YAZARLAR

Napolyon'un Josephine'i değil, Josephine'in Napolyon'u

Her zamanki yeteneğiyle Ridley Scott’ın sunduğu savaş sekansları gerçekten göz dolduruyor. Filmin başlarındaki Toulon Baskını ve özellikle Napolyon’un önderliğindeki Austerlitz ile Waterloo savaşları gerçekten etkileyici ve aklımızda kalacak görüntüler sunuyor. Hele ilk savaştaki, donmuş bir gölün üzerinde yaşanan çarpışma kolay kolay unutulacak cinsten değil!

Bilindiği üzere efsanevi yönetmen Stanley Kubrick (sayıca, göreceli olarak) az ama 'öz' yönetmenlik kariyerinde her seferinde yeni bir tür denedi. Artık çoğu 'klasikleşmiş' ve birer başyapıt haline gelmiş bu filmlerinde yönetmen (saf) korku, bilim kurgu, savaş, dram ve herhangi bir sınıfa sokamayacağımız birçok türü denedi ve genelde sinematografik olarak zirve noktalarına ulaştı.

Aslında Kubrick’in filmlerini belli bir türe sokmamız yersiz veya eksik durabilir zira yönetmen hikayelerini anlatırken, 'şeklen' bir türden esinlenmiş olsa da genelde filmleri, anlatılandan çok daha ötesini temsil eden, çok daha derin temalara parmak basan ve mesaj açısından 'dolu' ve çoğul yorumlamalara açık yapımlardı.

Kubrick’ten bu kadar bahsetmemizin nedeni, bu hafta gösterime giren "Napolyon"un, aslında zamanında yönetmenin aklında olan ancak değişik nedenlerden dolayı sürekli proje aşamasındayken 'rafa kaldırılan' bir film olması. Üstelik yönetmen bu projeyi ilk olarak kariyerinin sonlarında değil, çok daha önce "2001: Bir Uzay Macerası"(1968) filmini çektikten sonra hayal etmiş, başrol için Jack Nicholson’ı düşünmüş hatta Napolyon’un eşi Josephine’i canlandırması için Audrey Hepburn’le irtibata bile geçmişti.

Kubrick’in içinde adeta 'ukde' olarak kalan bu filmin yönetmenlik koltuğuna geçen 'Sir' Ridley Scott, inanılmaz yeteneğine ve tartışılmaz kariyerine rağmen 2010 yılında çektiği "Robin Hood" filminden sonra bizce bir form düşüklüğü yaşamıştı. Bu süre zarfında daha çok 'zafer günlerinin' (‘Alien’ presequel’leri) izleriyle uğraşan yönetmen, en son tam bir fiyasko olan "House of Gucci" filmini sundu! (Hakkını yemeyelim, arada "Last Duel" gibi filmler de yaptı.)

Ancak "Napolyon"un, yönetmen Scott için (adeta iştahını kabartan) bir özelliği var: Sık sık görkemli ve tarihsel filmlere sarılan yönetmen, yine bu tarihsel olarak önemli karakterlerin yarattığı 'mitolojiyi' sarsmayı seven bir isim. Başka bir deyişle Scott, dünya tarihinin akışını değiştirmiş bir karakteri bile ele alırken onun başardıklarından ziyade içlerinde taşıdığı kırılganlıklarla, pişmanlıklarla, suçluluklarla kısaca zayıflıklarıyla uğraşmayı seviyor. Ama bizce bu durum, daha detaya inersek başlı başına başka bir yazının konusu…

BİR İNGİLİZİN GÖZÜNDEN BİR FRANSIZ

Ridley Scott’ın değindiğimiz bu 'hevesini' göz önüne alırsak, onun Napolyon’u sadece zaferden zafere koşmuş, yalnız Fransa tarihini değil Avrupa tarihini de değiştirmiş, savaş alanında olduğu kadar politik açıdan da reformlar getirmiş bir kahraman olarak sunmayacağını tahmin etmemiz güç olmuyor.

Ancak bizce burada önemli olan ve yönetmen Scott’ın bilinçli olarak ihlal ettiği bir sınır var: Başkarakterinin insani yönünü göstermekle onun insani yönüyle alay etmek arasındaki ayrım. Tabii ki yönetmen bunu 'gözümüze sokarcasına' yapmıyor, ara sıra Napolyon’un özellikle askeri başarılarını adeta 'parlatıyor', zaman zaman onu otoriter olduğu kadar güçlü bir kişilik olarak da sunuyor ama bu 'süslemeler' sadece asıl amacını gizliyor: Napolyon’unun zayıflıklarını sergilemek…

Bu durumun altını çizmek için yönetmen çoğunlukla Napolyon’un bir dönem karısı ve tek büyük aşkı Josephine’le olan çalkantılı ilişkisini kullanıyor. Bizce bu, başlı başına tarihsel açıdan tartışılır bir durum çünkü bu kullanım hikayeye ayrı bir zenginlik katabilecekken Napolyon’u daha da kompleksli, hatta grotesk bir tarafa kaydırıyor.

