitmesi gibi bir imge yaratarak bitecektir.

Nal sesleri sönüyor perde perde,
Atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde!

Atlılar atlılar kızıl atlılar,

        Atları rüzgâr kanatlılar

                        Atları rüzgâr kanat…


                                    Atları rüzgâr...

                                                Atları...

                                                        At...

Tüm bunlar bir yana biraz da Muhsin Ertuğrul ile sanat ilişkisinden söz edelim: Muhsin Ertuğrul arkadaşları ile kurduğu topluluk dağılınca (1925) Nâzım Hikmet’in yardımıyla Moskova’ya davet edilmiştir… Orada üç film çekmiş, dönemin ünlü tiyatro ve sinema adamlarıyla tanışmıştır. Şimdi Moskova’dan dönebilen Nâzım için bir şey yapma sırası Muhsin Ertuğrul’dadır. Nâzım Hikmet, Ertuğrul’un talebiyle Metla’da (1926) sahnelenen ve önceki adı Her Şey Mal olan deneysel oyununu Kafatası adıyla yeniden yazar.

Tiyatro ve sinemanın tek adamı Muhsin Ertuğrul önce Kemal (1922) sonra İpek Film (1928) adına filmler çekecektir (kameranın arkasında).

Nâzım büyük gözaltındadır, izleyicinin yoğun ilgisi nedeniyle hükümet birkaç gösteri sonrası Kafatası oyununu yasaklatır. Yazdığı Bir Ölü Evi oyunu afişine Nâzım adı konamadığı için aynı ilgiyi görmez. Muhsin Ertuğrul onun önündeki engelleri kaldıramaz ama, yeni çekeceği kurtuluş savaşı öyküsü Bir Millet Uyanıyor filminde yönetmen asistanı, seslendirme yönetmeni olarak Nâzım’dan yararlanmayı unutmaz.   

“Bu seslendirme işi de nedir?” diye sormayın. Nâzım Hikmet ekmek parası için, hatta onunla başladığı söylenebilecek seslendirme/dublaj işinde çok başarılıdır. İpek Film'de sürekli olmasa da seslendirme yönetmeni olarak cezaevine girdiği 1938 yılına kadar çalıştığı gibi, Muhsin Ertuğrul’a Mümtaz Osman adıyla sinemamızın ilk müzikali Karım Beni Aldatırsanın senaryo ve sözlerini yazar, seslendirmesini de yapar.

Nâzım Hikmet'in senaryosunu, şarkı sözlerini yazdığı Karım Beni Aldatırsa, 1933

Karım Beni Aldatırsa müzikal filmine gelince… Müziklerini Muhlis Sabahattin Ezgi’nin yaptığı filmin girişi çok ilgi çekicidir.  Oyuncular tek tek kendini, yine Nâzım'ın yazdığı sözlerle, örneğin sinemaya Ateşten Gömlek filmiyle giren (1923) ilk Türk kadın oyuncumuz ünvanlı Bedia Muvahhit şöyle takdim etmektedir:

Darülbedayi'nin Bedia'sıyım ben/Derin bir aşka müptela iken/Belma rolünde, Fatoş rakibem/İşte hayatta en büyük hilem”

Feriha Tevfik’inki ise oldukça kısadır: “1929 Ecesi/Darülbedayi'nin nazenin kraliçesi.” Ercüment Behzat Lav, İ. Galip Arcan, Vasfi Rıza Zobu  takdimlerinin sözleri ile yazıyı uzatmak istemiyorum ama, hiç olmazsa Muammer Karaca’yı da atlamayalım diyorum. “Oldum gittim milyoner/Tenor olursam eğer/Darülbedayi’den Muammer.”

Fransız vodvillerinden esinlenmiş, Muhlis Sabahattin'in müziği ile bezenmiş Karım Beni Aldatırsa’daki  Nâzım'ın sözlerini yazdığı şarkılar yıl boyunca dillerden düşmeyecektir. İşte bunlardan Martı Gibi Kotramız’ın sözleri.

