YAZARLAR

Muhalefet gibi bir muhalefet yapıldığında...

“Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğu şu günlerde” AKP’nin beka siyaseti de bonkörce saçıp savurduğu “terörist” ithamları da sıfırı tüketti. Gerçek bir hezimet... Er geç bir gün bu noktaya gelineceği belliydi.

Sabah kalkınca dünden beri masamın üzerinde duran Eylem Ata Güleç’in Uzak Değil başlıklı kitabını elime aldım. Sonra da bırakamadım. Öyküleri birbiri ardınca okudum. Hayal ve düş, düş ve kabus, gerçek ve oyun arasında her yerinden vurulmuş, yaralı bir şehri anlatıyor. Çocuklarını yitirmiş annelerin yarı deli hâlleri, analarını yitirmiş ve “birazdan külahından vuracağım dedemi” diyen çocukların kaygılı koşturmacalarına karışıyor. Yıkıntılar ve silah sesleri arasındaki gerçek dünyayla, internet kafede oynanan oyunlar birbirinin içinde yankılanıyor. Dedesini vurursa, ölü bedeninin hemen yok olup olmayacağını, rüzgar eserse yerle bir edilmiş komşu evlerin yıkıntıları arasında çürümüş bedenler gibi kokup kokmayacağını merak eden öksüz çocuklar... Orasına burasına ütopya kırıntıları saçılmış distopik bir Diyarbakır. Ama bu bir distopya değil... Herkesi biraz başka, herkesi biraz neyse o yapan bir şehrin gerçek hikayesi. Şaşırtıcı bir edebiyat. Çok sarsıcı, güzel. Hüzünlü öykülerin üzerine gözyaşlarım düşüyor...

Bunun öncesinde de sabah telefonu elime alır almaz gördüğüm ve yine Diyarbakır’dan gelen bir Whatsapp mesajı var. “Abdülkadir abi vefat etmiş” notunun altında bir videonun da linki verilmiş. Mesajı gönderen kişi Abdülkadir Topkaç’ı şahsen tanıyor, bense bu ismi sadece daha evvel yine aynı videoyu izlediğim için biliyorum. Bir 140journos videosu. Diyarbakırlı astronom Abdülkadir Topkaç’ı anlatıyor. Nereden bakarsanız bakın, müthiş bir hikaye. Onun da işte Sur’daki yıkımda teleskobu kırılmış, kelepçe bir yana, ayna bir yana fırlamış... Ömrünü verdiği uzay çalışmalarını daha da yapamamanın üzüntüsüyle anlatıyor kameraya... Gerçeğin rüyalardan daha katmanlı, daha sıkışık ve daha yoğun olduğu bu şehirde, Sur’da yaşayan bir fanilalı filozof, bir astronom kimseyi şaşırtmaz. Ya da bizi pek şaşırtmıyor diyeyim size.

Abdülkadir Topkaç “Bir ahlak haline geldi bana. Bir alışkanlık haline geldi bana. Kendime soru soruyorum ve cevabını kendim veriyorum. Düşünüyorum...” diye başlıyor hikayesine. Yukarıya, göğe ve yıldızlara bakıyor. Düşünüyor. Hep yıldızlara bakmış... İki gün evvel, 67 yaşındayken tümden yıldızlara karışmış. Nur içinde yatsın...

Diyarbakırlı olmak zor iş. İstediğin kadar sev, epeyce zor. Kaygılı ve acılı. Diyarbakır’ın öyle zamanları ve öyle olayları var ki hatırladığında kalbinin üzerinde çivili ayakkabılarla birileri tepiniyor sanırsın. En yakın olanları biliyorsunuz zaten. Mesela Sur yerle bir olduğunda, mesela Tahir Elçi Dört Ayaklı Minarenin dibinde, tam da “Burası kurşunlarla delik deşik edilmiş. Biz burada silah sesi duymak istemiyoruz” dediği dakikalarda, vurulup düştüğünde...

