YAZARLAR

Müzisyen örgütlenir örgütlenmesine ama nasıl?

Telif hakları, müzik emekçilerinin koşulları ve toplumsal konumları gibi konularda çok geç adımlar atılmış olan Türkiye’de müzik emeğinin örgütlenmesi açısından aslında dersler alınabilecek, kimi zaman şaşırtıcı derecede başarılı örneklerle dolu bir tarih var.

Pandemiyle ve özellikle müzisyenlere, müzik emekçilerine dramatik etkisiyle birlikte zaman zaman gündeme gelen, tartışılan, e belli ölçüde bir heyecan da yaratan ancak ne hikmetse bir şekilde kısa zaman sonra üzeri tekrar tozla örtülen o malum konu bir kez daha müzik sektörünün temel meselesiydi. “Müzik sektöründe örgütsüzlük” başlıklı bu kadim sorun, bir anda işsiz kalan, kiralarını, faturalarını, masraflarını ödeyememeye başlayan müzisyenler açısından yaşadıklarının asıl nedeni olarak görüldü, ortaya kondu, sayısız çevrimiçi toplantıda, televizyon programında, röportajda tartışıldı ve tabii sayısız çözüm önerisi ve “hemen örgütlenmeliyiz” nidası arasında sönümlenip gitti.

Bunun neden böyle olduğuna bir yazıda yanıt vermek imkânsız ve zaten çeşitli kereler hem konuyla ilgili yazıyor, hem de ilgililerin görüşlerine haberlerde, röportajlarda yer vermeye çalışıyorum. Sorun özetle; müzik sektörünün yapılanması, ülke sosyolojisi, örgütlenme kültürü eksikliği gibi birçok nedenden kaynaklansa da ülke tarihinin bir yerinde müzisyenlerin alabileceği kıymetli dersler olduğunu görmek, bu bağlamda biraz olsun umutlanabilmemizin de belki en iyi yolu.

BARIŞ MANÇO’YU GÖZALTINA ALDIRAN SENDİKA

Türkiye’de siyasal hareketlerin toplumsal zeminlere, sokağa, yurttaşa gerçek anlamda sirayet edebildiği 60’lı yıllardan itibaren, özellikle 70’lerde örgütlenme ve sendikalaşma faaliyetleri müzik sektöründe de etkili olabiliyordu. 1951’de kurulan Türkiye Müzisyenler Sendikası, 1957’de kurulan Türk Musiki Folklor ve Sahne Sanatkarları Sendikası, 1964’de kurulan Müzisyen ve Sahne Sanatkarları Sendikası gibi birçok sendika, kimi kısa sürelerde etkin olmuş olsa da arka arkaya faaliyete geçti. 50’li yıllarda özellikle sahne sanatçılarının haklarını arayan sendikal faaliyet o denli güçlü bir inisiyatif almayı başardı ki, toplamda yılda yüz binlerce dolar ücret verilen yabancı sanatçılara karşı bir “kurtuluş mücadelesi” vermiş olan müzik sendikalarının çabaları sonuncunda yabancı müzisyenlere iş vermek 1960 yazında İçişleri Bakanlığı kararnamesiyle yasaklanmıştı. Bugün bize absürt gelen ancak o dönemde Türkiyeli müzik emekçilerinin istihdamı açısından bir anlam yüklenebilecek bu yasak uzun süre etkili oldu, öyle ki 1970 yılında Barış Manço, Antalya’da verdiği bir konserde grubunda yabancı müzisyen bulundurduğu için gözaltına alınmıştı.

70’li yıllarda Tüm Müzik ve Sahne İşçileri Sendikası TÜMİS, Türk-İş’e bağlı olarak faaliyet gösteren, birçok müzisyeni bünyesine katmayı başaran sendikaların başında geliyordu. Sendika, bakanlıklar ve yerel yönetimler ile sürekli görüşmeler gerçekleştirerek müzik emekçilerinin sosyal güvenceleri, çalışma koşulları, ücret istikrarı gibi konularda taleplerde bulunuyordu. 70’li yılların yoğun sendikal çabaları öyle bir noktaya gelmişti ki, örneğin Ankara’da Ankara Hafif Batı Müziği Sanatçıları Sendikası (AHBMS) müzik ve eğlence mekânlarıyla toplu sözleşme masasına oturabiliyor, müzik icra edilen birçok mekânda ise sendikalı müzisyenler grev yapabiliyordu.