Martı gibi kotramız/Martıların renginde/Martı gibi kotramız/Martı gibi enginde

Yelkenleri kanatlar/Dağ dalgaları atlar/Köpürterek denizi/Ufka götürür bizi  ...(devam eder)

Karım Beni Aldatırsa filminin boşrol oyuncuları Feriha Tevfik ve Ercümend Behzad (Oğuz Makal arşivi)

Filme ismini veren ve Hazım'ın oynadığı Salih Reis'in ağzından laz şivesiyle okuduğu Karım Beni Aldatırsanın sözleriyse çok eğlencelidir, işte bir dörtlüğü: 

Ha buralaru İstanbul’dur/Baştan çıkma işi boldur/Senin kadeh boşalırsa/Cit başka bir kadeh doldur (…)

"Kalbim Ateşten Şarkıları Çalan Sazdır", "Yaparım Hara-Kiri", "Sinirlerim Yoktur" ve "Yıldızlar" filmin diğer şarkılarıdır ve tümünün sözleri adı geçmese de Nâzım imzalıdır. Orhan rolündeki Ercüment Behzat ve Fatoş rolündeki Feriha Tevfik hanımın söylediği "Yıldızlar"ın sözleri bence bugün bile güzel…

Yıldızlar ne güzel sen ne güzelsin/Yıldızlar yukarda bir rüya gibi

Yıldızlar ne güzel sen ne güzelsin/Dinle, yıldızların sesi gelsin (…)

Senaryosunu, sözlerini yazdığı bir müzikli filmi daha..

Yine sözlerini Nâzım'ın yazdığı "Balıkçılar" korosu da filme ayrı bir renk katar.  O günlerde yayınlanmakta olan dergilerimizden Holivut, 1 Şubat 1933 tarihli sayısında "Karım Beni Aldatırsa, Bir Millet Uyanıyor'dan sanat itibariyle çok yüksek olduğu gibi, şehrimizde gösterilen çoğu yabancı operetlerden de daha güzel ve daha neş'elidir. » diye başlayacaktır.

Nâzım Hikmet senaryosunu yazdığı Düğün Gecesi-Kanlı Nigâr Naşit Dolandırıcı filmini bizzat yönetir. Peşini bırakmayacak Muhsin Ertuğrul'un baskısıyla Söz Bir Allah Bir (1933) ve ardından Cici Berber (1933) müzikal filmlerinin senaryo-konuşmalarını-şarkı sözlerini kaleme alacaktır. Yunanlılarla ilk ortak yapımımız olan Fena Yol’un "kaza ve kader konusunu tartışan" senaryosunu Grigorios Ksenopoulos'un romanından uyarlar. Özlem 202 adlı Alman müzikli komedisinden uyarlanan Milyon Avcıları, Selma Lagerlöf'ün bir hikayesinden Türk köy filmlerinin ilk örneği Aysel, Bataklı Damın Kızı’nın senaryosunu yazar.

Nâzım Hikmet’in bazılarını Bursa hapishanesinde yazdığı, “Benden ciddi realist, ağırbaşlı filmler istenmedi ki” serzenişini hak eden senaryolarla geçen, az bilinen sinema hayatı, uzun ve hüzün dolu bir hikayedir. Bursa cezaevinden eşi Piraye’ye gönderdiği şu mektup onun gerçeğini ortaya koyar: 

"Karıcığım, sevgilim. Birinci senaryoyu bitirince hemen sana telgraf çekeceğim. Sen gelip alır götürürsün. Yolda filan kaybolur da emekler boşa gider sonra. Yani senin anlayacağın ayı doldurmadan Bursa’ya yolculuk var. Ne iyi, ne bahtiyarım. Belki seni bir hafta sonra göreceğim. Yaşasın senaryoculuk!”

Nâzım Hikmet'in yönettiği Güneşe Doğru filminin ekibi-Arif Dino, Lazar Yazıcıoğlu, Mediha Baran, İhsan ve Osman İpekçi, Nazım Hikmet, Abidin Dino (Oğuz Makal arşivi)

Ve sakın şaşırmayın, Nâzım bir uzun metraj filmin de yönetmenidir: Düzmece bir suçlamayla yargılandığı (15 Mart 1938) ve yirmi sekiz yıl hapis cezasına çarptırıldığı günlerden üç dört ay önce, Abidin Dino'nun dekorlarını yaptığı Güneşe Doğru filmini yazıp yönetecektir. Ama ne yazık ki Nâzım’ın bu filmi, hatta afişi bile kayıptır…

Çeşitli adlarla yazdığı diğer senaryolar, örneğin ‘Tosun Paşa’, ‘Şehvet Kurbanı’, ‘Kahveci Güzeli’ (M. İhsan imzasıyla), ’Kıskanç’, Ercüment Er imzasıyla yazdığı ‘Kızılırmak Karakoyun’… Bu kadar değil, 5 Temmuz 1950’de hapisten çıkışı sonrası yazdıkları, öldürülmemek için Moskova’ya kaçmadan önce ‘yaşamak için’ yapabildikleridir. Moskova’da olduğu yıllarda parlayan sanat yıldızı şiir ve tiyatrodur, ama hiç de kolay olmamıştır… 1957’te sahnelenebilen, Sovyet yönetimini bürokratlaşmakla eleştiren İvan İvanoviç Var mıydı, Yok muydu? oyununun sadece 5 kez izleyiciyle buluştuğunu hatırlatırım.