Diyarbakır’a sonradan bağlandım ben. Memleketim olduğundan bir ayağım hep Diyarbakır’da olsa da ömrümün üçte ikisi Ankara’da geçti. O yüzden öyle özel bir Diyarbakır sevdam yoktu, vardıysa da on on beş yıl evveline kadar bunun pek farkında olduğum söylenemezdi. Diyarbakır yara üstüne yara aldıkça ben de Diyarbakırlı oldum sanırım. Muğla’yı yaralasalardı, Muğlalı olurdum. “İnsanın neresi acıyorsa canı oradadır” sözünü bu duruma da uyarlayabiliyor muyuz? Yani o kadar canını yakmasalardı, ne Diyarbakırlı ne de başka bir yerli olmaya filan pek yanaşmazdım... Memleketin bir tarafının canı yanıyorsa oralı olmalı herkes.

Yıllar içinde bir de şehirlerin insanın kimliğine, bedenine ve diline sindiğini görüyor insan. Kendini neyse o yapan şeye bir şehirden sızanları görüyor. Hiçbir şehir bu kadar derinden yaralanmamalı, kırılmamalı bence. Bir şehir yaralandığında kuşaklar yaralanıyor.

Şehirler dolusu insana, “Allah belanızı versin” demeyeceksin yani. Neyse işte bugün muhalefetten söz etmek istiyordum. Muhalefet meselesi yukarıda anlattıklarımla tümüyle ilgisiz değil tabii. Küçük bir sıçrama yaparak oraya geçeyim şimdi.

Muhalefetin gerçek bir muhalefet performansı ortaya koymaya başladığını düşünüyorum şu aralar. Garé operasyonu sonrasında bir dakika bile durup soluklanmadan HDP’nin ve genel olarak muhalefetin üzerine çullanmaya kalkan iktidar partisine “Artık yeter” dendi. Muhalefetin neredeyse bütün liderleri Garé’de yaşanan acı sonda devlet sorumluluğunun altını net biçimde çizdi. “Beka” diye diye yıllar yılı sürdürülen şantaj ve istismar siyasetine bu kez boyun eğilmedi. İlginç olan şu ki “Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğu şu günlerde” AKP’nin beka siyaseti de bonkörce saçıp savurduğu “terörist” ithamları da sıfırı tüketti. Gerçek bir hezimet... Er geç bir gün bu noktaya gelineceği belliydi.

AKP’nin “Beka sorunsalı” etrafında yaşadığı ikinci hezimet de Meral Akşener’in partisinin grup toplantısındaki sert açıklamalarıyla geldi. AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özhaseki’nin, Kürde saydırmanın hesabını tutan yok nasılsa diyerek, bu kez işi doğrudan HDP’ye oy veren seçmene dil uzatmaya vardırması ve “Allah belanızı versin” demesi büyük tepki çekmiş. Meral Akşener, “Milletine bela okuyan bir siyasetçi. Bu Türk siyasi tarihinde bir ilk. Bu Türk siyasi tarihinde utançla hatırlanacak bir terbiyesizlik” diyerek Özhaseki’yi ağır bir dille eleştirdi. “Dün kendinden olmayana terörist diyen bu zihniyet, bugün, işi iyice abartıp, kendine oy vermeyene bela okur hale geldi” dedi.

Söz konusu konuşmanın devamında da -HDP ve Kürtlerle ilişki bağlamında- sahiden İyi Parti’nin ve Akşener’in tarihine yazılacak netliğe ve sağlamlığa sahip açıklamalar vardı. Özhaseki’nin derhal görevden alınması da isteniyordu. Akşener sözü buradan da “çıplak aramalarla” ilişkili olarak AKP Grup Başkan Vekili Özlem Zengin’in yaptığı açıklamalara getirmiş ve ona da zehir zemberek eleştiriler yöneltmişti. “Yani bu arkadaş diyor ki; tacize, tecavüze uğrayan kadın susuyorsa, susmak zorunda kalıyorsa, onursuzdur. Milletin vekili olduğunu iddia eden bir insanın sözlerine bakar mısınız? Bir iktidarın milletinden nasıl uzaklaştığına bakar mısınız? Şu utanmazlığa bakar mısınız?” diyordu. Titanik’in battığı, paniğin arttığı vs. vs. ile devam eden açıklamalar. Bence yukarıda verdiğim linke gidip haberin tümünü okumalısınız.