19’UNCU YÜZYILA DAYANAN MÜZİK SENDİKALARI

Bugün müzik emekçilerinin özellikle devlet nezdinde dile getirdikleri taleplerin temel dayanak noktası, Anayasa’nın “Devlet, sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı korur. Sanat eserlerinin ve sanatçının korunması, değerlendirilmesi, desteklenmesi ve sanat sevgisinin yayılması için gereken tedbirleri alır” diyen 64’üncü maddesi.

Dünyada ise müzisyenlerin örgütlenmesinin çok daha eski bir tarihi var. Müzik emekçilerinin örgütlenmesi, kapitalizmin kendine has kurallarının işlediği ülkelerde çoğunlukla devlete yönelik talepleri değil, işçiler ile işverenler, yapımcılar, dağıtımcılar arasındaki ilişkilere yönelik düzenlemeleri içeriyordu. 19’uncu yüzyıla uzanan bu örgütlenme girişimlerinin ve müzik sermayedarlarıyla mücadelenin etkileri o denli büyük oldu ki bugün dünyaya adeta hükmeden Batı kaynaklı müziğin kuralları bir anlamda bu çekişmeden sonra yazıldı.

Bugün de bu örgütlenme modelleri, yalnızca (büyük ölçüde çözülmüş olan) çalışma koşullarına dair taleplerde bulunmakla yetinmiyor. Her biri adeta uluslararası birer yapım merkezine dönüşmüş olan sendikalar, başta üyeleri olmak üzere ilgili tüm müzik emekçilerinin daha özgür, yaratıcılığın daha ön planda olduğu ve piyasa koşullarının yarattığı kaygıların azaldığı bir ortamda sanatlarını icra etmeleri için çabalıyor.

İngiltere’de 1893’te kurulmuş olan Müzisyenler Sendikası sanatçıların çalışma koşulları ve telif hakları gibi konularda yoğun bir faaliyet yürütürken bir yandan da sektöre kayıt, orkestra, müzik grubu, besteci, söz yazarı konularında adeta menajerlik yaparak katkıda bulunuyor. Diğer yandan sendika, müzik eğitimine aracılık ediyor, müzik eğitimi verenlere çeşitli biçimlerde destek oluyor.

ABD’deki en önemli müzik sendikası olan Amerikan Müzisyenler Federasyonu ise 1896 yılından bu yana aktif ve 70 bin enstrümanisti temsil ediyor. Kapitalizmin kalesinde iş gören federasyon, ticari olarak daha “dezavantajlı” sayılan ancak sürdürülmesinin müzik ve insanlık kültürü açısından önemi yadsınamaz olan caz, folk ve senfonik müzik için 1960’lardan bu yana federal hükümet desteği alıyor. Federasyonun 1942-1944 arasında yaptığı büyük grev Amerikan müzik endüstrisi tarihinin en önemli olaylarından biri olarak duruyor başköşede.

SAG-AFTRA ise yine ABD’de 5 binden fazla solisti temsil eden bir sendika. ABD’de Lady Gaga’dan Taylor Swift’e, popüler müziğin en çok dinlenen ve tüm dünyada tanınan şarkıcıları zaman zaman sendika tartışmalarına dâhil oluyor. Şarkıcıların sendikalı olması gerektiğine dair açıklamalar yapan Lady Gaga daha önce SAG-AFTRA tarafından “ilham ödülü”ne layık görülmüştü.

Amerikan Besteciler, Yazarlar ve Yayıncılar Derneği ASCAP ise 1914’ten bu yana söz yazarlarının, bestecilerin ve müzik yayıncılarının telif haklarının düzenlenmesi ve doğru biçimde toplanması için çalışıyor. Müzisyenler tarafından yönetilen ASCAP’ın bugün 300 binden fazla üyesi bulunuyor.

2003 yılında, özellikle dijital müzik yayıncılığı alanında daha adil ve daha etkili bir telif hakkı savunuculuğu için kurulan SoundExchange ise bizzat ABD federal hükümetine bağlı olarak kayıt lisansları alanında çalışıyor. Organizasyon bugün ABD’li 570 bin müzik yaratıcısının telif haklarını takip ediyor ve 9 milyar dolardan fazla telifin dağıtımını üstleniyor.