59 yıl önce aramızdan ayrılan (3 Haziran 1963) Nâzım Hikmet’i unutturmayacak o kadar çok şey varki… Şiirleri, destan, oyun, resim, roman, masal, senaryo, film, aşk, dostluk, tutku, memleket ve oğlu Mehmet hasreti… Düşününce ne çok şey sığmış zorluklarla geçen büyük hayatına.

İstanbul'da açılan "Nâzım ve Vera, Moskova’dan İstanbul’a” sergisinde yer alan, şiir ve yazılarının ortağı Nâzım Hikmet'in daktilosu

Türkiye’de olduğu yıllarda şu söyledikleri ne denli uzak görüşlü olduğunu açıklar: 

"...biz, eldeki teknikle, personelle, parayla hakikaten güzel filmler çevirebilirdik. Yeter ki "türk janrı" filmin mevcut imkanlarla nasıl olması gerektiği işi üzerinde düşünülsün.” 

İşte bunları söyledikten hemen sonra filmleri ile Nâzım’ı doğrulayan yönetmenlerimiz: Akad, Erksan, Refiğ, Yılmaz, Yılmaz Güney…Yetmişli, seksenli yıllarda yeni sinemacılarla sayı artacaktır…

Ressam Utku Varlık sormuştu: “…Nâzım bizi şaşırtan her şeyi yapmış, peki geriye ne kalmıştı?”

Not: Çoğu kez yemek konu ve tariflerinin de yer aldığı yazım için araştırdığımda, Nâzım Hikmet’in tatlıya, özellikle baklavaya olan düşkünlüğü karşıma çıktı. Gülümsetici bir anısıysa şudur: Nâzım, kendisinden danışmanlık istenen bir masal-çizgi film nedeniyle tanıştığı Vera’nın kalbini çalmada kocaman pastalar, kutu kutu çikolatalar, çiçekler göndermenin işe yaramadığını, yine elinde çiçeklerle gittiği bir gün Vera'nın iş arkadaşı Rais’ten öğrenir: “Eğer onu hoşnut etmek istiyorsanız hıyar turşusu, çiroz gibi şeyler getirin de bakın o zaman nasıl sevecek sizi.”  Ve bu öğütten sonra değişen hediyeler Vera'nın masasına doluşmaya başlar… (Vera Tulyakova 'Bahtiyar Ol Nazım' kitabından)

 

* Oğuz Makal, Beyazperde ve Sahnede Nâzım Hikmet, Kalkedon Yayınları, İstanbul, 2015

** Nâzım Hikmet, Yazıları, Koza Yayınları, İstanbul, 1976

*** Ekber Babayev, Ustam ve Ağabeyim Nâzım Hikmet, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1997


Oğuz Makal Kimdir?

Sinema alanında ilk doktora yapan öğretim üyesi. 1997 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde profesör oldu. Yemek ile sinema arasındaki ilişki yeni ilgi odağı, bu alanın filmlerini ve toplumsal-kültürel tanıklıklarını kitaplaştırmak için araştırmaya devam ediyor. Sinema Tarihi, Film Kuramı, Türk Sineması, Sinema ve Diğer Sanatlar, Sinema ve Tarihi İlişkisi gibi dersler veren, tezler yöneten Makal, Uluslararası İzmir Film Festivalini kurdu, 2001 yılına dek on bir yıl yönetti… Kısa, uzun, belgesel filmler yaptı, son yıllardaki birkaç belgeseli: El Cezeri, Eğitmenler, İstanbul’da Bir Gizli Bahçe-Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi, Uzak ve Yakın, Suriye Mutfağı İstanbul’da, Merdiveni Arayan Adam. Bazı kitapları ise: Sinemada Yedinci Adam, 1895-1950/İzmir Sinemaları Tarihi, Fransız Sineması, Beyazperde ve Sahnede Nazım Hikmet, Sinemada Tarihin Görüntüsü, Yönetmenleri ve Filmleriyle Gülmenin Sineması.