Tabii ki çıplak aramalar deyince geçtiğimiz haftanın bir diğer olayına, Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun 2 yıl 6 aylık hapis cezasının Yargıtay 16. Ceza Dairesince onanmasına geliyoruz. Çıplak aramalarla birlikte hak mücadelesi alanındaki önemli pek çok konuda büyük mücadele veren, tek kişilik bir ordu gibi her yere yetişen Gergerlioğlu’nun da AKP’nin gazabından kurtulması imkansızdı. Bir yandan da sosyal medyada biraz dolaşınca bu hapis cezasının da AKP’nin elinde patlayacağı açıkça görünüyor. Gergerlioğlu’na eziyet edip, HDP ve beka kontenjanından meşruiyet devşiremezler bence.

HDP Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun hapis cezasının onaylanması güçlü bir vicdani itiraza yol açtı. HDP’li dedim ama Gergerlioğlu’nun hangi partiden milletvekili olduğunu, yüzbinlerce yurttaş aslında hiç bilmiyor bile olabilir. Çünkü o sadece partililere değil herkese yetişiyor. Ne yapacaklar şimdi, MAZLUMDER eski Genel Başkanı Ömer Faruk Gergerlioğlu’nu da milletvekilliğini düşürüp hapse mi tıkacaklar? Olabilir. Neleri yaptılar bunu mu yapmayacaklar? Fakat bu artık çok ciddi bir yoldan çıkma durumu olur. Kriminalize etme çabası -Özhaseki ve Nedim Şener örneklerinde görüldüğü gibi- HDP’yi de aşarak pervasızca Kürtlere yaygınlaşmaya başlayınca, Kürtlerle dansın da sonuna gelindi zaten. Kürt bölgesinde ilk seçimde AKP oylarında süper, über dramatik bir düşüş olacak... Bunu da buraya not edeyim.

Titanik’in batmakta olduğu, bunun nedenlerinin kafaları kurcaladığı ve derin rahatsızlıklar yarattığı dil sürçmelerinden de anlaşılıyor. Mesela dili sürçen Erdoğan şunu söylüyor: “Deprem konutlarımızın resmi temelini atıyoruz, yıl sonuna kadar da bitireceğiz. Bu söz bay Kemal sözü değildir ha... Şimdi tek sebep var, kendi içindeki taciz, tecavüz, hırsızlık, arsızlık dalgasıyla hesaplaşmayı reddeden zihniyettir bizim zihniyetimiz.” Sürçen dilin ortaya döktüğü bilinçdışını, düşüncenin rahatsızlığını görebilmek için Freud olmaya gerek yok. Wuhan kent pazarı gibi bir bilinçdışı. Öyle kalabalık, öyle yığış yığış, tehditkar... O değil de bu dil sürçmesi Kılıçdaroğlu’nun başına gelseydi, vaydı haline... Havuz medyasına kırk yıllık ekmek çıkardı. İşte Yüce Allah verince veriyor, vermemeye başlayınca da vermiyor. Dil sürçmesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan gelmişti pek üzerinde durulmadı.

Durmasınlar da zaten, biz muhalefetimize bakalım. Rüzgar bizden taraf esmeye başladığında çürümenin ve kokuşmanın derecesini herkes görecek nasılsa. Muhalefet muhalefet gibi olduğunda memleketin havası tazelenecek... Hiç Uzak Değil...

  

 

Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.