Bu “anaakım” müzisyen örgütlerinin yanı sıra daha niş örgütlenmeler de mevcut. Örneğin siyah müzisyenlerin bir araya geldiği ve sektörde siyah müzisyenlere yönelik ayrımcılığa odaklanan Black Music Action Coalition, epeyce aktif ve sözünü majör yapım firmalarına geçirebiliyor.

Son olarak Almanya’dan bir örnek verelim. Performans ve Mekanik Yeniden Üretim Hakları Topluluğu GEMA, bizzat Alman devleti eliyle kurulmuş. 10 bine yakın asil üyesi, 55 bin üyelik bekleyen aday sanatçı ile Avrupa’nın bu büyük müzisyen örgütlerinden biri.

TÜRKİYE UMUTSUZ VAKA MI?

Telif hakları, müzik emekçilerinin koşulları ve toplumsal konumları gibi konularda çok geç adımlar atılmış olan Türkiye’de müzik emeğinin örgütlenmesi açısından, yukarıda da bahsettiğimiz üzere aslında dersler alınabilecek, kimi zaman şaşırtıcı derecede başarılı örneklerle dolu bir tarih var. 50’li yıllardan itibaren yürütülen çabaların beklenen sonuçları vermemesinin en önemli nedeni, başlatılmış olan mücadelelerin darbeler, sıkıyönetimler, demokratik olmayan ve emeği yok sayan siyasi iradeler yoluyla kesintiye uğraması. Diğer yandan tüm toplumsal kesimlerde olduğu gibi müzisyenlerin örgütlenme bilincine olan mesafeleri, bugün büyük bir engel olarak karşımızda duruyor.

Sektörün dinamiklerini de anlayan, müzik sektörünü en aşağıdan en yukarıya bir bütün olarak görebilen, tek başına daha iyi koşulların bir anlam ifade etmediğini, asıl kazancın dünya örnekleriyle kıyaslandığında çok küçük bir paya sahip olan Türkiye müzik sektörünün topyekûn büyümesi olacağını fark eden bir inisiyatifin başarılı olmaması mümkün değil. İngiltere’de YouTube, Spotify gibi dijital müzik tekellerine karşı başlayan #BrokenRecord kampanyasının öncüsü Tom Gray’in söylediği bir sözü anımsamakta fayda var. Diyor ki Gray, “Müzikte, adil bir paylaşımın sağlanmasına yetecek olandan çok daha fazla para var.”

Tabii diğer yandan müzisyenliği bir meslek olarak tanıyan, tanımlayan, özlük hakları konusunda müzisyenlere insani kriterlerin sunulacağı yasal düzenlemeleri yapan bir siyasi irade gerekiyor ki zaten müzisyenler açısında verilmesi gereken ilk büyük sınav da bu.

Not: Fotoğraflar TÜMİS ve MÜZİK-SEN'in sosyal medya hesaplarından alınmıştır.


Mahmut Çınar Kimdir?

Felsefe eğitimini son sınıfta bırakıp gazetecilik okudu. 2007-2016 yılları arasında İstanbul'da özel bir üniversitede Gazetecilik ve Yeni Medya bölümlerinde tam zamanlı öğretim elemanı olarak birçok alanda dersler verdi. 2009'dan başlayarak hem Türkiye'de hem de farklı uluslararası projelerde ayrımcılık ve nefret söylemi ile mücadele çalışmalarında yoğun olarak görev aldı. Hazırladığı 'Medya ve Nefret Söylemi: Kavramlar, Mecralar, Tartışmalar' isimli kitap 2013 yılında Hrant Dink Vakfı tarafından; proje koordinatörü olduğu 'Ayrımcı Dile Karşı Habercilik Kılavuzu' ise 2016'da P24 tarafından yayımlandı. 2016'da akademik kariyeri sona erdi. 2018’de, usta sanatçı Bülent Ortaçgil ile yaptığı nehir söyleşi ‘Bu Su Hiç Durmaz’ adıyla kitap olarak raflardaki yerini aldı. Uluslararası edebiyat ve sanat festivallerinde danışman ve editör olarak görevler üstlendi. 2017'de profesyonel müzik çalışmalarına başladı, ilk albümü 'Bul Beni' 2019'da Garaj Müzik etiketiyle yayınlandı. 2019'dan 2021 sonuna kadar Ezginin Günlüğü grubunun solistliğini üstlenen Çınar, müzik çalışmalarına solo olarak devam ediyor ve özellikle sanatsal ifade özgürlüğü üzerine çeşitli kültür-sanat projeleri yürütüyor.