Vanessa Kirby’nin büyük bir başarıyla canlandırdığı Josephine’in, yönetmenin müdahalelerine rağmen neden Napolyon’un tek ve en büyük aşkı olduğunu anlıyoruz. Josephine bütün ölçüsüz ve umursamaz davranışlarına rağmen kocasının iç dünyasını dengelemeyi başaran biri. Napolyon’la arasında oluşan aşk-nefret ilişkisi belki de kocasının askeri alandaki cesaret ve hırsını körükleyen bir etken. Ayrıca şekilde aşk ve cinsellik açısından kocasını tatmin etmese de asla onun arkasından (en azından politik olarak) iş çevirmiyor, 'kuyusunu kazmaya' çalışmıyor. Belki de bu yüzden Napolyon ondan asla kopamıyor. Kendisi seferdeyken Josephine onu göz göre aldattığı halde, zaman zaman aralarında çok büyük kavgalar patlak verse de asla onu tek başına bırakmıyor. Hatta o rejimin ve iktidarının devamı için çok önemli olan çocuk yapmayı Josephine’le başaramayınca Napolyon, mecburen ondan boşanıp başka bir kadından çocuk yapıyor ama buna rağmen onunla bağını koparmıyor.

AŞK, SAVAŞ VE ORDU

Bu kopamayan bağ ve neredeyse asıl karakter haline dönüşen Josephine, filmin 'kalbi' olabilecekken, yönetmen sanki bu ilişkideki olumsuzlukların altını çizerek hikayenin gidebileceği değişik yolların önünü tıkıyor. Dediğimiz gibi filmdeki Napolyon/Josephine evliliği tabii ki kusursuz değil hatta bazen çok sancılı süreçler geçiriyor. Ancak bu süreçte Napolyon’un 'frijitvari' bir tutum takınan Josephine’le bir ergen tarzındaki sevişmelerini göstermek, kendisinin sürekli bir varis peşinde koşan kontrolcü annesinin 'güdümünde' ilerlediğini işaret etmek ve bir türlü hislerini kontrol edemediğini hissettirmek başkarakteri daha da itici bir hale sokuyor. Hatta neredeyse askeri başarıları bir teferruat gibi gelmeye başlıyor.

Bu tutum bizce rolündeki ağırbaşlılık ve 'gülünçlük' dengesini tutturmaya çalışan Joaquin Phoenix’i de zora sokuyor. Karakterine belli bir derinlik katmaya çalışan oyuncu sık sık bu 'kafa karışıklığının' kurbanı oluyor. Örneğin bütün bu badireleri atlatmış olmasına rağmen hala seferler sırasında Josephine’e yazdığı aşk mektupları bitmeyecek bir 'bağın' göstergesi olacakken neredeyse anlamsız bir flörtleşme düzeyine iniyor.

Bütün bunlara rağmen filmden bir diğer büyük beklentimiz karşılığını buluyor: Her zamanki yeteneğiyle Scott’ın sunduğu savaş sekansları gerçekten göz dolduruyor. Filmin başlarındaki Toulon Baskını ve özellikle Napolyon’un önderliğindeki Austerlitz ile Waterloo savaşları gerçekten etkileyici ve aklımızda kalacak görüntüler sunuyor. Hele ilk savaştaki, donmuş bir gölün üzerinde yaşanan çarpışma kolay kolay unutulacak cinsten değil!

‘DIRECTOR’S CUT’ BİR BAŞKADIR!

Oyunculara gelirsek... Değindiğimiz gibi Vanessa Kirby, Josephine rolünde adeta 'ışıldıyor!'. Çizmeyi başardığı derin karakter, filme gereken gizemi ve ağırlığı en azından göründüğü sahnelerde vermeyi başarıyor. Karşısında büyük oyuncu Joaquin Phoenix’in, artık kendisinden alışık olduğumuz oyunculuğunu sergilese de biraz 'sakarca' yaş aldığını söyleyelim. Hatırlamak gerekir ki film, Fransız İhtilali ve Kraliçe Marie-Antoinette’in giyotine gitmesiyle başlıyor ve bu infaza tanık olan Napolyon’la 1815 yılında gördüğümüz Napolyon arasında ciddi bir fark yok! Artık 80 yaşına gelmiş bir İndiana Jones’u bile bize kabul ettiren bir makyaj ve CGI departmanının bir ihmali olduğu bizce bir gerçek. Önemli oyuncular oldukları halde Tahar Rahim ve Ludivine Sagnier’i ise ağır makyaj ve peruklarının altında tanımakta zorlanıyoruz.

Kulağımıza çalınan bir bilgiyle sonlandıralım: Hatırlanacağı üzere Scott, filmlerinin ‘Director’s cut’ versiyonlarına çok ciddi bir önem verir. Hatta kendisinin artık ‘klasikleşmiş’ filmlerinden "Blade Runner"ın iki versiyonunun (‘director cut’ ve yapımcıların eklediği final) arasındaki fark birçok seyircinin halen aklındadır. Scott, "Napolyon" filminin de bir ‘Director’s cut’ versiyonunu sunacağını açıkladı. Tam 4 saati aşacak bu versiyonun, film salonlara ulaşmadan gösterebileceği bile düşünülüyordu. Bu, gerçekleşir mi ve şimdiki versiyonun kaderini nasıl etkiler bilmiyoruz ama şu bir gerçek: Bizce bu hamle bazı hızlı tarihsel geçişler, rafa kaldırılan psikolojik yönleri unutturmak ve Napolyon’a, Fransız sinema eleştirmenlerine göre hak ettiği değeri ve onuru (bir nebze de olsa) geri vermek için bulunmaz bir fırsat!


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .